Nuh Sala
Sabah ilk ışıklar, ufukta bir çizgi halinde tepelerin üstünde pusuya yatıp gelip geçeni gözleyen eşkıyalar gibi uzanmışken yola koyulan kafilenin başındaki adam omzuna astığı mavzeri geriye doğru atarak atın yularını çekip durdurdu ve arkasından gelenlere seslendi : “ İşte şu kızıl tepeleri aşınca !”
Öksürmesi yasak olan Mabasei, ağlaması yasak olan Ruhan’a doğru döndü ve gülümseyerek baktı. Bu her şeyin normale gittiğinin bir habercisiydi. Yarın sabah yol bitmiş, öksürmek de ağlamak da serbest bırakılmış olacaktı.
Mabesi küçüklüğünden beri öksürüyor, tedavi maksadıyla gittiği bitin şifacılar ve büyücüler derdine derman bulamıyordu. Babasının omzunda gittiği bir tuz falcısı şifasının kutsal mabetteki “ılık su” da olduğunu söylemiş, bu yola o söz üzerine koyulmuştu.
Ruhan ise ilk önceleri sadece geceleri ağlayarak uyanıyor ve bir müddet sonra yorgun düşerek uyukluyordu. Son yıllarda bu hal günün bütün saatlerinde bir kriz halini alınca yıllar önce teyzesine şifa veren bu mabedin yolunu tutmuştu.
Kızıl tepelere yaklaştıkça rengi değişiyor, git gide daha yeşilleniyordu.
Mabasei bir anlık olsun gülücüklerle süslediği bakışlarını kalın siyah peçesiyle kapattı. Karanlıkta ağladığı ne görülüyordu ne de duyuluyordu.
O eskiden beri içine doğru ağlardı. Kimse ağladığını veya bir derdi olduğunu anlayamazdı. Okula başladığı ilk yıl sınıf öğretmeni “ Neden gözlerin kan çanağı senin Mabasei?” diye sorduğunda heyecanlanmadan “ Kırmızıbiber yedim” diyebilmişti.
Şimdi on dokuz yaşındaydı. Ruhan ise henüz sekiz yaşında ve bu ilk evden uzaklara, bilmediği çok uzaklara yolculuğuydu.
Mabesei boynunda asılı keçi derisinden yapılmış kırbasını göstererek “Ruhan “ diye seslendi. Ruhan kan dolu gözlerle sesin geldiği yöne bakınca sevincinden gözlerinden süzülen yaşları silerek elini uzattı.
Kırbanın ağzından süzülen sular Ruhan’ın çenesinden süzülüp boynundan aşağıya doğru akıyor, küçük kız halinden rahatsız olmadan su içmeye devam ediyordu.
Su kırbasını Mabesei’ nin ellerine bıraktığında, uzaktan kırmızıya boyanmış görünen tepelere ulaşmışlardı.
Tepeden aşağıya bakınca Sayremon tapınağı bütün ihtişamıyla gözlerinin önüne serilmiş, uzaktan altına batırılmış büyük bir tavuğu andıran eski mabedin görüntüsü hepsini hayrete düşürmüştü.
Atından inen kafile başkanı bir yandan matarasını başına dikip mabedi seyredenleri göz ucuyla süzüp verdiği hizmetin karşılığında cömert davranacaklarını ümit ederek alacağı parayla neler yapabileceğini hayal ediyordu.
“Bu daha bir şey değil, siz asıl saadet kapısına adım atınca göreceksiniz”
“Saadet kapısı ulu hükümdar ‘ Aytaz Barah” tarafından gümüş ve altın işlenerek yaptırıldı”
“O kapıdan geçen bütün umutsuzlukları ve üzüntüyü geride bırakır”
“Bir daha asla mutsuzluk çekmez”
Matarasındaki pancar şarabını her yudumlayışında ayrı bir cümle söyleyerek, yüzüne merakla bakanların sabrını ölçüyordu sanki.
“Öyleyse bir an önce kapıya varmalıyız”
Oturduğu yerden ayağa fırlayan “yaşlılık hastalığı” sebebiyle yollara düşmüş eski bir nalbant olan Smamun’un sesi kafile başkanının konuşmasını kesti, diğerlerini harekete geçirdi ve hepsi ayağa kalkıp tapınağa doğruldular.
Yamaçtan aşağıya doğru daha önce gidenlerin yolundan zikzaklar çizerek indikçe yüreklerini heyecan ve korku kaplıyordu.
