- 640 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Schandmauer
Kaybedilmiş ve kazanılmış her şey, değişebilir. Var olan yok edilemediği gibi, yoktan da var edilemez. Herhangi bir bize yakın gelebilecek bir şeyi sahiplenme isteği de, ’öz’ de var olan ve saklanan bir soyutsallıktır. Tükenecek ve de eriyip, dökülecek bir bedene ait ömrü barış içerisinde var etmek ve devam ettirmekten başka ne gayretimiz olabilir ki bu dünyada?
Hep zamansız mı yaşamak zorundayım bazı şeyleri. O bazı şeyler ki önemli olunca, şaşırıp kalıyorum. Bazen oluyor o kadar yalnız ve müsait kalıyorum ki, hiç kimsenin aklına bile gelmiyorum. Bazen de sayısız şekilde duygu faksları altında bitkin düşünüyorum.
İşe girdiğimden beri aldığım yedinci maaş bu. İlk ay maaş vermediler. Yol masrafı ve yemek ücreti adında cüzi bir ihtiyaç listesi hazırlayıp, şirket muhasebecisine götürdüm. O ayı saymazsak, evet yedi aydır ayın biri olunca maaşımı alabiliyorum. Bu sefer evime teknolojik bir alet almak istedim. Bilgisayar pahalı geldi. Tüm paramı bilgisayar almak için vermem gerekiyordu. Bilgisayardan vazgeçtim. IBM bu işi son yıllarda çok iyi bir şekilde yürütüyor, ama benim tercihin Panasonic marka KK-T2632 model ev telefonu oldu. Reklamını gördüğüm an çok hoşuma gitmişti. Aynı anda birkaç kişiyle görüşebilme imkanı tanıyan bir telefondu. Genellikle iş yerlerinde kullanılmak üzere Türkiye’ye getirilmiş bir aletti ama evimde böyle kaliteli bir telefonunda olması hoş olurdu diye düşünüyordum. Ayrıca ben evde yokken gelen tüm mesajları da kaydedebiliyor. Düşündüm, kim bana mesaj bırakabilir? Bilmiyorum, 90’ların lanetine tanıklık etmek de geç kalmamam gerekiyor. Aslında yalnızlığın masallarında kendime ait bir yer seçmek için uğraşıyorum. Yorgunum.
Haberleri izliyorum. Yine Filistin-İsrail savaşından bahsediyor gazeteciler. Foto kameramanların sıralanmış görüntüleri arasında intifada bir millet, Mısır başkanı Mübarek kendi kafasına planlar yapıyor. Barış planları… Yaser Arafat’la Şamir hiç anlaşamayacak gibi demeçler verme peşindeler. Ama demeçlerin hiçbiri önemli değil. Haberleri sunan spiker son iki yıldır ölen 600’dan fazla insanın çoğunun çocuk olduğunu söylüyor. Bu hangi eli silahlı vampiri durdurabilir ki? Biliyorum, yalnızlar, yalnız kalmakla uğraş veriyor Filistinliler. Bir yanda zulme maruz iken, diğer yanda mağduriyet doğuran insanların şehirlerinde de kayıp bir birleşim, yalnızlık naraları az önce sokaktan geçen bozacı gibi bağırıp, duruyor. Rüyamda gittiğim ve alışveriş yaptığım dükkân kadar sahici her şey; yalnızlıkları! İki devlet de aslında o kadar çok yalnızlar ki, çözümsüzlük ve umutsuzluk insanlar için şanlı bir bröve hükmünde.
Aşırı sağcılar ve İslamcı radikaller için kutsal bir savaş kan akıtmak. Bilmiyorum, Yahudiler kendi başlarına, kendi yazdıkları kitaplarla bazı ayrıcalıklar dileniyorlar kendilerine. Gazaba uğramış bir milletin yapması gerektiği gibi, sırayla tüm pis irinleri boşaltıyorlar siyasetlerinden. En azından Müslümanlar ılıman olamazlar mıydı? Abdülhamit’in bedduası mı tutuyor Ortadoğu’da? Kan akıtmaktan çekinen, peygamberliği boyunca yaptığı savaşların hak arama ve kendilerini savunma olduğu düşünüldüğünde, Müslümanlar en azından peygamberlerinin hâlâ hak olan diniyle yaşadıklarını unutmamalılar.
