- 700 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
'Uzat ellerini Virginia'
Virginia Woolf anısına...
Yaşlandığımı iyiden iyiye hissediyorum. Artık farazi işlerle uğraşacak gücü kendimde bulamıyorum. Zor tutunduğum ve canlıların içinde yaşam mücadelesi verdiğim bu dünyanın benden alacağı bir şey kalmadı. Eskisi kadar atik de değilim. Pencere kenarlarına, balkonlara konulan mandalları çalacak gücü dahi bulamıyorum. Kimi zaman çok acıktığım oluyor ve şifa niyetine kurutulmuş sarımsaklardan aşırıp, yiyorum. İçerisindeki antibiyotik özellikteki madde her neyse, gerçekten vücuda çok faydalı geliyor.
Size bir dostumdan bahsedeceğim. Adını kocasından duyup da öğrenmiştim. Kendisiyle tanışmamız bundan birkaç yıl öncesinde, milat yortusu ile başlamıştı. Soğuk ve karlı bir gündü. 24 Aralık gecesi İngiltere’de herkes hazırlıklarını tamamlamış ve İsa’nın doğumunu büyük bir şenlik havası içinde kutlamaya hazırlanıyorlardı. Arife günü bitmek üzereydi ve insanlar Noel için hazırdılar.
İnsanlar burada mutluydular, mutlu olmasına, ama o sene sıcak Temmuz günlerinden birinde Manş’a göçen kuşlardan aldığım habere göre, bazı kötü insanlar savaşıp, birbirlerini öldürmek istiyorlardı. Üzülüyordum onlara. Büyükbabam zamanında İngiltere’den çok uzaklara zırhlı gemilerin gittiğini anlatmıştı. Neyi paylaşamıyorlardı, ne için birbirlerini öldürüyorlardı, bu kadar senedir yaşıyorum dünyada ama anlayamadım!
Sabah olmuştu. Noel’di o sabah. Virginia her gün aynı vakitlerde kurumuş ekmek parçacıkları üzerine, marmelat döküp, tahta bir tabak içerisinde pencere kenarına koyuyordu. Tabağa koyduklarını kuşların yediğini görünce, mutlu oluyordu. Ben ise olanları sadece izliyordum. Noel sabahı yiyecek pek bir şey bulamayınca, Virginia’nın yine her zaman yaptığı gibi pencere kenarına marmelatlı ekmek dökmesini bekledim. Pencerede görünce onu, heyecanlandım. Normalde uzun yıllar boyunca insanların pek çok eşyasını çalmıştım ve hiç de rahatsızlık duymamıştım. Fakat bu sefer her şey farklı olacaktı. Her ne kadar diğer kuşlar birlikte uçup, gezinseler de, beni o pencere kenarında gördükleri zaman bir daha oraya gelmeyecekleri biliyordum.
Yavaşça ağaç dalından bıraktım kendimi ve kanatlarımı çırpıp, Virginia’nın oturduğu evin yüksekliğini aşan bir mesafeye kadar yükseldim. Gözlerim sadece marmelatlı ekmekleri görüyordu ve kanatlarımı bir iki kez çırptıktan sonra, süzülerek pencere kenarına indim. Kanatlarımı gagamın iki yanına doğru çektim ve hızla tabaktaki marmelatlı ekmekleri yiyip, bitirdim. Tabaktaki ekmekler bittikten sonra diğer kuşların bana arkamdan laf söylediklerini işitiyordum, ancak onlarla ilgilenecek halim kalmamıştı. Doymuştum ve mutluydum. Virginia’nın elleri pencereyi dışa doğru açarken, ürkmüştüm. Geriye doğru birkaç adım attıktan sonra, artık gidebileceğim bir yerin kalmadığını anladım. Uçabilirdim o anda, ama istemiyordum. Virginia ne yaparsan yapsın katlanacaktım. Uzaktan uzağa onu her görüşümde içimde farklı bir hissin beni mutlu ettiğini biliyordum. Görmek istiyordum gözlerini… Karaçamların gövdesi gibi kırışık, ama canlı ellerinin değdiği marmelatlı ekmek, hayatımda yediğim en lezzetli yemekti.
Gözleri garip bir şekilde gözlerime bakıyordu. Ne yapabilirdi ki? En fazla diğerleri gibi eline bir süpürge alır, beni kovardı. -Sen mi yedin tabaktaki ekmeklerin hepsini?
