- 533 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Kısa Film-2
Çetrefilin en soylu ucudur ’Stigma’. Kahrolsunki insanız ve yılmak hakkımız için verilmiştir. Memnun kalabilmeliyiz. Düşlerin yaşanmayan yerleri Cehennem değil, Cennettir. Çünkü insan Cehennemi bu dünyada yaşayabilir, ama Cennet’i asla!
’E ne yapacağız?’
Ne kadar da sevimsiz bir soru! Bir şeyler yapacağız elbette ama ben bu soruya cevap verme konusunda pek de hazır hissetmiyorum kendimi. Sürpriz yapmak pek de ihtiyacımın olmadığı bir şey Deniz. Kendimle çelişiyorum. Farkındayım. Fokur fokur heyecan beynimin sinirsel aktivelerinde…
Kafeterya içerisindeki müzik de beni geriyor, ama hoşuma gidiyor tınısı. Yüreğimin narlaşmaya başl
ayan dokusuna kıyak geçen bir bıçak gibi. Aslında yok olduğumu zannediyorum, yok olmuyorum. Var da değilim. Acıktım ve acayip bir şekilde iç sesimin saçmaladığının farkındayım. Soner nihayet Deniz’in elini bıraktı ve ciddi bir şekilde bakışlarına renk geldi. Baygın bakışlar, yerini ciddi bir iş yapmak için hazır olduğunu belirten pencerelere açıldı.
-E ne yapacağız?
-Arkadaşlar ciddi olarak benim fikrime önem veriyorsunuz değil mi?
-Vermekten başka çaremiz mi var? Bu işi her seferinde büyük bir bağlılıkla yöneliyoruz. Her defasında yenilgiye uğramak, incitiyor. İnciniyoruz. Bu işi yaptığımız için diğer çoğu işimizi aksatıyoruz. Seni seviyoruz gerçekten ve bir gün başarabileceğini de biliyoruz, ama bir yere kadar gidiyor. Deniz’i son kez uyarmışlar. Çağrı merkezinden bir daha izin alırsa, işten atacaklar. Ve ben… Beni de biliyorsun, iş güç yok ve ortadayım. Depresyona girmemek için bu işle uğraşayım diyorum. Ama yok, çaresiziz. Ne yapacağız Allah aşkına? Bıktım lanet başarısızlıklardan… Yol alamamak, önümüzü görememek acı! Ne diyeceksin bize? Yine acayip bir yere gidip, batıracak mıyız her şeyi? Yeni bir yarışma olsunda, ona girelim, ondan ödül gelsin, en azından mansiyon ödülü alalım da, öylece bir yolumuzu buluruz. Bu mu yani? Söyle, ne olursun o parlak fikrini söyle bize dostum.
Deniz’in yüzü sapsarı… Bir hastalığı var mıydı ki önceden? Soner sonunda beklediğim patlamayı yaptı. Gözlerimi kapatıp, o sevdiğim hikâyeciği anımsıyorum.
- İnsan her gün yediyi on geçe otobüse binmeye alışıyor. Sonra Cuma günü çekirdek çıtlatıp film izlemeye de. Sonra cumartesi günü spora gitmeye de… İş eğer düzenli ve fazla yorucu değilse, yani iş hayatın kendisi haline gelmiyorsa, yani memur tarzı bir çalışma hayatınız varsa, bunun birkaç sonucu oluyor. Birincisi, hayalleriniz çürüyor. İkincisi, korkak oluyorsunuz. Üçüncüsü, hedeflerinizi küçültüyorsunuz. Dördüncüsü, her şeyi basit yaşamaya başlıyorsunuz. Beşincisi, yaşlanmıyorsunuz. Tabi yorulmuyorsanız. Altıncısı, bu basit ve sıradan ama güvenli hayatı yaşarken neden mutsuz olduğunuzu anlıyor ama yine de bunu küstahlık olarak görüyorsunuz. Yedincisi, bunaltılarınız bile ikiyüzlü oluyor. İşte benim işsizliğim, bu yedi maddenin anlamını kaybetmesi süreciyle ortak oldu.