Yorum yapan gazeteciyi tanımıyorum bile. Türkiye’de gerçekleşen protestolardan bahsediyor. Ortaköy Camisi yakınlarında toplanan radikalci Müslümanlar İsrail ve Amerika bayrakları yakarken, ‘kahrolsun İsrail’ diye bağırıp duruyorlar. Bizde 6. Filosuz yaşamayı seven, elma ısırıklı çok insancık var tabi! En azından daha memnun kalabilirdim hayattan diye de düşünüyorum. Giyotine gelirken çıkartılan bir gömlek var ve ölmeden önce hiçbir insan eşitlenemiyor. Tanrı’nın âdeme verebileceği en büyük lanet bu olmalı! Yine bir başkasının barışı, mutluluğu kıskanılmamalı diye düşünüyorum. Çetrefilli yaşamak; sabah doğmak, akşama sabah doğduğun gibi kalamamak!
Ağzım kokuyor. İçi kokmuş kadınlar geliyor nedense böyle anlarda. Küçükken bu terimi çok kullanırlardı. Erkek altmış beş sonrasında içi kokuşmaya başlarken, kadın için bu ellili yaşlardı. Garipserdim elbette, daha sonra ne demek istediklerini anlamıştım.
Canım sıkılıyor. Resim yapmak istiyorum, ancak burun akıntısından dolayı adamakıllı nefes dahi alamıyorum. Geçen gün postacı Bedri abinin getirdiği kitap birden aklıma geldi. Sahi ne yazıyordu o kitap da?
Bir dram, trajedi, komedi, polisiye yoksa mı melankolik bir Freud takıntılı kitap mı bu? Cildinin uygunsuz resmine gözüm takıldı. Geçen gün okuduğum dergideki Tanju ile Hülyanın aşkı aklıma geldi. Sakallı bir adamın dahi balerin elbisesi giyip, eğlence adı altında maskeli bir parti… Hayatım boyunca her şeye alışabilmekten ziyade, katlanabilme politikasını uyguladım. Ama yalnız başına hiçbir siyasetin yürüyemeyeceği de aşikâr! Menkul bir borsanın düşük kurunda ilerleyen saatleri gibi şu medya! Her an patlama yapabileceğini zannediyor ama aslında fos olmaktan başka bir şey değiller. Kaybediyorlar, sihirli olan tek şey para kazanabilme becerilerini kaybetmemeleri. İşin komiği ise, medyayı kovan ve ondan uzaklaşmak isteyen ünlü, medyaya muhtaç… Gösterilmese de, duyurulmasa da, afişlerde, gazetelerde, dergilerde basılmasa resimleri, röportajları, nasıl halkın zihnini meşgul edebilirler ki?
Tanju diyor ki: ‘Bence basın sanayi oldu. Artık basın için bir tek amaç var. Para kazanmak. Yazdıklarının sadece yüzde 20’si doğru. Geriye kalan yüzde 80’i yalan dolan. Mesela yarın gazeteleri açıp benim ağzımdan mutlaka şöyle bir laf yazılmıştır. ‘Schumacher’in kalede olmaması benim için avantaj. Daha neler demişimdir kimbilir? ‘Peki bunlarla niye uğraşmıyorsun’ derseniz, Sayın Başbakanım, şimdi cumhurbaşkanı oldu, uğraşamadı. Ben nasıl uğraşayım? ‘
Saçmalık hepsi! 90’lı yıllara girdiğimiz şu zamanda daha mantıklı şeylerden bahsedemez mi insanlık? Duvarın yıkıldığı gün, TRT’de özel bir yayın hazırlamıştı. ‘Schandmauer’i anlamak zor, çok zor. Ama biz de biliyoruz ki, gurbetçi vatandaşlar olarak da olsa, bu sadece Almanya’nın değil, tüm dünyanın barışı için atılan büyük adımlardandır.’
