- 833 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÇAĞDAŞ BİR MASAL
ÇAĞDAŞ BİR MASAL
İBRAHİM KIRK
07/03/2006 KARS
Tahta sıradan bir gün:
Saat, külkedisinin camlı ayakkabısının tekini düşürüp, saraydan uzaklaştığı, arabanın bal kabağına dönüştüğü, beyaz atların tekrar fare olduğu zamanı çoktan geçtiği bir saatti. Bu ayaz havada dışarı çıkıp yiyecek bir şey bulmalıydı. Midesinin gurultusundan, daha doğrusu gürültüsünden, yan dairedeki komşular bile rahatsız olmaya başlamıştı.
Ceylan, önce mutfağa girmiş, buzdolabını açmış ve karşılaştığı manzaradan kısa bir şok geçirerek salona geri dönmüştü kendine ve ev arkadaşlarına kızdı, bağırdı, çağırdı, köpürdü. Dolap tam takırdı. Bir kaç ufalanmış ekmek buldu dağ kadar yığılmış bulaşıkların yanında.
“Bu ne ya! Evde yemek memek kalmamış. Ne yiyeceğiz şimdi ?”Tombul Saime, kanepenin dibine çökmüş, bağdaş kurup ders çalışırken, nedense üzerine alındı. “Ne bağırıyorsun be! Hepsini biz mi yedik?”diye çıkıştı Ceylan’a.“Evet özellikle sen yedin her şeyi. Bir gram et, bin rejime bedel diyen sen değil misin?”
Tombul Saime, iri gövdesi ve şiddetli öfkesi ile ayağa kalktı.“Ne demek istiyorsun” diyerek onun üzerine yürüdü. Ceylan da aynı şekilde davrandı. Araya hemen Beyhan’la Nurcan girdiler. “Durun! Kavga etmeyin kızlar. Bunda kimsenin suçu yok. Bu evden hepimiz sorumluyuz. Biliyorsunuz ki sınav haftasındayız. Hepimiz derslerimize dalmışız bu hafta doğru dürüst alış veriş yapamadık. Şimdi sakin olun” dedi ortamı yumuşatmaya çalışan Beyhan Genellikle işin ortasını bulup iki tarafı barıştıran odur. O olmasa bu evde bir gün durulmaz. Her gün saç saça, baş başa kavga eder, bir birlerini yerlerdi. Nurcan da Ceylan’ı sakinleştirmeye çalışıyordu. “Kafana takma kızım. Şimdi beraber bakkala gider alış veriş yaparız.” Ama Saime, hemen sakinleşecek tiplerden değildi. “Şuna baksana Beyhan, Ne dediğini duydun. “ O yalnızca sana söylenmedi. Bize söylendiği kadar kendine de söylendi.” Hayır hayır, öyle değil.Ben onun maksadını anladım. Ben balık etliyim diye beni kıskanıyor “Ne kıskanması ya! Manyadın mı?” Diye sinirlenir Ceylan yine. “Bal gibi kıskanıyorsun işte. Şu bileklerine baksana kürdan gibi.” “Saime! Bana bak, attırma kafamın tasını…” “Tamam tamam, bu kadar yeter kızlar. Evin huzurunu bozacaksınız.” dedi Beyhan.
Nurcan, Ceylan’ın omzuna sarılıp “Hadi biz çıkalım. Hem alışveriş yapar hem de biraz temiz hava alırız.” “Bu saatte!” “Evet. Hani çok acıkmıştın?” “Açım, çok açım, daha da çok açım. Hatta biraz daha kalsam, sizi öldürüp kafanızın etini bile yiyebilirim.” “Öyleyse bekle beni üzerimi değiştirip hemen geliyorum”
Ortalık sakinleşmişti. Az önceki fırtınadan eser yoktu. Beyhan ve Saime eski yerlerine döndüler. Tekrar ders çalışmaya başladılar. Ceylan hariç hepsi öğretmen adayı idi. Final haftası olduğundan harıl harıl ders çalışıyorlardı. Ev kiralayıp oraya beraber çıkmaya karar verdiklerinde kendi aralarında sözleşmişlerdi. Evde kavga olabilirdi, ama kin tutulmayacak, surat asılmayacak, her şey orda o anda kalacaktı. Birbirlerinin hem üzüntülerinin hem de sevinçlerini paylaşacaklardı. Ayrıca herkes sırayla salonu ve bulaşıkları temizleyecekti.