Kızmamış mıydı? Gülümsüyordu. Uzun bir süredir uzaktan takip ettiğim Virginia bana gülümsemişti. Sağ eliyle hafifçe başıma dokunuyordu. Kanatlarımın iç tarafındaki yumuşak tüylerim gıdıklanmıştı. -Yaramaz karga seni. Çok mu acıkmıştın? Ah canım benim… Benim gibi, sen de yaşlısın…
-Gak… Gak…
Kanatlarımı havaya doğru kalkınca, Virginia biraz ürkmüştü. Hemen eski pozisyonuma geri dönüp, tekrardan parmaklarıyla başımı okşamasını bekledim. Ürktüğü için kendini geri çekiyordu benden yana. Birden evin içinden bir ses duydum:-Virginia, hadi canım üşüteceksin. Gel, içeriye.
-Tamam Leonard, geliyorum sevgilim.
-Görüşürüz yaşlı karga, tatlı şey seni!
…dedikten sonra içeri girip, pencereyi kapatmıştı.
Virginia ile dört yıllık dostluğumuz o Noel günü başlamıştı. Her gün aynı saatte o pencerene kenar giderdim. Gün geçtikçe kocasıyla beraber yediği yemeklerden bana da getirmeye başladı. Onun dert ortağı gibiydim. Kimi zaman ne kadar yalnız olduğundan bahsediyordu. Kimi zaman başımı okşarken, ağlardı. Belki de kader denilen şeyin, bizim gibi hayvanlarla ve insanlarla arasında pek fark yoktu. Onlar, kimi zaman bizim gibi canlılar yokmuşuz gibi davranıyorlardı. Ama her şeyden kötü olan, karga olmaktı. İnsanlar bizi sevmiyorlardı. Belki de haksız değillerdir. Gençliğimde de ben çok insanın malından aşırdım. Şimdi düşünüyorum da, acaba gençken aşırdığımız yemekler, o insanların çocukları için olabilir miydi? Ya onlar aç kaldılarsa? Ne kadar kötülük var bu dünyada, of!
Mesafeli bir suskunluğumuz vardı. O beni anlamıyordu, ancak ben onu anlayabiliyordum. Kör ile gözü gören birinin beraber yaşaması gibiydi. Aslında farkında olmadan, bana anlattığı şeylerle rahatlıyordu. Kocası Leonard ile zaman geçirmeyi pek sevmiyor gibiydi. Odasına çekilip, yazdığı zaman hiçbir şeyi gözü görmüyordu.
Onunla tanışalı birkaç ay geçmişti ki, artık dünyaya bahar geliyordu. Diğer kuşların Manş kıyısına gelip, anlatacaklarını merak ediyordum, ama hepsinden öte karlar erimeye başlamıştı. İlk ılık yağmurlar yağmaya başladığı an, mutluluktan o kadar sarhoş olmuştum ki, gençliğimdeki gaklamaya başlamıştım. Eskiden daha iyi olan sesim, şimdi yaşlandığım için insanlara daha kötü geliyordu. Virginia’nın odasına yakın yerde uçuyordum. Birden hışımla pencerede onu görünce afallamıştım. Boşluk da tüm sarhoşluğumdan ayılıp, kendime gelmiştim. Sert bakışları vardı. Normalde melek yüzlüydü.
Anlayamadığım bir şey vardı. Şu yaşıma kadar geceleri çok evi gözetlemiştim. Her birinde kadınlarla erkekler geceleri birlikte olurlardı. Ama Virginia bu işlerden çok uzaktaydı! Yaşından dolayı mı böyle hevessizdi kocasına karşı, pek anlam verememiştim. Sadece bir gün misafirleri geldiği zaman var, orada aklıma bir şey takılmıştı.