Soner’in birbirinden aykırı parmakları yine Deniz’in saçlarında… Herkes yaşamına devam eder ve kimsenin umurunda dahi olmazsın. Kaide budur. Bunu neden büyükler, biz küçükken söylemezler ki? Yoksa büyüklerimiz, bizi sevmiyorlar mı?
-Soner, daha iyisi nedir bu hayatta?
-Ya abi, tamam, biliyorum… İnan sana kendimden daha çok saygım var, ama bu kaybedilmişlik psikozunu taşıma ve yaşatma gücünü de bir yere kadar kendimde buluyorum. Olmuyor. İyi kötü bir işim vardı, sorduğum sorular yüzünden akredite yedim ve gazete sahibinin yurtdışından gelen bir faksıyla, süresiz işten uzaklaştırıldım. Haksız mıydım? Hayır, yine beni o salona koysalar, yine aynı soruları sorarım. Tekrar tekrar kovulma pahasına hatta! Ama ‘süresiz işten uzaklaştırma’ nedir abi, sen söyle! Of…
-Prekarizasyon… Tam anlamıyla bu yani!
-Yapma abi, güvenle bunun alakası yok!
-Ama… Ama bir yer de her şey bitebiliyor değil mi Soner? Umutlarımız… İlkeli davrandığımız müddetçe uygulayacağımız sanatsal yöntemlerimizde esasında boş… Şuracıktan çıkıp, bir sigara yakalım ve en son izmaritini kaldırımın birine fırlatalım. İlkeli olmayan bu ilk davranıştan başlayalım mı?
-Atıyoruz ya zaten…
Deniz haklıydı. Atıyorduk, o kadar atıyorduk ki, hayalistan diye bir coğrafyaya dahi sığamıyorduk. Ütopyalardan, ütopik dalgalanmalar yaşıyordum ve onları da ister istemez sürüklüyordum. Ama geliyorlardı benimle beraber. İnanıyorlardı bana da!
…
Bilmekle lanetlenen bir yaradılışız. Yaradan, bilmemizi istemiyor diye düşünüyorum bazen. Bir defasında ortaokulda Kuran’ın mealini merak edip, baştan sona okumuştum. Çevremizdeki mütedeyyin kişiler arasında, en azından meali bir kere baştan sona okumak ve bitirmek de şuh bir davranıştı. Kendimi pek de fiyakalı hissediyordum. Ama bu fiyakam, her defasında daha az düşündüğümü ortaya çıkaran ince bir nokta olarak kalıyordu. Düşünmek, bilmek, yapmak, yaptığının farkına varmak için düşünmek, sevinmek, üzülmek… Neden her zaman yapamadıklarımız daha tatlı geliyordu ki insana?
Kim haklıydı? Haksızlığın da, güç ile alakası vardı. İşe yarıyor olabilirdik belki de. Yo, elbette yarıyorduk. Özsaygımızı da tahkim ediyorduk güzelce. Ama bu durumlarda tahkimatlar hemen her zaman kendimize yönelik mesafeli bir bakışla değerlendirilmemizi unutturmuyordu! Korku sinemasının sonuna gelmeden kendimizi dışarıda bulmuştuk. Korkmanıza ve korkutulmaya ihtiyacınız yok diyordu direkler. Biz dışarıdaydık, belki dışlanmamıştık ama korkmanıza gerek yok diyordu direkler. Direklere güvenmiyorduk ki ama! Sorunun en temelinde soru ve ya sorgusal bir kist yoktu, sadece var olma vardı. İşe yarıyorduk, bu sosyal hayvan olmamızın en önemli trans faktörüydü. Bu var olmayı da boyuyordu. Ama kimi zaman hiç okunmayan yazarın, hiç dinlenmeyen müzik sanatçısından ziyade, hiç satılmayan tablo, hiç açılmayan kitap gibi hissediyorduk. Çok fark vardı aralarında. Çok…
Stigma’nın görünmeyen yüzleriydik. Kafeteryadan çıkarken daha rahattım. Şimdi tek başıma, elimde kalan son torbalarla beraber, çorapları, şemsiyeleri satarken pek düşünceli buldum kendi yüzümü. Mental rahatsızlığa tutulmuş birine karşı feryatları bağırır gibi hep aynı yerde bulunmak, kimi zaman itilmek, kakılmak! Lacivert montlu birini görünce, kaçmak…
-Gelin ablalar, abiler… Yeşildirek malları bunlar. Başka yerde bulamazsın!