Irkı, hayvanların türü gibi değişkenliğe maruz bırakan insanların hesabını sormayalı ne kadar çok olmuştu değil mi? Hâlâ göç, yine göç! Geçen gün yüzlerce Türk vatandaşının Kapıkule’den, İpsala’dan, Dereköy’den geçişini radyodan dinlemiştim. Dünyayı hayali barışa götüren bir göç hikâyesini birkaç kilometre ötede biz yaşıyoruz. Fakat aklıma Yeniçeri geliyor. Sarışın, renkli gözlü erkek çocukları çocukluğundan beri alınıp, yetiştirilmesi ve imparatorluğa gerekli tüm desteği sağlayan insanlar! Aslında tembel bir milletiz. Anadolu insanı olarak böyle düşünmek ne kadar doğru yanlış olur bilmiyorum ama tembeliz. 77’den berri bu yana on seneyi geçkin bir zaman içerisinde TOFAŞ’da çalışan Macırları görünce, anlıyorum ki; bu adamlar ülke değiştirip geliyorlar ve çalışıyorlar. Bundan yirmi yıl sonra denecek ki, böyle fabrikalarda sadece göçmenler çalışıyor, iş buluyor, birbirlerini kayırıyorlar. E, adam, kadın ta önceden gelmiş buraya; sahiplenmiş kendi işletmesi gibi. Bırak da evladına, yeğenine imtiyaz sağlasın. Mı?
Bu kitap okuma işini başka bir güne de bırakabilirim. İnsan bazen ispritizmacılık yapmaktan da memnun kalmayabiliyor. Ayaklarımı bağdaştan öte bir şekilde koltuk da birleştirence, rahatsız oluyorum.
Birden abim aklıma geldi. Benden on yaş büyük abimin yeni evlendiği gün aklıma geldi. Burnumu çekerken, başımı havaya doğru kaldırıyorum arada ve sonra daha fazla kanın beynime gitmesi için koltuktan aşağıya doğru başımı sarkıtıyorum. Ayaklarıma giden kanı ise, koltuğa 135 derecelik bir açı ile ters döndürerek vücudumu, hayal etmesi zor bir pozisyonda nefesimi açacak beyinsel aktiviteyi arttırmaya çalışıyorum. O gün yengem eve ilk geldiğinde aynanın karşısına geçmiş ve inanılması güç miktarda gülücüğü aynaya bırakmıştı. Sevimli bir kadındı. İnsanlara pozitif enerji dağıtıyordu. Biraz daha nefes almam normale döndü, evet! Ellerindeki kınaları görünce, ben de gülümsemiştim. Lise sona geçmiştim ve haylazlığımın en tavan yaptığı zamandı. Dört gün boyunca annem, babam, iki kız kardeşim ve ben, ablamın evinde misafir kalmıştık. Düğün için gerçekten de çok masraf yapılmıştı. Bizimkilerin abimi balayına tatil yöresine gönderebilecek güçleri kalmamıştı. Ablam çok ciddi bir insandı ve onun yanında kadınlar hakkında edinebileceğim bilgi yok sayılacak kadar azdı. Ancak yengem öyle değildi. Balayı günlerinin ilk dört günü geçtikten sonra, eve geri gelmiştik. Bizimkiler abimle yengeme köşedeki odayı yatak odası olarak hazırlamışlardı. Evin en uçtaki odası bu oda olduğu için, daha rahat olabilirlerdi.
Zaman geçtikte yengeme daha fazla ısınmıştım. Çalışkan bir öğrenci değildim, ama tembelde sayılmazdım. Klasik lise öğrencisi olarak, sınav öncesi bir-iki saat dersime çalışır, sınava girerdim. Fakat beni rahatsız eden şey, insanlarla muhabbetim olmasına rağmen yine de gerçek manada bir kız arkadaşı edinemiyordum. Karma bir lisede eğitim gördüğümüz için şanslı olarak sayılmamıza rağmen, yine de kız lisesi önünde toplanan erkeklerin, bizim gibi sefillerden daha çok sevgili yapma şanslarının olduğunun da farkındaydık!