Ceylan Nurcan’ı beklerken vestiyerden montunu aldı. Aynada kendine baktı. Saime haklıydı belki de. Gerçekten zayıftı. Kendi yüzüne baktı, sanki yanakları çökmüştü, bileklerine baktı, incecikti. Ama onlardan daha önemlisi teniydi. Ne kadarda beyazdı. Elleri, yüzü, bakışları… Kafasına koymuştu bir kere, teninin rengini değiştirecekti. Solaryuma gidip biraz bronzlaşmaktan bir şey olmazdı. Özellikle beyaz tenlilerin bu solaryum yüzünden kansere yakalanma olasılığının yüksek olması önemli değildi onun için. Bir kereden bir şey olmaz. Ama bu seanslar haftada iki gün ve dört hafta sürecekti. Atın ölümü arpadan olsun diyen bizim atlarımız değil miydi? Hem bir kadın niçin yaşar, yaşamını niçin sürdürür? Güzel olmak, güzel kalmak, güzel yaşamak; güzelliğini ilan etmek, onu ne pahasına olursa olsun korumak ve sürdürmek değil midir? Ayna ayna. Söyle bana! Benden beyazı var mı?
Aslında güzel biriydi. Kestane rengi gözleri, ufak ve dik burnu, kalın alt dudağı, incecik kaşları nakış gibi işlenmişti yüzüne. Ama teni, ah teni bembeyazdı, akderili, kardankadın.Ve bu beyaz ten beyaz tavşanlardan farksızdı. Eli yüzü pudralı sanki. Solaryuma ilk defa gireceğinden ve solaryumun da ilk defa burada hizmete geçtiğinden kendini beyaz fareler gibi kobay hissediyordu. Kendine bile itiraf etmiyordu, ama biraz da korkuyordu. Ne olurdu sanki, kül kedisine gelen peri ona da gelse, elindeki sihirli değnekle ona büyü yapsa, bir anda teninin rengi değişse. Kendini gözünde canlandırmaya çalıştı. Ah tamda istediği gibiydi. Sonra kendini plajda hayal etti; şezlongların üzerinde sere serpe uzanırken, hayran bakışlar etrafında tavaf ediyorlardı. O çok sevdiği sarı turuncu çizgili kırmızı mayosu, tenine ne güzel yakışırdı. Bandırmanın denizine o ten ve o mayoyla girmek… Sarı kızgın kumların üzerinde güneşlenirken, güneş ona sarılacak, saçının ucundan ayak tırnaklarına kadar sıcaklığıyla tenini okşayacak “sen de benim evlatlarımdan birisisin” deyip bağrına basacaktı. İçinden “soluk benizlilere ölüüm, yaşasın bronz tenliler” diye geçirerek, kendini, elinde baltayla kızıl derili dansı yaparken hayal etti.
Nurcan’ın gelmesi ile sanal alemden sıyrılıp montunu giydi. Demir kızılı saçlarını toplayarak sırtına attı. Spor ayakkabısını giydi, tam çıkarken “Siz bir şey istiyor musunuz?” diye sordu. İçerdekiler “Evet, biz de çok açız. Bize de bir şeyler getirin.” Ceylan “Tamam” diyerek Nurcan’la dışarı çıktı.
Gece ıssızdı. Çevre köylerden gelen köpek havlamaları ve kurt ulumaları sessizliği bozuyordu. Az ıslak asfaltın üzerinde yürürken, ceylan dayanamadı, konuyu Nurcan a açmaya karar vererek sözcüklerin sessizliğini bozdu: “Abi ben kesin karar verdim, yarından itibaren solaryum seanslarına başlıyorum.” Nurcan birden söylenen bu karara şaşırdı: “Yapma kızım! Niye böyle pat diye karar veriyorsun?” “Yok abi ben kararımı verdim.” “Peki, bunu doğal yöntemlerle niye bırakmıyorsun? Şimdi güneş kendini bile ısıtamıyor ama yazın püfür püfür sıcak hava esecek. Kendini kumlara atar güneşlenirsin.” “Yok abi bu iş doğal yöntemlerle yapılmaz. Kendimi yaza kadar bronzlaştırmam lazım.” “Kızım dinle beni; şimdi onca masraf yapacaksın, vücudunu buna hazırlayacaksın, yan etkisi olacak mı olmayacak mı bilmiyorsun teee!