Gelip geçenlerdeki bakışlar… Soner haklı olamazsın. Deniz’in elinden sımsıkı tut. Öp dudaklarından. Deniz üşüme, Soner kızma…
-‘We don’t want you, You are: sick, dangerous, threatening, acting like a criminal!’
-Gelin abiler… Abla buyur, kaliteli torba bunlar. Alışverişte kullan, günlerde komşularınıza hava atın. Bu torbadan al, mahallenin en havalı kadını ol. Al amcacım, eşine al.
-Ne diyon deyyus! Eşim komada hastanede.
-Teyzecim, bak, dokun, al. Kumaşı sağlam bunların…
-Teyzem miyim ben senin be! A a, üstüme iyilik sağlık.
-Güzele bak, güzele. Oy oy, ben ne güzeller gördüm, ayağında çorap yok, sordum dedim neden yok, dedi ki alacak param yok. Buyur güzel ablam, gel sen de al!
-Sapık, ne olacak!
…
Soğuk yaz, güzel kızlar, demli çaylar… Halimizi anlatabileceğim kimse yok. Çoğul yoksullarız. Telefonumu şarj etsem ne, etmesem ne! Arayan soran da yok nasıl olsa! Ama bu mesajı ciddiye alsam iyi olur. Ayağımdaki nasır dahi yorgun deşilmekten… Mesaj da bir o kadar can sıkıcı:
-Selam. Evden çıkıyoruz. Yarın ev taşımak için yardıma gelirsin değil mi?
Ha siktir, bu da nereden çıktı şimdi? Hani hiçbir şey olmayacaktı, hani işler daha iyiye gidecekti. Ama yok soramam, şimdi soramam, şimdi duyamam, duymasam iyi olacak!
…
-Hani çıkarmayacaktı ev sahibi?
-Yirmi dairesi var götün, birinin kirası iki ay gelmedi diye bu kadar sıkboğaz eder mi ya kiracılarını?
-Ağzını bozma Deniz.
-Ama, ya sen de geçen bize geldiğinden görmüştün. Soner’i de zor zapt ettim zaten. Adamı döveceğim diye tutturdu. Of!
-Nereye taşınıyorsunuz? Bana gelin isterseniz, kirayı sorun etmeyin. Beraber kalırız işte. Olmaz mı?
-Çok sağ ol da, biz bulduk gidecek bir yer.
-Neresi, kimi? Bilmediğim neresi var ki?
-Teyzemin arkadaşı var. Onun burada evi var. Kendisi burada değilmiş şimdi. Hem gelse de kadın tek başına zaten, bir şey de olacağı yok ya! Kira da istemiyor kadın. Aidat, fatura ödeyin yeter diyor.
-Teyzenin arkadaşı mı?
-Hı...
-Teyzen… Hatice hani, Avusturya’da kalan, o mu?
-Başka teyzem yok ki zaten.
-Ne bileyim Deniz. Peki, güveniyor musunuz gerçekten bu işe. Soner?
-Abi ne yapacağız ki başka. Mecburuz.
Laktik asit nötralizasyonu menkıbeleri, moratoryum acıkışları, güçsüzlerin silahları; güçsüz silahlar… Başörtülü nedimeler, travestiler, eşi cinsler, mühendisler, doktorlar, çöp sahipleri, müzik eşler… Hiçbir silah bu kadar travmatik olamaz. Stigma’nın mucize yaratan ucunda, ekşi inleyişler. Araba sesleri, tekerlek çizikleri… Esneyişler… Öksürükler… Rüzgârın etek sesi, uslanmaz duygu yaşamak…
-Peki, kim kadın, neyin nesi, adı ne, ne iş yapıyor? Biliyor musun Deniz?
-Şey… Adı Derya’ydı sanırım. Sanatçı diyordu teyzem. Nasıl bir sanatçı, ben de bilmiyorum. Ama bize evini açıp, kullanmamız için imkân sundu ya, iyi biri olmalı! Umuyorum yani. Bu zamanda kimseye güvenilmez yine de.
-Sanatçı ha? Hım… Merak ettim şimdi şu kadını.