Ruhan, artık ağlayabilir, Mabesei öksürebilirdi. Yol kesip insanların değerli eşyalarını çalan sonra da öldürüp yamaçtan aşağıya atan “Mavoumi” hanedanının bölgesinden çıkmış, mabedin ışıltılı ve güvenli sınırlarına ulaşmışlardı.
Kafilenin tek beyaz tenlisi Fehura adlı bir şairdi ve kalbinin eskimişliğinden şikâyetçiydi. Ona göre bu eskimiş hali ile birkaç sene daha ancak yaşayabilirdi.
O bu elim hastalığın duygularının da eskimesine sebep olduğunu iddia ediyor, eskisi gibi sevemediğini, şiir yazamadığını, kızamadığını ve sevinemediğini söylüyordu.
Birkaç saatlik inişten sonra uçurumun kıyısından mabedin kutsal kapısına kadar uzanan dar keçiyolundan ilerleyip mabede ulaştılar.
“Saadet Kapısı” adeta cennetten çalınmış, şimdiye kadar bilinen en büyük ve en parlak kapıydı.
O kapıdan içeri girerken kafile başkanının “O kapıdan geçen bütün umutsuzlukları ve üzüntüyü geride bırakır” sözünü anımsayıp heyecanlandılar.
Kapıdan geçince karşılarına ortasında büyük bir havuzun bulunduğu, küçük ağaçların altında etrafında çoğunlukla uyuyan insanların olduğu bahçeye girdiler.
Havuzun karşısında mabedin girişi görünüyordu. Kafile başkanı “bundan sonra ben devam edemem, zira ben inançsızım” diyerek aldığı iki kese gümüşü bir elinden diğerine aktarıp sayarken arkasını döndü ve hızlı adımlarla uzaklaştı.
Feruha gözyaşlarının sebebini öğrenmek, içinde daima üzülmesine, bir türlü yüzünün gülmemesine sebep olan derdi bitirmek, artık ağlamamak, unuttuğu gülümsemeyi doya doya tatmak istiyordu.
Mabesei artık öksürmeyeceğini hayal bile edemiyordu. Sadece etrafında “Gurh Huma Aytaz Barah, Gurh Cabal Aytaz Barah !” diyerek dönen keşişleri seyrederek bir an önce onlar gibi mutluluğa ulaşmayı arzuluyordu.
Mabedin kapısından ilk giren Kazaron’lu Şair Fehura oldu.
Mabedin iç kısmında her köşede zikreden dervişler ve boşluğu nerdeyse kokulu otlarla yapılan tütsülerin yaydığı duman örtmüştü.
Orta yerde tütsülerin çıkardığı dumanların arasından görünen büyük altın kaplama bir tanrıça figürü vardı. Kapıdan girince bir derviş elinden tutarak onu tanrıça’ya götüreceğini söylemiş, Feruha kendinden geçmiş halde dervişin çektiği yöne doğru ilerleyerek az önce heykelini gördüğü tanrıçanın yanına ulaşmıştı.
Yere kapanan derviş Feruhayı omzundan kavradığı gibi yere yapıştırınca Kazaron’lu yaşlı şair kendine geldi.
Kapaklandığı yerden başını hafifçe kaldırıp altın tahtta oturan tanrıçanın ayaklarını görebildi ancak.
Tanrıçanın ayakları oldukça bakımsız ve bazı yerlerinde mantar olduğundan, bir derviş tarafından devamlı kaşıtılıyor, kanayan yerler, daha önceden sürülen kanların yaptığı lekelerden kirlenmiş bir bezle temizleniyordu.
Ayrıca tanrıçanın tırnakları da uzamış, sol ayak bileğinde oldukça büyük bir de çıban vardı.
Tanrıça eliyle işaret ederek Feruha’yı yanına çağırdı. Bir derviş kolundan yakalayıp onu tanrıçanın yakınına kadar götürüp yere doğru sürükledi.
Tanrıça “ Derdin nedir?” diye sorunca Feruha doğrularak cevap vermek istediyse de yanındaki derviş iki eliyle onu yere çekerek kalkmasına mani oldu.
O da olduğu yerden derdini anlattı.
Tanrıça biraz düşündükten sonra “ Sana vereceğim suyu içeceksin, sadece fare eti yiyeceksin ve üç ay bu şekilde yaşayacaksın. Sonra gençleşeceksin” dedi.
