- 1740 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Akrepler ve yılanlar
Akrepler ve yılanlar.
Küçükken ben ya çok korkusuzdum, ya da ben küçüklüğümde korkunun ne olduğunu tam olarak bilmiyordum. Ya da ben küçüklüğümde çok haylaz çok yaramaz biriydim.
Benim çocukluğumun geçtiği zamanlarda bizim yazın göçtüğümüz bağlarımız bahçelerimiz vardı.
Buralara yaz aylarında bu yerlere bizler her yıl yaz bahar ayları gelince muntazaman göç ederdik.
Bahçelerde mandal, mandal evlek, evlek ekip diktiğimiz sebzelere bakar yetiştirirdik.
Hem de, yaz aylarında bahçelerdeki ağaçların serin gölgelerinde çağlayan derelerdeki suların sesleri içinde sıcak yaz günlerini geçirirdik. Derelerden akan suların seslerini dinleyerek, yetiştirdiğimiz sebze meyveleri yiyerek her yıl sonbaharı getirirdik.
Bizim bahçelerde eskiden ağaç pek çok olurdu.
Özellikle de bahçelerimizde ceviz ağaçları, ve ona benzer oldukça çok meyve veren ağaçlar olurdu.
Bir de bizim bahçelerin, kenarlarında su arıklarının geçtiği yerlerde kereste yerine kullandığımız bol miktarda sıra, sıra dizilmiş Selvi kavaklarımız olurdu.
Bahçelerimiz genelde arazinin çok engebeli olması yüzünden, mandal, mandaldı ve aralarında taş duvarlar vardı.
Ve bu mandalların toprakları da, çok taşlı mandal araları da taş duvarlar olduğundan, yaz aylarında hangi taşı kaldırsan altından pabuç gibi sapsarı zehir saçan akrepler çıkardı.
Özellikle de ören yerlerindeki yıkıntı taşların altında her yerden çok daha fazla akrepler olurdu.
Ben bu herkesin yakınına yaklaşmaktan bile çok korktuğu bu zehirli hayvanları neden bilmem küçükken kızdırmayı çok severdim.
Onu taşların altında bulduğum zaman, kavak ağacının hemen kabuğunu soyar, elimde bir maşa ya da maşaya benzer bir şeyle bu hayvanı tutar, soyduğum kavak kabuğunun üstüne koyardım.
Ve sonra da bu hayvana üstünden bastırarak kaçırmadan eziyet etmeye başlardım.
Adeta bu zavallı hayvanı orada üzerine basa, basa deli ederdim, onu çıldırtırdım.
Canı yanan bu zavallı hayvan, bana bir şey yapamayınca bütün hıncını benim yerime üstüne bastırdığım maşaya ya da ona benzer şeye doğru kuyruğunu kıvırırdı. Sonra da onun üzerine sap sarı zehrini boşaltmaya başlar kendince zarar vermeye öldürmeye başlardı.
Boşalttığı zehirler, ağaç kabuğunun üzerinde sapsarı toplanırdı.
Şimdi ben bunları hatırlıyorum da, ben bunlardan o zamanlar nasıl korkmuyordum anlayamıyorum.
Oysa o zehrin tek bir damlası bile, bir insanı birkaç saniye içinde öldürmeye yeter de artardı bile.
Bu ürkütücü korkunç miktarda zehre sahip hayvanı, daha sonra bıraktığımda o kadar hızlı kaçardı ki, kaşla göz arasında bir anda en yakın taş duvarların içinde kaybolur giderdi.
Ya da bunlara hiç eziyet etmediğimde ses çıkarmaz kimseye zarar vermezdi kendi haline yaşardı.
Onlara hiçbir şekilde dokunmadığımda kimseye zararı olmayan taşların altında duvarların içinde kendi kendine yaşayan bir hayvan olurdu bunlar.
Bunlar zarar verseler bile, zararı sadece kendilerine zarar verenlere yaparlardı.
Bunlardan başka bir de bizim oralarda yılanlar vardı, onlar da çoktu bizim oralarda.
Onlar da bizim oralarda, otluk yerlerde taşlık yerlerde, ören yerlerinde, ya da mezarlık içlerinde kendi alemlerinde yaşadıkları doğal ortamlarında gezer dolaşırlar, avlanırlar yaşarlardı.
Onların sıcak yaz günlerinde oynayışlarını ve sonra birbirlerine sarılarak kimseden korkmadan kaçmadan ayakta sevişmelerini az seyretmedim.
Ama ben onlara hiçbir zaman dokunmazdım onlara dalaşmazdım.
Ve onları hiçbir zaman öldürmeye de, kalkmazdım.
Çünkü benim rahmetli babam derdi ki
“Oğlum yılana dokunmayan bin yaşasın” diye bir söz vardır.
Sen ona dokunma ki, sen de yaşa, o da yaşayasın. Derdi devamlı.
Çünkü bana anlattıklarına göre bir yılanı özellikle de, çiftleşme zamanında öldürürsen mutlaka sana kin tutar yılanın eşi bir gün gelir seni sokardır derlerdi.
Sanırım bu sözün bende çok etkisi oluyordu ki, yılanlarla ne kadar yaramaz da olsam pek fazla uğraşmazdım onların yuvasına çomak sokmazdım.
Onları bir yerlerde gördüğümde, onları sadece uzaktan, uzaktan durup seyreder izlerdim.
Zaten yılanlar da kendisi için tehlikeyi sezdiğinde, ya da yakınında bir canlının olduğunu fark ettiğinde, hemen süzülerek ortalıktan kaybolur giderlerdi.
Hiç kimseye zararları da olmazdı. Kimseye de zarar vermezlerdi.
Ama sanırım ben ona da akrebe yaptığım eziyeti yapsam, yani onun da yuvasına çomak soksaydım mutlaka ve mutlaka, o da kalkar sensin falan demez en yakınında kim varsa ilk ona zarar verirdi.
Bilmem ben bunları şimdi durup dururken neden yazıyordum amma, içimden bunları yazmak geldi. Ve ben bunları bir şeylerden esinlenerek bir anda aklıma geleni burada kaleme alıverdim.
Biliyorum, siz okuyucular diyeceksiniz ki şimdi yahu sen yazacak bir şey bulamadın da, şu çocukluk günlerinde yaşadığın o pis korkunç akrep ile yine bir o kadar tehlikeli korkunç Yılan hikayesini mi yazdın diyeceksiniz sözünü kulaklarımda ben duyar gibiyim.
Evet bunu yazdım;
Bana göre konunun iyisini de kötüsünü de yazmak lazımdır.
Ve bu yazılanlardan ve bazısının konularından bazı dersler de çıkarmak lazımdır okuyan insan oğlunun.
19.Kasım 2012
A.Yüksel Şanlı er
YORUMLAR
Güzel hikeye anlatım konu içeriğiDE ... Doğru elbette en kötü kelımeden bile bir ders almak lazım
siz akrep ve yılanlara nasıl davranın ca nelerın olacağını anlatımını yapmışsınız ve güncel hayatta bazı olaylar da böyle bir yuvaya çomak sokarsanız başınza geleciği önceden tahmın etmeli kişi etmezse sonuca katlanmalı . kutlarım güzel eseri . tirilyonları ardında bırakana kadar anlayana bir çift söz bırak manası var . saygılarımla _________-YÜKSEL BEY
a.yüksel şanlıer
Mizah da olsa anlatmak istediğimi biraz anlatabildiysem ne mutlu bana.
tekrar teşekkürler saygı ve sevgilerimle