- 847 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Boşlukla İçsel Yürüyüşler - 2
Hüznün eylül yakasında koptuk biz,
Dün içinde kendini tekrarlamıyor devran.
O sarı odalara kaç yalnızlık sürdük biz
Yol almışsa geriye dönmüyor kervan…
Başaklar erken oldu bu mevsim, biliyor musun? Ekmek kokusu duyumsar da gelirsin diye belki, kutsal saydıklarımızı çıkarıyorum heybemden. Salıncaksız, tahterevallisiz koşturuyorum çocuk kalbimi, her çatı tıkırtısında; saçlarımda savrulurken yağmurun elleri… Yüzümü sıvazlayan hasretin, yokluğunda şefkatine sarılı iken ruhum, dilinden dilime akıyor tatlı sözlerinin hayali… Aşığınım, aşığımsın; biliyorum… Dilinde hep adım, dinmek bilmez kalbimin közleri…
Kilometrelerce sıraladığım bentleri, tek tek söküyor tenimden rüzgâr. Oysa bir şiir gibi yazılmıştı aşk, Eylül vurmadan önce düşlerimizi… Şemsiyem bile yoktu o hüzünler yağarken, hazanın sarısından griye çalan belirsizliklerim vardı. Yaprak yaprak düştüğüm dipnotlarımla, sarsıla sarsıla ağlamak dururken kimsesiz bir ağacın altında. Durgun bir su gibi akıyorum boş sokaklara. Durgun ve yalnız kadınlığımla, loş kaldırımlarda…
Ürperiyorum sonra, bu vakit ne çok üşürmüş insan. İçimin üşümüşlüğünü sarıyorum, kot cebimdeki paketimden çıkardığım son sigarama. Bir kibritlik alevmiş oysa yaşamın sol benliği, yakarsın, yanarsın, sönersin. Acemi travmalarla dolu sorgular geçiyor kervan yüküyle, gördüklerim insansızlığın soğuk vurmuş kızarmış yanaklı, burnunu çeken köhne sokakları… Ve ardından iyi gitmeyen gidişlere dur diyemeyen, uyuklayan sancılı ayyaş adamcıkları…
Belki de mevsimsizliğimin azizliğindendi. Bir şal bile almamışlığım. Onca sonbahar gelip geçti ve ben hala aynı şehrin, aynı denizine bakarken buluyorum kendimi. Aynı liman da uyanıyorum her gün doğumuna, hiç de hesap vermeden doğanın ikindi kuşağına…
Kendimden geçmişim, geçişimle dünyanın en güzel manzarasına takılıyorum. Gözlerin sürmeleniyor gözlerime, özlemin alev alev tutuşturduğu yüreğimde ise yangın ihbarları… Tam yüzümü kapatmışken ayrılığa, ellerim yaşanmışlık kokuyor da genzimi yakıyor anılar… Sürükleyici bir film izler gibiyim, o sımsıcak yüreğini düşündüğümde. Aşk hiç kimseyi ve hiç inanmayan ben’i bu denli yakmamıştır diye düşünmeden de edemiyorum.
Kalbimin güneşe öykünen yüzü mü, yoksa senin şems oluşunda mı; bilemiyorum. İçinden çıkılmaz sorgularla cehennemimdeyim. Cehennem ki; cennet kokusu yayılıyor geçtiğin yerlerden, sesine değen tüm sisli bulutlar dağılıyor ateş-i aşkından. Cennet yüreğinin cehennem-i ateşinde yanmak ve soyunmak kendimi, çıkarsız, mübalağasız, içinde kaybolduğum yürüyüşlerde.
Beni sana tanımlayan üç harfin, bizi tamamlayan olduğunu göremedik, ya da bilemedik kıymetini bir şeylerin. Belki biraz yanıldım, kabul. Şeytana da uydum, iki ayaklısından, bir yüzü dost, bir yüzü düşman… Tüm dertlerin zoraki edindiğim kısımlarını dürdüm ve okumaya meyletmediğim bir kitabın arasına kurumuş yaprak gibi kapattım. Dönüp bakmayacağım kesin. Ama sessizliğin borazan çaldığı devirde kanıksanmış gibi üstüme geliyor bazen, afakanlarım…
Şu eylül diyorum sevgilim… Hani giderken sızılarımı da hüznüne katıp götürseydi. Ekimin kesif yalnızlıklarına, nasıl dayanır sensiz kalan kalbim. Bitmeden mevsim, sonbaharın sessiz fısıltılarına aldırmadan gel… Ay hilal kaşlarını düşürmeden gel, hüznün deniz gözlerine… Gel ki soğuk yağmurlarla ıslanan tenimi ısıtan yine sen ol sevgilim…
Neşe CÖMERT
.
YORUMLAR
anlatımın güzelliği yazıyı oldukça değerli kılmakta.
aşk; inanmayan insanı bile ne hale getiriyor.aşkı ancak, derin ve öz manasında yaşayan anlayabilir ki anlaşıldığı kesin.
umutla ve dinmeyen sabırla beklenen bir sevgili, belki gelecek, belkide hiç gelmeyecek. Ama aşk bu ya! beklemesi çilesi bile güzel.Sanki uyuşturucu gibi, sızısı bile insana haz vermekte.
tebrikler Neşe hanım.