ÖĞRETMENLİK DEVLET GÖREVİ Mİ OLMALI, KAMU GÖREVİ Mİ? /ALİ TÜRER
Türkiye’de öğretmenlik bir türlü kamu görevi olamadı.
Çünkü ilk öğretmen okulu 16 Mart 1848’de, dağılmak üzere olan devleti ayakta tutacak askeri elit yetiştirmeye öğrenci hazırlamak için kuruldu. Daha sonra da hep asker sivil kurtarıcı yetiştiren ya da bu kurtarıcılara biat edecek, uyum sağlayacak vatandaşı yetiştiren devletin memurları oldular öğretmenler.
O nedenle öğretmenin ruh halinin belirleyicileri öğretmenlik mesleğinin içinden gelen değerler olmadı hiç bu topraklarda. Devlet için iyi, çalışkan, fedakâr vatandaşı yetiştirmeliydi öğretmen. Devletin memuru olmalıydı yani.
Düşünmek lazım! Neden Türkiye için öğretmenler günü 16 Mart değil de 24 Kasım, biraz da bu yüzden. Öğretmenler günü, devleti kuran Atatürk’ün başöğretmen olarak kabul edildiği gün olacak ki, öğretmen asıl görevini unutmasın. Öğrenciyi devlet için en iyi olacak şekilde yetiştirsin.
Eğitim de amaç din için, devlet için, ya da millet için insan yetiştirmek olunca, eğitime ideolojik müdahale de kaçınılmaz oluyor tabi. Bu yüzden bir türlü ortaöğretimi mesleki eğitim temelinde, mesleki kişilik sahibi insan yetiştirecek şekilde yapılandıramadık ya.
Türkiye’de emeğin değerinin düşük olmasının, emeğin yeterince saygı görmemesinin nedenlerini de, hakların güvence altında olmamasının nedenlerini de biraz burada aramak gerekiyor. “Kendini ve hayatı bilmeyen tüketici tip insan yetiştirme” mekanizmasında aramak lazım.
Öğretmenlerin siyasetle bu kadar içli dışlı olmalarının nedeni de budur. Yetiştirdikleri kurtarıcılar kendilerindense onlara destek olmak için, kendilerinden değilse onlara engel olmak için hep siyasetin içinde olma ihtiyacını hissettiler öğretmenler.
Bakın Avrupa’ya Amerika’ya bir tek öğretmen sendikası görürsünüz. Bizdeki sendikal harekete bakın, nerede ise ne kadar siyaset varsa o kadar öğretmen sendikası var. Neden? Çünkü oralarda öğretmenlik bir meslek, mesleki alanın ihtiyaçları, statünün ilkeleri insanları bir arada tutmaya yetiyor.
Biz de birine sen kimsin diye sorun; ya “elhamdülillah Müslüman’ım” der ya da “Türk’üm” der, “milliyetçiyim” der, “sosyalistim” der. “Ben öğretmenim”, “ben marangozum” demez. Neden? Çünkü hep belirli bir ideolojiye bağlı olarak kurtarmak ya da kurtarılmak üzere yetiştirildiler de ondan.
Sosyal yaşantımızda çektiğimiz sıkıntıların çoğu, hep aldığımız bu eğitimin sonucu. Bir kere bunları görmek, bilmek lazım!
Meslek eğitiminde devlete egemen olan genel yaklaşım şu: ister öğretmen ol, ister hemşire; bir kere sisteme girdin mi mesleğin inceliklerini; nasıl idare edeceğini zaman içinde nasıl olsa öğrenirsin. Asıl olan, “iyi bir devlet memuru” olmak, yani çarkın sıradan dişlilerinden biri olmak.
Milli Eğitim’de stajyer öğretmenlere uygulanan temel eğitim programının içeriğine bakarsanız bunu açıkça görürsünüz. Sisteme yeni giren öğretmene sistem içinde nasıl davranılması gerektiği, kime nasıl itaat edeceği, temel sorumluluklarının ne olduğu müfettişler tarafından “usulünce” öğretilir.
MEB içinde hala teftiş ve rehberlik faaliyetleri birbirinden ayrılmadı. Merkez teşkilatı ile alt sistemler arasındaki ilişkinin bütün yükü müfettişlerin sırtında. Müfettişler düne kadar öğretmenlerin sicil amiriydi. Hem öğretmeni denetliyorlar, hem de öğretmenlere rehberlik hizmeti veriyorlar. Bu mümkün mü? Öğretmen, kendisini denetleyenden rehberlik hizmetini gönlünce alabilir mi?
Daha öğretmene rehberlik yapacak doğru dürüst bir organizasyon oluşturamadık MEB içinde. Üç kuruş maaşla öğretmen burnundan soluyor. Öğretmen bu durumdayken nasıl nitelikli eğitim versin.
2005-2006’dan beri bildiğiniz gibi “yapılandırmacı” programlar uyguluyoruz okullarda. Aradan altı yıl geçti. Yani “yapılandırıcı” programlarla 7. sınıftan itibaren eğitim gören gençler geçen sene ÖSS sınavına girdiler. Eğer programlar gerçekten “yapılandırmacı” ise bu öğrencilerin kendilerinden önce sınava giren arkadaşlarından daha başarılı olmaları gerekiyor değil mi? Peki o zaman nasıl oluyor da 2012 ÖSS sınavına giren öğrencilerde sıfırcıların oranı ile %10’luk dilime, yani en küçük başarı dilimine giren öğrencilerin sayıları geçen yıllara göre artıyor.