… En iyisi yaz gelince şap şup denize girer çıkarsın. Su balesi yapmayacaksın ki! Hem bronzlaşıp deniz defilesine mi çıkacaksın?” “Abi ööle deme ya! Sen hiç plajda bembeyaz tenli birisine kimsenin dönüp baktığını gördün mü?Hem ne demek şap şup?Penguen miyim ben?Kumsalda dilediğince salına salına dolaşamayacak mıyım?Hiç yaz aşkı yaşamayacak mıyım?Balıkesir’de yine eve mi kapanayım.” “Amaan, sen bilirsin. Şimdiden yaz aşkınla mutluluklar. Ama kendine çevirmedeki piliçleri benzetme de, ne yaparsan yap!” “Abi yaa, piliç dedin de, ağzımın suyu aktı valla.” “Ceylan, baksana bakkal kapalı.”Of abi yaa of! Ayvayı yedik mi şimdi!” “Yo yo, ayvayı bile yiyemeyecez.” “Sen gel bu soğuk havada, gecenin bi yarısı, titreye titreye bakkala git; bakkalcı da sıcak yatağında, bilmem ne yapsın… Olacak iş mi yaa!” “Kızım, randevu verdin de adam mı beklemedi?”“Genelde açık olurdu abi yaa!”“Saate baksana kaç olmuş!”“Başlarım şimdi saate de bakkala da… Ne yapacaz şimdi? Onu söyle”“Önce bi ıslak mendil versene bu havadan burnum akacak. Nezle olacağım galiba”“Ben ne dertteyim, sen ne derttesin. Açım diyorum, açım aç!”“Bağırma lan! Biliyoruz aç olduğunu. Ben de açım. Eve dönelim, bu saatte konutlardan dışarı çıkamayız.”“Ama…”“Hah buldum! Bizim Edirneli yavuz var ya; şu uzun boylu, esmer, bıyıklı, yakışıklı olan. Geçen gün gelmişti ya bize yemeğe arkadaşlarla.”“Ne kadar da ballandırdın şu çocuğu, tanıyoruz tabi ki”“İşte, onu ararız. 24 saat açık lokantanın üzerinde oturuyor. Onu arar, yiyecek bir şeyler getirmesini isteriz. Daha doğrusu istersin.”“Niye ben istiyorum ki?”“Farkında değil misin? Senden çok hoşlanıyor, sen istersen getirir seni kırmaz.”“Ne hoşlanması karrdeşim! Bana ne Yavuz’dan!”“Şimdi alt dudağını indir üst dudağından, surat asmayı da bırak. Çocuğa bu kadar da eziyet etme, haftalardır peşinde süründürme çocuğu”“Yok abicim, aramam onu.”“Lütfeen! Kendini düşünmüyorsan bizi düşün. Aç ve bi çare kalmış kardeşlerini düşün.”“Oof of! Tamam, bak bunu sizin için yapıyorum ha! Ona göre…Hem bu saatte uyuyo olmaz mı?”“Hayır, o da ders çalışıyordur. Baksana, kendine hayali bir sevgili bulacağına, Yavuz’la çıksana.”“Nurcaan! Ondan yemek getirmesini istiyecem, sevgilim olmasını değil.”“Tamam tamam, sen yeter ki onu ara.”
Eve varana kadar ikisi de sessiz kaldı, varır varmaz Nurcan Ceylan’a Yavuzu arattırdı. Ceylan istemeye istemeye Yavuz’u ararken bir yandan kapatmak için bahane bulmaya çalışıyordu:
“Bu çocuk telefonu niye açmıyor ya! Yarım saattir çaldıyorum, görüyorsun değil mi Nurcan?”“Açar şimdi biraz daha bekle, sakın kapatma.”“Hııııh!”“Açtı açtı”“Hııh!”“Alo Yavuz!”“Hıh!”“Ya sen hıh’tan başka bir şey bilmez misin?”“Kimsin be bu saatte?”
Yavuz, baygın baygın, gözlerini bile açamadan konuşmaya çalışır. Elindeki telefon o kadar ağır gelir ki telefonu kulağının üzerine bırakır, başını da yastıktan kaldırmaz.
“Yavuz, merhaba ben Ceylan!”“Hah öyle disene! Merhabalar.” Yataktan birden doğrulur telefonu sımsıkı tutarak kulağına iyice yaklaştırır.