Yengemin amcası Almanya’da Köln şehrinde ailesiyle yaşıyordu. Tek yeğen olduğu içinde yengem kendisinin şanslı olduğunu söylerdi. Çekirdek çitleyip, balkonda çay içtiğimiz geceleri şimdi nasıl da özlüyorum! Of!
Kimi zaman yengeme amcasından mektup gelir ve bu mektubu almak için beraber postaneye giderdik. Bir gün postaneden mektubu alıp, parkın birinde oturmuştuk. Bana bakıp gülümseyen yengemin halimden anlayabileceğini hiç tahmin etmediğim için, anlamsız bakışlarımla ona ve çevreme bakmaya devam ediyordum. Mektubu açıp, okuduğumuzda, amcasının ikinci marketi açtığını ve eline daha çok mark geçeceği için, bize de hediye gönderme konusunda cömert olacağını söylemişti. İstediğin bir şey var mı diye defalarca sormuştu, ancak ‘hiç’ demekten başka bir şey diyememiştim.
Abim tüm gün çalıştığı için, yengem evde anneme yardım ettikten sonra, odasına çekilir, kitap okurdu. Aslında liseyi bitirdikten sonra üniversiteye gidecekmiş, ama hayat her şeyi yapmamızı istemeyebiliyor. Babası öldüğü için üniversiteye girmemiş ve abiminde çalıştığı fabrikada çalışmaya başlamış. Abim evlendikten sonra yengemin çalışmamasını istediği için, tüm gün evde anneme yardım edip, kitap okumalarına devam ederdi. Hatta abim tarafında da teklif gelmiş, üniversiteye tekrardan girmek için arada eski kitaplarına bakıp, hazırlanıyordu.
O gün yine okuldan kaçıp, arkadaşlarla atari salonuna gitmiştik. Kanal altında sigaralarımızı içtikten sonra, ‘sipahi’ lakabını taktığımız Levent arkadaşımızın getirdiği dergilerden üçer-beşer alıp evlerimize dağılmıştık. Dergilerin görünmemesi gerekiyordu. Kapağındaki kadının resmi bile, ne yapmak istediğimizi açıklar cinstendi. Kimi zaman abimle böyle muhabbetler yapmak istesem de, onun genelde işi ağır ve yorucu olduğu için, muhabbet faslını yengemle yapardık. Ama ona bu konuları açmaya cesaret dahi edemezdim. Çünkü duyduğumuza göre, yabancı ülkelerde videokasetlerde tam da bizim istediğimiz şeyler vardı ve millet evine izleme cihazı alıp, rahatça kasetlerdeki videoları izleyebiliyorlardı. Bize de düşen bu dergilerdi. Yine de tahrik olmamız için fazlasıyla yeterli oluyordu.
Kapıyı annem açmıştı. ‘Feriha teyzenlere gideceğim oğlum’ dedikten sonra, ona tamam manasında başımı salladıktan sonra, odama geçmiştim. Kız kardeşlerimde okulda olduğu içim rahattım. Hemen defteri ve eski, dökülmeye yakın bir tarih kitabını bez dolabın üstüne koyduktan sonra, koltuğun kenarına geçmiştim. Gençliğin verdiği heyecanı akıtacak başka hiçbir şeyimiz olmadığı için, yaptığım bu şey o kadar normal geliyordu ki! Büyükler saatlerce oturup, darbe olur mu olmaz mı; ‘Kenan Evren Paşa başa gelsin de, düzelsin bu ortam’ diye muhabbetler yapıyorlardı. Bunları düşünecek halim yoktu. Bir an evvel bu işi halledip, banyomu yapmak istiyordum.