Feruha sevinçle başı yerde tanrıçanın yanından çıkarken heyecanla başını kaldırdı.
Karşısında yüzü buruşmuş, gözlerini kısarak etrafa bakan, saçlarının çoğu dökülmüş, oldukça şişman, iri memeleri beline kadar inmiş tanrıçayı görünce başında aşağı kızgın yağ dökülmüş gibi irkildi.
Feruha yaşlanan kalbinin ve duygularının bu kendine bir faydası olmayan tanrıça tarafından gençleştiremeyeceğine olan endişelerini içinde büyütmeye başlamıştı.
Mabesei onun yıkılmış halini görünce şaşırdı.
- Ey şair sen dünden daha ihtiyar görünüyorsun. Seni bu hale getiren nedir?
-Oldukça yaşlı, gözleri insanları bile seçemeyen, saçları dökülmüş, perişan bir tanrıçanın derdime nasıl derman olacağını düşünüyorum.
Mabesei bileğini kavrayan dervişin peşi sıra sürüklenerek tanrıçanın huzuruna girdi. Tanrıça ona da “Ne istediğini “sordu.
Mabesei derdini söyleyince tanrıça üç kez öksürdü. Tanrıça’nın ağzını sildiği mendile bulaşan kanı fark eden genç kız kendini dışarıya attı.
Ve ağlamaya başladı.
Kapının yanında içeri girmeyi bekleyen Ruhan yoldaşının bu halini görünce hayretle sordu :”Mabesei sen de ağlamaya mı başladın?”
Genç kız hiçbir şey söylemeden koşarak bahçeye attı kendini.
Ruhan omuzlarından sıkıca kavrayan dervişin kollarını elleriyle kavrayıp ondan güç alarak tanrıçanın huzuruna getirildi.
Tanrıça elindeki kavunu ısırdı “ isteğin nedir?” diye sordu.
Ruhan derdini hıçkırıklarla anlatmaya başlayınca tanrıça elindeki bir kısmı yenilmiş kavunu kenara koydu ve gülmeye başladı.
Tanrıça kahkahalarla gülerken yerinden yuvarlanan kavun Ruhan’ın önüne kadar geldi ve durdu.
Ruhan gözyaşlarını silerek tanrıçaya baktı, gülmekten gözlerinden yaşlar akıyordu. Arkasını döndü ve kapıya doğru yürüdü. Bütün ümitleri tükenmiş, hayalleri uçup gitmişti.
Koşarak ta dışarıya saadet kapısından dışarıya çıkınca bir yanda Mabesei diğer yanda şair Feruha’yı görünce rahatladı ve Mabesei’nin yanına gidip başını omzuna dayadı.
“Bir zavallıdan medet umduğumuz için bu haldeyiz”
“Kudretli olduğuna inandığımız için buradayız. Oysa nasıl yiyip içtiğini gördünüz mü? Onun da yemek ve içmek en büyük ihtiyacı”
“Üzerindeki giysileri gördünüz mü? O da korunmak istiyor. Büyük salonda yanan ocağa devamlı odun atanların gayreti neden dersiniz? Çünkü tanrıça üşüyor!”
Şair Feruha elini Mabesei’nin omzuna koydu.
“Yaşlanan duygularıma ve kalbime çare bulmak için bunak bir tanrıçadan medet ummak ne kadar saçma!”
“ Duygusuz ve düşüncesiz bir tanrıça insana ne verebilir ki?” dedi Ruhan.
Ertesi gün yola koyuldular.
Güneşin ve ay’ın batışını doğuşunu seyrettiler.
Gökyüzünüzden sarkıtılan yıldızları, dağların doruklarında dinlenen beyaz bulut kümelerini, yamaçlardan akan suları seyrederek yolculuk yaptılar.
Feruha her adımda ruhunun gençleştiğini, Mabesei daha zinde olduğunu ve Ruhan kaç gündür ağlamadığını söyledi.
Adımlarını sıklaştırdılar.
Zira daha gidilecek çok yolları vardı.
YORUMLAR
iyiler doğruyu er geç bulur erol abim çok güzeldi..... saygılar sevgiler
erolabi
hemen zalime dönüşüveriyorlar malesef..
selam ve saygı ile.
erolabi
istemek bir annenin çocuğu için dilemesi gibi..
bir hastanın sabahı görmek için arzulaması gibi olmalı..
Selam ve saygı benden