Son Rüya (ATATÜRK)
SON RÜYA
Sapasağlamdım. Hiçbir şeyim yoktu. Ne göğüs kafesimi delip yüreğime ulaşan katlanılmaz ağrıları hissediyordum ne de kulağımdaki sonsuz çınlamayı.. Sağ elimi yelekten sokup kalbime yavaşça masaj uyguluyorum. Şişkinlikler de yok, su toplamalar da. Dimdik ayakta durabiliyorum. Aslında tam olarak nerede olduğumu dahi bilmiyorum. Çevremde dev kayın ağaçları var. Ağaçların dibindeki çalılıklar hemen dibimde bitiyor. Yoğun bir sis var, ağaçların gövdesinin yarısından sonrasını göremiyorum.. Büyük bir ormanın içinde olmalıyım. İyi de nereden geldim buraya? Tertemiz kokuyu ciğerime dolduruyorum. Ne kadar doğal olsa da ben yurdumun havasını istiyorum. Bozkırların tarlalarından esen buram buram tarih kokan havayla doldurmak istiyorum ciğerlerimi. Aldatmak gibi bir hise bürünüyor kalbim. İzmir kıyılarından, denizden, esen rüzgara ihanet ediyorum sanki. O rüzgarın bir kızın saçını okşayıp kızı deniz; sokağı, bulvarı deniz kokan memleketime ihanet ediyorum..
Burası neresi? Ben vatanımı istiyorum!
Göz kapaklarım alevler içinde. Açmaya çalışıyorum ama olmuyor. Alnımda bir ıslaklık hissettim. Biraz iyi geliyor. Yatağımda uzanıyor olmalıyım. Sesler geliyor ama öylesine uzaktan ki… Sağ bacağımı hissetmiyorum. Kalbim! Ağrı tekrardan bastırdı. Karnımdaki şişkinlikler nefes almama izin vermiyor. Sesler netleşiyor. “Yasemin nerede?” diyor bir ses. Salih bu. Çocukluk arkadaşım, silah arkadaşım, can yoldaşım.. “Çorba daha hazır değil mi Yasemin Anne!” sitem dolu titrek ses tonunu yakıştıramıyorum ona. “Salih Bey! Dışarıda birkaç yabancı gazeteci var efendim. Paşamızın durumunu soruyorlar. Bir Açıklama duyurmak ister misiniz?” iyiyim ben! Benim yapacağım daha çok şey var. Kalkıp o açıklamayı bizzat kendim yapmak istiyorum. Dimdik ayakta durmam gerek. Hadi Kemal biraz zorla kendini! Göz kapaklarımı kaldırıyorum. Karanlıktan başka bir şey görülmüyor önceleri. Gözlerim alışıyor karanlığa. Yanı başımda Salih. Hemen gözlerimin içine bakıyor. Kan çanağına dönmüş uykusuz gözlerle gülümsüyor bana. “Paşam! Uyandı doktor Bey! Paşam toparlayın kendinizi. İyileşeceksiniz. Dışarıda halk ayakta hepimiz seninleyiz Paşam!” Görüntüler bulanıklaşıyor. Neşet Bey yanıma doğru geliyor. Sesleri pek duyamıyorum. “Sonda yoluyla idrar alalım..”
Yine aynı yer. Sisler içinde kalmış kayın ormanındayım. Özgürce yürüyebiliyorum. Ağrılarımdan eser yok yine. Alıcı gözle dolaştırıyorum bakışlarımı. İki kişinin sığabileceği toprak bir yol ve çevresi yeşilliklerle kaplı sonsuz doğa. Yolun sonunu merak ediyorum. Odamdaki tablomdaki yere benziyor burası. Yeşilin her tonu var burada. Toprak yolda ilerliyorum. Yolun ucunda beyaz bir şey beliriyor. Gözlerimi kısıp iyi bakıyorum. Evet orada parlak bir şey var. Hızla ilerliyorum. Parlaklığı merak ettiğimden değil, Bu kadar rahat hareket edebilmek hoşuma gidiyor.. Uçsuz bucaksız görünen kayınların sonuna geliyoruz burada. Bu sefer beni yemyeşil bir ova karşılıyor. Arkama dönüp baktığımda kayınların gökyüzündeki bulutlara kadar uzandığını fark ediyorum. Arkama baka baka parlaklığa doğru ilerliyorum. Belki parlak olan alana yaklaştım ama gözümü arkamda kalan ormandan alamıyorum bir türlü. Tam kafamı karşıma çevirmiştim ki; keskin bakışları ve korkusuz gözleriyle biri karşımda. Az daha