Dergiyi açarken dahi elim titriyordu. İlk birkaç sayfasında irili ufaklı resimler vardı ve yanlarında, köşelerinde ünlü filozoflardan alıntılar vardı. Böyle konulu porno dergileri kaçak yoldan iyi satış yapmaya başlamıştı. Sayfalarda ilerledikçe, heyecanımı kontrol etmede güçlük çektiğimi hatırlıyorum. En son ateşli bir Avustralyalı güzelin resmine geldiğimde, ‘işte bu’ demiştim. Yirmi- yirmi beş saniye geçmemişti ki, konu mankenimin üzerine yayılan sıcak ve yapışkan suyun bedenime verdiği rahatlamayı hissetmeye başlamıştım. Gerginliğim azalmıştı ve gözlerimi açmadan önce, nefes alışverişimin sesini duyabiliyordum. Ama ansızın kapının gıcırdayan sesin duyunca, gözlerim açılmış ve refleks olarak derginin üzerindekini pantolonumun içine koymuştum.
Gelen yengemdi. Derginin kapağını da kapatıp, kendime göre işimi gizli yaptığımı sanan bir ergendim. Ancak o anda diğer dergileri alıp, koltuğun arkasına atmama rağmen, içine boşaldığım dergiyi heyecandan unutmuştum. Yanıma doğru küçük adımlar atarak geliyordu, ancak gülüşünden bir şeyler anladığına dair izlenim yaratıyordu.
-Ne yapıyorsun canım?
-Hiç, hiç yenge! Okuldan geldim de, terliyim biraz.
-Hım, belli. Yine kaçtın sanırım okuldan?
-Sakın söyleme bizimkilere.
-Aşk olsun, söyler miyim hiç? O dergiyi sen mi aldın?
Birden içine boşaldığım derginin yanımda olduğunu görünce, afallamıştım.
-Şey, şey o dergi evet yenge.
-Hım, playboy mu?
-Playboy derken yenge?
-İsmi diyorum, dur ben bir bakayım.
-Yenge hayır, boş ver, bakma…
-A a, üstüme iyilik sağlık. Yemeyecem canım dergini, bir bakayım güzel mi kadınlar.
Hayatımda en çok utandığım an, o andı. Derginin kapağını açtıktan sonra, iç sayfalarda doğru teker teker yengem ilerliyordu. Derginin içinden gelen kesif koku, beni bile rahatsız ederken, o hiçbir koku almıyormuş gibi rahattı. Ara ara ‘vay, bu manyak işte, o ne canım, yuh gerçek mi bunlar, çok kıllı, çok sarı, siyah’ gibi kelimeleri duyabiliyordum. Tepkisini garip bir şekilde inceliyordum. Ta ki o sayfaya gelinceye kadar yine de bir ergen rahatlığı içerisinde olan ben, o sayfanın arasına boşalttığım spermlerinden dolayı açılmayan iki sayfadan dolayı utanç içinde kalmıştım. Yengem iyicene zorlayıp, yağlı dergi sayfalarını açabilmişti. Avustralyalı güzelin sırtına doğru yayılmış spermler görmek bile istemiyordum. Ancak yengem beni iyice yerin dibine sokacak hareketler yapıyordu. İşaret parmağını Avustralyalı güzelin sırtında gezindiriyordu. Resim iki sayfalık olduğu için, resim büyüktü. Parmağını burnuna doğru götürüp, kokluyordu. Baştan beri her şeyi anlamış olsa da, o da oyun peşindeydi.
-Gerçekten de sırtına boşalmışsın.
-Ne, anlamadım yenge?
-Yeme beni canım. Ben de senin yaşadığın zamanları yaşadım. Belki ben bir kadınım, sizden farklı gibi duruyoruz ama ben de senin yaptığım gibi yapardım.
-Ne yapardın yenge?
-Ne yapacam canım, senin bu yaptığını işte.
-Bu yaptığım derken…
-Of canım, biliyoruz ikimizde ne yaptığını. Gençsin, tam her şeyi dolu dolu yaşadığınız zamanlar. Ancak hayat şartlarımız belli. Kendinizi farklı bir ortamda gösteremiyorsunuz. İçindeki coşkuyu atamıyorsunuz. Böylede, tüm heyecanınız kadınlar üzerinden gidermek zorunda kalıyorsunuz. Kadınlar derken, resimlerden, kasetlerden…
-Sen nasıl yapıyordun ki yenge?