“Yavuz, bizim konutlardaki bakkal kapalı, evde yiyecek bir şey kalmamış, çok acıktık, aklımıza da sen geldin. Yalnızca sen bize yardım edersin.”“Be hocam! Saatin kaç olduğundan haberin var mı?”“Ne hocası ya! Bana hocam deme, gıcık olduğumu biliyorsun, ne öyle imama söyler gibi, hocam hocam… Ben hemşireyim kardeşim”“Ne diyeyim peki şimdi?”“Hanımefendi diyebilirsin, ismimle hitap edebilirsin. Ne biliyim işte!”“Peki, Ceylan hanımefendi hazretleri! Sizin için ne yapabilirim? Sabahın bu saatinde, uykumun en tatlı yerinde, beni uyandırıp, üstüne bana fırça atıp, yeterince kızdırdığına göre, önemli bir şey olmalı.”“Uyku sersemisin galiba, demin de dedim ya! Evde yiyecek bir şey yok, dolaplar tam takır ve biz açız aç. Saksıdaki çiçeklerin yapraklarını yemeye başlayacağız nerdeyse.”“Eee!”“Sizin ordaki lokantadan bize iki piliç getir, yanına biraz zerzevat, birkaç ekmek falan filan…”“Bu saatte!”“Evet.”“Sabahın bu saatinde!”“Evvet.”“Yani şimdi!”“Evet evet evet! Ya niye anlamıyorsun? Baban seni üç defa havaya atıp iki defa mı tuttu?” “Ne!” “Yok bir şey,Hadi be!Hiç mi hatırımız yok? Yap bi güzellik ya!” “Sihirli sözcüğü unuttun.” “Lütfen!” “Peki, başım üstüne, sen yeter ki iste…”“Tamam tamam, uzatma fazla”“Öyle olsun, yarım saate kalmaz gelirim.”“Yaşa be yaşşa!”
Yavuz şimdiye kadar ceylana ne yaptıysa yaranamamıştı, ondan gerçekten çok hoşlanıyordu. Onunla konuşmuş olmak bile Yavuz’a büyük bir zevk vermişti. Onun asi ruhunu, gözlerini, kendi nenesinin kınalı şaçları gibi olan kızıl saçlarını, konuşmalarını, sesini, mimiklerini… Herşeyini seviyordu. Bu belki de büyük bir fırsattı. Bu gece, elinde eşyalarla evlerine vardığında, Ceylan ona hoş geldin der, belki yanağından öper elindeki eşyaları usulca alır, eli eline değer, sıcaklığını hisseder, bir prens gibi karşılanır ve öyle ağırlanırdı.
Lokantadan yiyecek ve içecekleri aldıktan sonra, bir taksiye biner, Ceylanlara doğru gider. Takside giderken radyoda bir Balıkesir türküsü çalıyordu.
“İki keklik bir kayada ötüyor
Ötmede keklik derdim bana yetiyor aman amman
……..
..……
İki keklik bir dereden su içer
Dertlide keklik dertsizlere dert açar aman amman.”
Bu türküyü dinlerken Ceylanı düşünür, Balıkesirliydi çünkü. Onca yolu onun hayalini kurarak geçirir. Hatta taksicinin açtığı gece yarısı tarifesindeki, peş peşe artan rakamlar bile ona şiirsel geliyordu. Yüklü miktardaki ücreti taksiciye verirken ilk defa gözleri ışıl ışıl, yüzü tebessümlüydü. Apartman dairesine güle oynaya çıkar.
Zili çalmasıyla kızların üzerine çullanması bir olur. Kızarmış pilicin o hoş kokusu bütün evi, hatta bütün aparmanı kaplar. Yaka paça Yavuzun elinden poşetleri kaparlar.
Nurcan hemen kolayı alır, bardakları getirip doldurmaya başlar. Beyhan yere gazete açar, poşettekileri çıkarıp gazetenin üzerine serer Saime piliçleri bölüp ekmekleri dağıtır. Ceylan ise geyik avlayan bir aslan gibi pençelerini pilice geçirip, büyük ısırıklarla parçalayarak, nefes almadan, zor bela yutkunarak, yemeğe herkes den önce başlar. Sanki aylarca hiçbir şey yememiş, ağzına bir lokma koymamış gibiydi.
Bu manzarayı görünce Yavuzun içi burkulur. Hala kapının eşiğinde ayakta dikiliydi. Kızlar da yemeğe dalarak Yavuz’u unutmuşlardı. İkinci el, bayandan teslim, buruşmuş ve atılmış ıslak bir mendilden farksızdı.
“Ah siz yok musunuz siz! Ya yemek ve süslenmek için yaşarsınız; ya da yaşamak için yer ve süslenirsiniz. Kendi keyfinizden başka bir şeyi düşünmez, sizin için yanıp tutuşanları görmemezlikten gelirsiniz.” diye geçirir içinden. Kırmızı halı serilip, törenlerle, alkışlarla karşılanan krallar gibi, karşılanmayı beklerken, prens olamamış bir kurbağa gibi kalamamıştı. Ceylan, şimdi onu hiç aramamış, ondan sanki bir şey istememiş, onunla hiç tanışmamış, hatta ona hiç varolmamış gibi davranıyordu. Buna dayanamazdı, kimse onu parmağında oynatamazdı. Çok öfkelendi, yaş dolan gözünü kapatıp duvarı yumruklamaya başladı. Bu esnada tüm şiddeti ile bağırdı:
“ KİMSE BANA TEŞEKKÜR ETMİYİCEK Mİ? NEFRET EDİYİM HEPİNİZDEN ”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.