Günlerden Pazar’dı ve ayinden çıkanlar sokakları doldurmuş, etraf şenlik yeri gibiydi. Pencere kenarında ufak adımlarla bir sağa bir sola yürüyüp duruyordum. Virginia yine bir şeyler yazıyordu. Yazdıklarını okuyordu. Duyuyordum her şeyi:
-Aslında bu yazdığım şeyi yırtıp, parçalamak istiyorum. The Voyage Out’da da kaç defa aynı şeyi düşündüm. Annemin aniden ölüşünün acısını ne dindirebilirdi ki dünyada? İğrenç bir yaşam, kendimden de midem bulanıyor. Ama dayanmak? Acımı yazıya dökmenin en geçerli yanı da kendime şunu diyebilmek sanırım: ‘Bak Virginia! Görüyor musun? Her şey senin düşündüğün kadar acı değil belki de! İnsanlarda seni okuyor ve acın artık herkesin dilinde, hayatında. Sen paylaşmıyorsun o acıyı sadece ve belki de onların seninle aynı türden acıları var. Paylaşarak, bölüşerek hafifletiyorsunuz en acıyan yanlarınızı.’ Kendimi yine de devam ettirebilmenin yolu, yine de yazmak! Tükenmeden, çalışmak! Ben bunu istiyorum ve herkes bunu yapabilir değil mi?
Misafirleri vardı. Gelen kadınla erkeği ilk defa görüyordum. Julia ile Otto adındaki çift, Leonard’ın basımevinde Otto’nun kitapları da basılıyordu. Virginia aslında çalışırken çok huysuz oluyordu, ama Julia’yı görünce nedense rahatlamıştı. Sanırım ben Virginia’yı bu kadar yakından tanımadan önce de bu çift buraya gelip gidiyormuş.
Otto, Leonard ile beraber diğer odaya geçmişlerdi. Julia ile Virginia odada teklerdi. Julia’ya bakarken Virginia rahatlıyor gibiydi. Anlamıyordum. Bir terslik vardı. Julia’nın üzerinde korseli bir elbise vardı. Koyu yeşil renkteki elbisesin üzerinde, Virginia’nın parmakları dolaşıyordu. Garip hissediyordum kendimi. Herhangi bir ses çıkarırsam, yarıya kadar açık perdenin Virginia tarafından tam kapatılacağını biliyordum. Julia’nın saçları upuzundu ve Virginia elleriyle o saçları tarıyor gibiydi. Birbirlerinin dudaklarını hafifçe öptükten sonra, Virginia Julia’nın elbisesini beline kadar indirdi. Julia, o zamanların, artık modası bitmek üzere olan arkasız sutyenlerinden giymişti. Virginia çok rahat bir şekilde Julia’nın memelerini okşuyordu. Şaşkınlıktan geri adım atınca, birden ‘gak’ diye kendimi boşluğa bıraktım. Yere tepetaklak düşmeden kontrolümü sağlamıştım. Oraya şimdi geri dönemezdim, ancak etkilenmiştim. Ne yaptıklarını çok merak ediyordum? Bir kadın, bir kadınla nasıl bu kadar yakınlaşabilirdi ki?
Uzaktaki bir ağaçtan Virginia’nın penceresini izliyordum. Julia ile Otto Virginia’nın evinden çıkarken, pencerede Julia’ya sallanan bir el görüyordum. Evet, Virginia’nın eliydi. Beni pencere kenarında göremediği için üzgün müydü? Hiç sanmıyorum. Son derece mutluydu ve el sallıyordu Julia’ya.
Biraz zaman geçtikten sonra tam uyuklar gibiyken, Virginia’nın elinde bir tabak, pencereden dışarıya doğru baktığını fark ettim. Beni arıyordu gözleri. Aslında Julia ile yaptıklarına anlam veremediğim için ona kızgındım. Yine de acıkmanın verdiği hisle, uçmaya başladım. Geldiğimi görünce, bana sesleniyordu:-Hadi bay karga, hadi! Çok mutluyum bugün. Sana da çilekli turti yaptım, yersin değil mi?
Yer miydim gerçekten? Evet, yiyebilirmişim! Hayatımda yediğim en lezzetli şeydi. Pek çok şeyi gençliğimden beri denemiştim. Gençliğimde bir ara Paris’e uçmuştum. Tektim. Yol, iz bilmesem de, diğer kuşlara sora sora bulmuştum yolumu. Genellikle sokaklardaki çöpleri karıştırıyordum. Uzun, ama ince ayaklı böcekleri yemeye bayılıyordum. Ufak kurtları, fareleri de yediğim oluyordu. Ancak böyle bir tada ilk defa şahit oluyordum. Şahane bir lezzeti vardı.
Ama bu mutlu yüz, fazla uzun sürmeden tekrardan asılmıştı. Virginia kendini çok rahatsız hissediyordu. Ara sıra Leonard’a sımsıkı sarılıyor ve onun tesellilerini dinliyordu. Buna ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Bana kimi zaman hissettiklerini anlatıyor. Ben onun Momo’su olmuştum.