çarpışacakmışız. Ela gözlerine uygun koyu kahverengi saçlar. Sert bakışları öyle çok yüreğimi okşuyor ki. Nazik, ince ağzından çıkan “Kemal” sesi bile yüreğimi öyle çok ısıtıyor ki. Sanki ses tüm tepelerden yankılanıp tekrar tekrar kulaklarıma geliyor. Sesin her ağaçtan yayılışını hissediyorum. Kalbim çok özlemiş bu duyguyu. Nemli gözlerle tekrar bakıyorum karşımdaki iri cüsseli adama. Evet bu o! Eminim. Ne kadar da özlemişim bu bakışları. Bu sevdayı; ‘Baba’ sevdasını… “Sen de mi buradasın?” demek istiyorum ama olmuyor. Boğazımda bir yumruk var sanki. Onu karşımda görmek öyle güvende hissettiriyor ki beni. Beni gölge oyunlarına götürmesi geliyor aklıma. En çok sevdiğim helvadan alırdı her Cuma sabahı. Ne kadar bana alsa da her kahvenin yanında kendi de yerdi. Eksik bir yanımı bulmuş gibi mutluyum. Ama babamsa öylesine ciddi ki. Onu kızdıracak bir şey yaptığımı düşünüyorum. Elini öpmek istiyorum saygıyla sarılmak, hasret gidermek.. Ama yapmıyorum hiçbirini. İki kişilik toprak yolda sağıma geçiyor babam. Yan yana ilerliyoruz. Halı gibi uzanmış yeşilliklerle döşeli ova yavaş yavaş yükseliyor. Bir tepeye doğru çıkıyoruz. “Hoş geldin” diyor babam. Gülümseyerek bakıyorum. Biraz daha gençleşmiş mi ne? Boğazımdaki yumruk yok artık. “Neredeyiz baba?” diyorum cılız sesimle. Sorumu cevaplamıyor.
Ağırlaşan gözlerim artık açılmıyor bile. Elimi oynatmaya çalışıyorum. Hırıltıyla nefes alışım bedenimde yankılanıyor. Salih yok yanımda. Ama odadan sesler geliyor. “Oksijen. Çabuk!” diyor Reşet Bey. Gün doğmak üzere. Göz kapaklarımı açabilmeyi çok istiyorum. Günlerden Perşembe olmalı. Günün ilk saatlerindeyiz…
Tepeden aşağıya doğru iniyoruz babamla. Bıyıkları ne kadar da gür. Bakışları eskisi gibi neşe dolmuş. Ben de giderek gençliğime dönüyorum. Sesim daha kalınlaşmış şimdikine göre. Saçlarım daha sarı. Tam karşımızda bir nehir var, pırıl pırıl. Oraya doğru ilerliyoruz. “aferin!” diyor babam. “Her anında gurur duydum. Tam istediğim gibi bir evlat oldun. Korkusuzluğun, mertliğin.. Senin her anının yanında ben de vardım evladım.” Duyduklarım beni çok derinden etkiliyor. Yetim değildim ben. Evet belki eve girdiğimde babam karşılamadı beni ama vatan büyüttü beni. Memleket topraklarını babam bildim ben. Bana güven verdi her bir parçası. Yüksekteyiz. Babam eliyle ufukları gösteriyor. Yüzlerce, belki de binlerce insan. Genç, yaşlı, bebek.. Ellerinde Ay yıldızla gelmişler. “Bunlar da kim?” diyorum gözlerimi kalabalıktan alamayarak. “Senin sayende bugünlere alnının akıyla gelen Türk Halkı” diyor babam. Sözlerine devam ediyor: “Şuan hepsi senin kapının önünde. Senden bir haber almak için, seni görmek için yarışıyorlar.” Olan bitenlere ayak uyduruyorum artık. Kalabalık her geçen dakika artıyor. Sandallarla gelen gençler Dolmabahçe’ye yaklaştıklarında asker selamı veriyorlar. Al bayraklar dalgalanıyor özgürce. Bundan daha güzel ne olabilir ki? Yokuş aşağıya ilerliyoruz. Kalabalık silikleşmeye başlıyor. Ve uçup gidiyor hepsi. Ellerime bakıyorum Ufacık oldular. Yüzümü okşuyorum. Bıyıklarım terlememiş daha. Pürüzsüz yanağımı okşuyorum. Hemen sağımdaki babama gidiyor bakışlarım. Uzun boyu, geniş bedeni ve kararlı bakışları. Küçüklüğümdeki gibi hayranlıkla doluyor yüreğim. Gözlerimi babamdan alamıyorum. Aynı onun gibi olmak istiyorum ben de..