Bu hayatımda sorduğum en utanç verici ve saçma bir soruydu. Bilmemek ayıp olamazdı, ama bana bunları öğretecek birinin yengem olması benim için çok kötü bir duyguydu. Yengem rahat bir insandı ve bu konularda konuşma içildiğinde pek rahatsızlık hissetmiyordu. Hatta anlatacağı şeyler için pek de sabırsız gibi duruyordu.
-Resimde gördüğün gibi her kadının işte! Kız lisesinde okuyorum ve çıkış kapısına geldiğimizde onlarca erkeğin sevgilisini veya sevgili yapmak için orada beklediğini biliyorduk tabi. Erkekler genelde romantik takılmaya çalışırlardı. Kimi zaman çiçekler, şiirler havada uçuşurdu. Ama biz kadınlar aslında bunlara pek takmayız. Bir kadın erkeklerden çiçek, şiir, havalı bir arabayla gezinti, lüks bir lokantada yemek veya farklı bir şey, beklemez asla!
-Ne ister yenge?
-Ne ister canım biliyor musun? Sahiplenilmeyi ve gerçekten istenildiğini duymayı! Abinin beni nasıl tavladığını biliyor musun?
-Gerçektende bilmiyorum. Nasıl olmuştu ki?
Boşaldığım sayfaya ayraç olarak işaret parmağını koyup, dergiyi kapatmıştı. Karşımdaki koltuğa geçip, gülümsemişti. Akıllı ve zevkli bir kadının konuşması, sohbeti gerçekten insanın hiç canını sıkmıyordu. Anlatıyordu.
-Birkaç kez yemekhane girişinde rast geldik. Benim çalıştığım bölüm, abinin çalıştığı yere göre biraz uzaktı. Sonraları abinin uzun bakışlarına rast geldikçe, onun muzip ve sevimli gülüşüne gülümseyerek yanıt verip, hızla oradan uzaklaşıyordum. Bir gün yemekhane çıkışında bir elin omzuma hafifçe değdiğini hissettim. Abindi. Kâğıt peçeden güle benzer bir şey yapmış ve bana uzatıyor. Gözleri o kadar etkiliyordu ki beni, konuşamamıştım. ‘Seninle fabrika çıkışında görüşmek istiyorum.’ Ya hayır deyip, kral gibi bir adamı kaçırmış olacaktım ya da evet deyip, işte bunları yaşayacaktım.
-Evet dedin yani.
-Tabi ki evet! O gün fabrika çıkışında beni pastaneye götürdü. Sadece çay içebildik. İkimizde heyecanlıydık, ama abin çok kararlıydı. Ellerimi avuçları içerisine aldı ve ‘seni seviyorum’ dedi usulca. O günden sonrada işte bu evliliğin tohumları atıldı. Bana sahip olması, beni sevmek için kendini kılıktan kılığa sokmayışı etkiledi. Ve biliyorum ki çoğu kadında böyle düşünüyor.
-Senin gibi akıllı kadınlar demek istedin sanırım yenge.
-Akıl? Akıl her şey değil canım! Belki kavrama becerisi ve hayatı süzme diyebiliriz.
Tekrardan dergiyi açmıştı. Avustralyalı güzelin sağ üst köşesinde, yine ünlü bir söz vardı. Nietzche’nin bir sözüydü. Yengem güzel tonlayarak, o sözü okumuştu. ‘Pek uzun süre köleyle zorba gizlenmiştir kadında. Bu yüzden kadın henüz dostluğa yeterli değildir. O yalnız sevgiyi bilir. Kadının sevgisinde, sevmediği her şeye karşı haksızlık ve körlük vardır.‘
Yengem dost değil miydi? Sanırım hem sevişip, hem de beraber olan erkek ve kadından mı bahsediyordu Nietzche? Bazen ünlülerde yanılabilir elbet. Evli olmayıp bir kadından dost da olabilir, onunla evlenip onunla yine dost olarak da kalınabilir. Saçmalıyordum kendimce. Yengem dergiyi ‘tut bakalım’ deyip, bana doğru fırlatmıştı. Ayağa kalkıp, kitabını eline almıştı. Gülümsüyordu. İlk geldiği gün gibiydi. Ellerinde kına yoktu sadece. Yine o tatlı gülümseyişi vardı ve yine taşı gediğine koymadan yanımdan uzaklaşmayacaktı.
