- 452 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Yumuşatan Gölgeler
Nasıl bir duyguydu ki, en kıpırtısız an’ında bile hemen ele veriyordu kendini? O genç oradakilerden sadece biriydi görünürde oysa. Zamana kafa tutmaktan vazgeçmiş; saniyeleri, dakikaları cömertçe saçarak öylece oturan… Yüreğini acıtan bir şey yanıp yanıp sönmeseydi gözlerinde, diğerlerinden hiçbir ayrımı kalmayacaktı.
Diğerlerinde olmayan bir dolup taşma vardı benliğinden. Oturduğu yerden çok ötelere giden bir yanı… Ona bakan orada boş boş oturan biri demezdi kesinlikle. Oturmak çok başka bir şeydi çünkü. Onun yaptığı şeyin içinde çok küçük kalan... Evet, bir yanıyla o da ötekiler gibi oturuyordu o sandalyede. Ama oturmayan, o kızın peşinden giden, seven, canı yanan, yaşamın en orta yerinde yalın ayak koşan o yanı o kadar büyüktü ki!
İşte gözlerine bakan da onu görüyordu hemen. Yaşayan, kanayan, var olan… Bu yüzden onu seyrederken kıpırtısız, anlamsız bir bedene bakar gibi bomboş olmuyordu için. Yolculuklara çıkıyordun başka başka yerlere. O kız onu öyle yerlere sürüklüyordu ki, peşinden giderken yüzünde aylar, yıllar geçiyordu birden; uzak dağlar, şehirler aşılıyordu.
Yeterince yürümüş gibi, nefesi tükenmiş bıraktı kendini sandalyenin arkalığına. Bir sigara yaktı. Şimdi gerçekten buradaydı. Sırtı acıyordu. Ayakları uyuşmuş, buradan gittiği o dakikalar boyunca gölgede kalan yanı varlığını haykırmaya başlamıştı. Ne zordu O’nsuz kalmak! Zümrüt gözleri ışıtmadan dünyasını, minicik elleri bir şeylere dokunmadan… O olmayınca kocaman ellere göre var oluyordu sanki her şey. Dünya erkeklere ait kabasaba bir yere dönüşüyor, oturduğu yer acıtır oluyordu.
Ama O’nunla olmak da başka türden acılara salıyordu benliğini. Hep hayallerde kalmaya mahkum bir sevdanın gerçeğe yenik düşmesinin hikayesiydi gözleri. Onlardan kaçabilmek için başka gözlere ihtiyacı vardı. Birçok genç kız vardı kafenin bahçesinde. Canını yakmayan bir gerçeği yaratmasına yardım edebilecek birsürü minik el… Çok hoş kaçmıyordu belki böyle bir arayışa girmek. Ama kötü bir niyeti yoktu ki! Olsa olsa birer çay içerlerdi karşılıklı. Birlikte kelimelerden, sandalyenin sert temasını hissetmeyecek kadar içinde kaybolabilecekleri yepyeni anlar örerlerdi. Hatta belki karşısındaki kız ona sevgilisinden bile bahsederdi, kimbilir? Onu abisi ya da arkadaşı yerine koyar, dost bir omuz bulurdu varlığında.
Ya da beklenmedik yerlere varırdı sohbet. Ona o zümrüt gözleri hayallerinden kovacak kadar yüreğine işleyen bir çift göz armağan ederek… Etrafına göz gezdirdi. Az öce düşündüklerini hayata geçirecek bir masa var mıydı? Kaçamak bir bakış ya da pembe yanaklar görünümünde kendisine uzanan bir çift el..? Birden o kızı gördü duvarın yanında. Sanki yok olmak ister gibi sinip kalmıştı o köşede. Önündeki fincana bakıyordu. Belki de aklından geçenleri fark etmişti. O yüzden saklanıyordu böyle. Aradığı o bir çift göz olmaktan kaçarak…
“Pardon, bir şey sorabilir miyim?”
İşte böyle başladı yeni hikaye. Gerçeğin ta içinde, yumuşatan gölgeleri böyle yarattı o sırtı acıyan, bağrı yanık genç. Genç kızın pembeleşen yanakları o çiğ ışığa ilk gölgeyi verdi. Tüm yaşlı yüzler gençleşti, örtüdeki leke görünmez oldu. Sonra sesinde akan o billur su o yumuşamayı daha da derinlere serperek hayalleri de kattı içine. Ve o zümrüt gözleri de… Kız gencin kalbindeki sızıyı yok etmeye ahdetmişti sanki. Daha bu masaya gelmeden önce, o sandalyede ruhunu bambaşka alemlere salarken, belki de bir çift göz çoktan akmıştı bile gencin kalbine. Bu yüzden kız onu masasına böyle rahat buyur edebilmişti… Ve titrek ellerinden beklenmeyecek kadar gözü kara onunla konuşmaya başlamıştı sonra.
Uzaktan uzun uzun seyretmişti onu. Sigarasını yakmadan önce gittiği o diyarları dolaşmıştı yüzünde. Sokaklar, evler çok net seçilmese de çok belirgin bir şey vardı orda: Bir yürek yangını… Genç kız durumu tam olarak bilmese de anlıyordu: Karşısındaki bu genç bir zamanlar bir kızın ellerinden tutmuş, onu hayatındaki diğer gerçekler arasına katabilecek kadar ‘gerçek’ kılabilmişti. Ama bir an gelmiş, hayat en büyük gerçeğini fırlatıp atmıştı diğerlerinin içinden. O kızı dünyasında ancak bir hayal olarak kalmaya mahkum ederek…
İşte bu yüzden genç kız O masasına geldiğinde hiç de rahatsız olmadı. Çünkü biliyordu; gencin tek dileği yüreğindeki o onulmaz acıyı haykırmaktı sadece. Kelimeleri aşkını anlatan şifrelere dönüştürüp görünürde bambaşka şeylerden söz etse de aslında içinin yangınına bir avuç su serpmek…
İkisi de başta bilmiyordu, bu sohbet nerelere götürür onları… Ne kadar derinlere iner? Beklenmedik bir dönemeçte aniden bir şey beliriverecekti sanki. İkisi de onu bekler gibiydi. İçlerinde garip bir telaş, kendilerini öylesine bırakmışlardı sohbete. Aslında konuşmaya onlardan çok önce bedenleri başlamış, çoktan o dönemeci geçmişti. Aradıkları bir şeyi bulmuşlardı orda. Ne olduğunu tam çözemeseler de tenlerinde hissedebiliyorlardı. Küçücük bir kıvılcım tutuşturmaya yetmişti içlerindeki yangını. Kız birden öyle bir bakmıştı ki gencin gözlerine! Öyle içerilere, her şeyi görerek… Alevler parlamaya başlamıştı hemen. Önceki tüm yangınları içinde kaybederek… Acıtan, kahreden her şeyi küle çevirmişti.