Sadece kulaklarım işitiyor. O da çok az. Uzun süredir uyuyor olmalıyım. Ama artık acı çekmiyorum. Aslında her şeyi görebiliyorum ama göz kapaklarım açılmıyor sadece. Odayı bir köşeden gözetliyorum hayal meyal. “Serumu çıkaralım.” Diyor Doktor Akil Bey. İnlemeler ve kısık sesle edilen dualardan çıkan fısıltılı ses hakim odada. Kendimi gözetliyorum bir de. Az önceki halime nazaran ne kadar da çökmüş yüz hatlarım. Dökülmüş, kalanları da beyaz renk saçlarım arkaya taranmış yine. Göğsüm her nefesimde bir kalkıp bir iniyor. Artık Neşet Bey de başucuma oturup elimi okşuyor. Ne garip, hissetmiyorum dokunuşlarını. Göğsüm kalkıp iniyor… Ama şişmiyor bir daha ciğerlerim. Neşet Bey hemen bileğimi kavrayıp nabzımı kontrol ediyor. Hepsini görebiliyorum. Odadakiler pür dikkat. Neşet Bey gözyaşları içinde kafasını karnıma yatırıyor. Ve hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Sessizlik yoğun bir inleme sesiyle bozuluyor. Odamdakilerin gözlerinden yaşlar akıyor. Salih kalkıp çıkıyor odadan. Kapıyı çarpıyor biri. Sonra bir kapı daha. Bir tane daha.. Boydan boya uzanmış bedenime bakıyorum. Yatağın başucundaki saate ilişiyor gözlerim: Akrep dakuzda; yelkovan beşte…
Çok küçüğüm artık. Bu ufacık bacaklarla dayımın tarlasına gelen kargaları bile kovalayamam. Kolum yukarıya kalkmış babamın elini tutuyor. Ben giderek küçülürken; babam daha da yakışıklı biri olup çıkıyor. Sağ elimi sıkıca tutan babam dostça gülümsüyor bana. İçim sıcacık oluyor. Yokuşu bitirmişiz. Nehre epey yaklaşmışız. Nehir, arkamızda kalan kayın ormanının ve önümüzdeki ormanın arasından geçip dev bir okyanusa açılıyor. Tepelerin oluşturduğu küçük vadinin de arasından ilerleyen nehrin sonu yok gibi… Nehre varıyoruz. Neredeyse aramızda on metre var. Ama ben tahtadan yapılmış küçük iskeleyi ve küçük gemiyi yeni görüyorum. Tıpkı sol elimde duran, en çok sevdiğim helvayı da yeni gördüğüm gibi. Babam beni gölge oyununa götürdüğü gibi kucağın alıyor. Ben de helvamı yiyip ortalığı gözetliyorum. Gemiye ilk adımını atacak babam. Bir dakika ben bu gemiyi bir yerden hatırlıyorum… Evet bu; İstanbul’dan Samsun’a gittiğimiz gemi. Bu o! Gemini en önüne gidiyoruz. Güverteden korkusuzca ileriye bakıyoruz babamla. Uçsuz bucaksız nehrin en sonunda dev bir güneş var. Güneşin turuncu ışıkları denize vuruyor. Altın renkli denizde duruyoruz. Gemi kolaylıkla çalışıp ilerliyor. Güneşe doğru gidiyoruz. Helvamın son lokmasnı yutup babama dönüyorum: “Nereye gidiyoruz baba?” Hayranlık duyduğum o güzel yüzüyle bana bakıyor babam: “Dediğin gibi oğlum. ‘İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessilisi’ oldukları vakit; sen bu gemin ile tekrar Samsun’a çıkacaksın! Muhtaç olduğu kudreti damarlarındaki asil kandan alan Türk Halkı, hiçbir oyuna gelmeyip seni tekrar getirecektir. Mustafa Kemaller ölmez!”
Kıvanç Bahçeli
YORUMLAR
yazı Mustafa Kemal'in son anlarını anlatmakta.
şayet alıntı değilse nefis bir yazı sayfada.
anlatımın güzelliği,sadeliği ve düzgün cümleler yazıyı oldukça güzel kılmakta.
Büyük önderin anısına yazılmış yazıyı ve kalemi tebrik ederim.
Amarula
KIVANÇ BEY, YAZINIZDAN KIVANÇ DUYDUM. SİZİ YÜREKTEN KUTLUYORUM.
“Dediğin gibi oğlum. ‘İstiklal ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessilisi’ oldukları vakit; sen bu gemin ile tekrar Samsun’a çıkacaksın! Muhtaç olduğu kudreti damarlarındaki asil kandan alan Türk Halkı, hiçbir oyuna gelmeyip seni tekrar getirecektir. Mustafa Kemaller ölmez!”
BU DÜŞLE UYKUDAN UYANIYORUM BU ARALAR VE MUSTAFA KEMAL BEKLEYEN ÜLKEMİN GELECEĞİNİ DÜŞLEYEREK GÜNÜ DOLDURUYORUM. SUSKUN VE SESİZ GENÇLİĞE EŞLİK EDİYORUM.