Bu başarısızlık programların içeriğinden kaynaklanmıyor. Bu programların içerikleri uygulamaya dayalı yapıları nedeniyle temel bilgilerin öğretiminde geçmiş yıllardakilere göre daha elverişliler, bu uzmanlar tarafından da belirtildi. Geriye ne kalıyor?
Sonuç ortada. Bu programlara uygun yetiştirilmedikleri için öğretmenler programlara uyum sağlayamamışlar. Devlete memur olmak için yetiştirilen öğretmen “yapılandırmacı” programı sınıfında nasıl uygulayacak. Kendini yapılandıracak fırsatı bulamamış öğretmen, öğrencisine bilgisini oluşturabileceği öğrenme ortamını nasıl hazırlayacak. Bu mümkün mü?
Demek ki neymiş; merkeziyetçi gelenekle “yapılandırıcı” program üretilemiyormuş. Programları öğretmene danışmadan yukarıdan belirler ve dayatırsanız, devlet memurluğu zihniyeti içinde uygulatırsanız. Olacağı bu.
Oysa bugün öğretmenin asıl görevi bilgi aktarma değil, öğrenciye bilgiye ulaşma, bilgiyi kullanma yollarını göstermek. Bunu yapabilmesi içinde öğretmenin lider olması, sınıfının lideri olacak şekilde yetiştirilmesi gerekiyor. Ancak lider özellikleri gösterecek şekilde yetiştirildiğinde öğretmen öğrencilerine gerçekten bir rehber ve yol gösterici olabilir.
Lider gücünü devlet memuru gibi atanmış olmaktan almaz. Bizzat öncülük ettiği kitlenin kendisine güvenmesinden, inanmasından alır. Devlet memuru bir kere atandı mı; bütün işi ona bağışlanan konumu korumaktır. Bu nedenle ortamdaki bir yeniliği konumunu sarsabilecek tehdit olarak görür. Tutucudur devlet memuru, risk almaz.
Oysa liderlik bütün zamanlar için bağışlanmış bir statü değildir. Lider, lider olmayı sürekli hak etmek durumundadır. Fırsatları iyi değerlendirmek, gerektiğinde risk almak zorundadır. Eğitimde esas olan devlet memuru değil, liderlik olmalıdır. Okulun başı da müdür değil lider olmalıdır.
Peki Eğitim Fakülteleri öğretmeni lider olarak yetiştirecek ortama, imkana, kadrolara, programlara sahip mi? Elbette değil.
Eğitim Fakültelerinde görev yapan öğretim elemanlarının çoğu, kendisini “eğitimci” olarak değil “alan uzmanı” olarak görüyor. Eğitim Fakültelerinde alanlarında akademik kariyer yapacak koşulların olup olmaması ile daha fazla ilgileniyorlar. “Matematik Öğretimi”, “Türkçe Öğretimi”, “Kimya öğretimi” gibi alanları akademik çalışma alanı olarak görmüyor, küçümsüyorlar. Bu da pedagojik boyutta bilimsel gelişmeyi olumsuz etkiliyor. Bunun sonucunda ortaya “lineer cebir” konusunda uzman, ama dört işlemi 3. sınıf öğrencisine nasıl öğreteceğini bilmeyen matematikçiler ortaya çıkıyor.
Bunun bir nedeni de YÖK aracılığı ile üniversitelere giydirilen deli gömleği. Üniversitelerde hiyerarşik bir yapı var. Ve bu yapı atamayla belirleniyor. Rektörler Cumhurbaşkanının, dekanlar rektörlerin, öğretim üyeleri dekanların, öğrenciler de öğretim üyelerin iki dudaklarının arasından çıkacak olan sözler ile belirleniyorlar.
Eğitim Fakülteleri, alanlarında uzman eğitimcilerin elinde yönetilmiyor. Öğretmenlik uygulamalarının okullarda kimin kontrolünde, nasıl yürütüldüğü belli değil. Eğitim Fakültelerinin ne örgütsel yapıları, ne eğitim kadroları ne de programları öğretmeni sınıfının lideri olabilecek şekilde yetiştirmeye uygun değil.
Kısacası öğretmen yetiştirme alanında da yaptığımız iş devletin insan yetiştirme politikasına uygun biçimde “memurlaşmış” insanlar yetiştirmek.
Ne yazıktır ki gerçek bu!
YORUMLAR
*Tuz kokunca olur böyle devreler!
Takla atan, takla döner "bu ne" der!.
İlk okulda sınıf geçmek serbestmiş,
Aklı olan yolda kalır, geçer o'nu deliler!. .......kadiryeter
*: Fare sidiği elektrik geçirir.
Saygıdeğer yazar, suyun temiz tutulması için en baştan başlayıp çeşmenin yalağına kadar korunmalıdır; bilirsiniz.
Emek verip paylaştığınız için, gönlünüze minnet duydum... Sağolun.
kadiryeter Kadir Yeter.
25 KASIM 2012 Merkez İlçe- TRABZON.
w.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=107830
aturer