Bir gün şunları yazıyordu sesli sesli:
-Hayır, içe kapanmaya hiç niyetim yok. Henry James’in dediğini hatırlıyorum: Durmadan seyret. Yaşlılığın gelişini seyret. Açgözlülüğünü seyret. Kendi kederini seyret. Bu yolla onu işine yaratabilirsin… Sanıyorum içe kapanmanın sınırlarında gezinmek oluyor, ama tam da öyle değil! Diyelim, müzeye bir bilet alsam, her gün gidip tarih okusam. Diyelim, her çağda baskın bir kişilik seçsem ve onun yanında yöresinde dolanıp yazsam…
Bu yazıyı yazdıktan yirmi gün sonraya kadar hep hüzünlüydü. Tabağa yemek koyup, bana verirken, artık bakışlarındaki derinliğin bir ölüm havasından olduğunu biliyordum. Babamın ölüşünde yanında değildim, babamı köpekler parçalamıştı, ama büyükbabamın ölüşünde de aynı bakışlar vardı. Onun gözlerindeki ölüm korkusu muydu, yoksa ayrılmaktan mı korkuyordu? Sanıyorum benden ayrılacağı için üzülmüyordu, Leonar için de değil! Julia olabilirdi. Ölmeden önce iki mektup bırakmıştı. Biri kardeşineydi, diğeri ise Leonard’a. Leonard’a bıraktığı mektubu, Leonard hıçkıra hıçkıra okuyordu o gün:
"Sevgilim, yine çıldırmak üzere olduğumu hissediyorum. O korkunç yeniden yaşayamayacağımı hissediyorum. Ve ben bu kez iyileşemeyeceğim. Sesler duymaya başladım. Odaklanamıyorum. Bu yüzden yapılacak en iyi şey olarak gördüğüm şeyi yapıyorum. Sen bana olabilecek en büyük mutluluğu verdin. Benim için her şey oldun. Bu korkunç hastalık beni bulmadan önce birlikte bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemezdim. Artık savaşacak gücüm kalmadı. Hayatını mahvettiğimin farkındayım ve ben olmazsam, rahatça çalışabileceğini de biliyorum. Bunu sen de göreceksin. Görüyorsun ya, bunu düzgün yazmayı bile beceremiyorum. Söylemek istediğim şey şu ki, yaşadığım tüm mutluluğu sana borçluyum. Bana karşı daima sabırlı ve çok iyiydin. Demek istediğim, bunları herkes biliyor. Eğer biri beni kurtarabilseydi, o kişi sen olurdun. Artık benim için her şey bitti. Sadece sana bir iyilik yapabilirim. Hayatını daha fazla mahvedemem. Bizim kadar mutlu olabilecek iki insan daha düşünemiyorum."
Virginia acaba benim sesimden mi bahsediyordu? Beni duyuyor muydu yoksa?
Bu mektubu yazdıktan sonra, onu takip etmiştim. Cebine taşlar doldurmuştu. Ne yaptığını anlayamıyordum. Ouse nehrine bırakırken kendisini, gözden kaybolmadan önce en son o güzel ellerini görmüştüm. Başıma dokunan yazar ellerini çok seviyordum. Onun elleri, onun elleri… İsa’nın ağlayan gözlerini silen Meryem eliydi.
Şimdi yine eskisi gibi onun penceresine yakın bir ağaç dalından çevreyi izliyorum. Kimi zaman Leonard’da pencere kenarına tabağın içinde kuşların yemesi için bir şeyler koyuyor. Ama ben artık gidip, yemiyorum. Canım sıkıldığı zaman Virginia’nın mezarına gidiyor ve toprağı üzerinde yürüyorum. Bazen eliyle bana dokunabilme ihtimalini hayal ediyorum. Ancak ot ya da böcek filan çıkıyor toprağın içinden. Yazdığı odayı kocası kullanıyor. O da bu aralar, Virginia’nın yazdığı gibi çok yazmaya başladı. Bilmiyorum, hiç benden bahsetti mi, ama bahsetmemiş olsa dahi, ben onu çok seviyorum. Ve çok özlüyorum. Allah’tan tek dileğim, onun toprağı üzerinde dolaşırken ölmek! Bu yüzden saatlerce onun mezarının başından ayrılmıyorum.