Yağmur
Yağmurun da hisleri olur muymuş demeyin, var elbet. Olmalı mutlaka; doğrusu da bu zaten. İncittik onu. Yoksa başka nasıl açıklayabilirdik ki yeşile bunca özlem duyuşumuzu?
İnkâr edemeyiz: Açgözlü ve nankörüz. Bencilliğimizin bir sınırı yok. Günde üç kez yağmur duasına çıkan kabileme göre bu huylarımızla tanrıları oldukça kızdırmış ve bıktırmış olmalıyız. Fakat bana sorarsanız safahat düşkünü tanrıların bizi aldırdıkları bile yok, sorun şu: Fazlasıyla hassas ve kırılgan olan yağmuru incittik ve sinirlendirdik. Öylesine ki sonunda ölümlerden en acısına ve en ağır ilerleyenine mahkum etti bizi. Şüphesiz bir anda bu noktaya gelmedi durum. Asırlarca sabretti yağmur. Asırlarca direndi. Asırlarca hoşgördü bizleri. Ama anlayamadık hiçbirimiz. Ve halen anlamamakta ısrarcıyız. Oysa anlatmaya çalıştım kabileme: “Sorun tanrılarla ilgili değil,” dedim: “sorun yağmurun kendisiyle ilgili, incittik onu, fakat henüz vakit varken tekrar kazanabilirz sevgisini.” Ama kimse dinlemek istemedi bir delinin sözlerini. Kafaları tanrılara kendimizi affettirmemiz gerektiği konusuyla o kadar meşguldü ki, kimse düşünemedi yağmurun da hisleri olabileceğini. Ve şimdi her şey için çok geç artık. Yağmursuz geçirdiğimiz üçüncü yıl bu. Yeryüzündeki son su damlasının da kurumasına ya da tüketilmesine çok az kaldı. Kabilem doğru teşhise yanlış tedavi uygulayan kafası bulanık bir hekim gibi. Ne herkesin her şeyden vazgeçip birkaç damla yağmur için günde üç kez duaya duruşu, ne tanrılara sunulan kurbanlar ve bakireler ne de sonunda kabilemizin ileri gelenleri arasında sağlanan barış ve kader ortaklığı… Hiçbiri yetmeyecek yağmuru geri getirmeye. Onu incittik çünkü. Ve o artık yok.
İşin en kötü yanıysa şu: Ancak yağmuru kaybettikten sonra farkına varabildik…
…onsuz yaşayamayacağımızı…