-Canım, fermuarın açık kalmış. Dikkat et izinsiz giriş çıkış olmasın!
Beynime yeteri kadar gitti sanırım. Nefesimi açamadığım gibi, hatıraları canlandırmak da insanı mahvediyor. Bu utanç verici olaydan başka, herhangi bir şey olmadı. Yengemle o günden sonra daha samimi sohbetler yapabiliyorduk. Benim tavladığım ilk kız için tüm tüyoları ondan alıyordum. Bir gün odasının kapısını tıklattığımda, ağlama sesinin içeriden geldiğini fark ettim. Korkmuştum. Kötü bir şey mi oldu acaba diye merak ediyordum. Anneme sormuştum. Oğlum, yengenin amcası yoğun bakımda, abin ve yengen Almanya’ya gidecekler dediği an, gülen gözleriyle beraber yengemi çoktan özlemeye başlamıştım bile. İki gün sonra işlemlerini acil tamamlayıp, Köln’e doğru yolculuk yapmışlardı. O yolculuk her şeyin sonu gibiydi. Almanya’ya giden abim ve yengem, oradan artık geri dönüş yapmayacaklarını, abimin çoktan bir fabrikada işinin hazırlandığını ve yengemin de orada kalmaya sıcak baktığını söylemişlerdi. Bir yanımı da koparıp gitmişlerdi. Yengem gittikten sonra kendimi hep yalnız hissettim. Üç yıl sonra tekrar geldiler gelmesine, ama artık hiçbir şey eskisi gibi değildi. Benim utanç duvarım yer yer yıkılmış ve artık heyecan verici tüm hikayeler, solmaya yüz tutmuş ağaçlar kadar olgundu.
Pencereyi açsam, hava sirkülasyonu olsa da, temiz hava alıp rahatlasam az! Kitap okumak için var olan isteğim sanki geri geldi, ancak böyle iyi. Radyoyu açar, az müzik dinler, uyurum. Gözlerimin kapanmaya yakın kıyısında ayvaini mağarasından çekilmiş meme sarkıtlar da eskiye özlemi anımsatır gibi.
En iyisi şimdi kalkayım ayağa da, burnumu silecek bir şeyler bulayım.
YORUMLAR
Emeğe değmiş...
Yalın ve anlaşılabilir olması,ayrıca bir çoğumuzun içimizde susturup oturttuğumuz yaramaz delikanlının anılarını okudukça anımsadığımız hatıralarımız eskiye...o gençlik günlerimize götürdü beni.
Keşke orda bırakıp dönebilseydi ya...
Ömür bedene ait derken kastettiğinizin "bedenin var oluşuyla yaşanan hayat" ı kastettiniz ise doğru. Dünya yaşamı bedenin var olması ile başlar ve "ölüm" denilen "Uyanış" ile bitmiş olur.
Ancak asıl olan "biz" ,yani "ruh" tur.
Beden bizim dünya işlerimizi yerine getirebilmemiz için giydirilen elbiselerdir.
Ve bir gün işi biter, sırtımızdan çıkartılıp ,etrafı rahatsız etmemesi,mikrop yaymaması için topraga gömülür.
"Radikaller ve İslamcılar için kutsal bir savaş kan akıtmak" cümlesini tam anlayamadım doğrusu.
Müslümanlar için kutsal savaş "Cihad" ın sadece kan akıtmakla olmadığını biliyorum. Kan vermekle ve dini yaşamakla da olduğunu biliyorum. Cihad-ı ekber olarak tanımlanan daha makbul ve sevap değil mi?
Vesselam yazınızı umarım çok okuyan olur.
Okunması gereken üstünde düşünülmesi ve tartışılması lazım olan hususlar var.
Selam ve saygı ile...