İNSANOĞLU
Ataerkil bir toplum olma felsefesini bir duvar olarak sayıp ona yaslanan toplum olarak, kadınların ne denli özgür olduklarını tartışabiliriz. Özgürlük, ne idi bir kere? Kime göre idi, neye göre idi? Bir toplumdaki hak eşitliğini kim, neye (ve ne yazık ki kime) göre ayarlıyordu? Fransız Devrimi’ne dalıp gittiğimiz zaman, Théroigne de Méricourt ve Claire Lacombe’nin federeler tarafından, direnişçi oldukları için öldürüldüklerini görürüz. Kadınları Allah / Tanrı, mitlerde gördüğümüz gibi erkeğin böğründen, kılından, bacağından yaratıp – ki yaratmışsa da – ölümüne kadar erkeğe bağlı / muhtaç kılmamıştır. Ancak, ne yazıktır ki erkekler, kadınları her zaman susturmaya çalışmış, bastırmış, onları daima çekinik olarak görmüşlerdir. Erkeklerin her zaman rakipleri erkeklerdir. Kadınlarınsa, kadınlar. Yok mu bu düzeni değiştirebilecek bir cân-ı gönüllü?
Söyleyin bana, kadınlar her zaman bulaşık yıkayarak mı buruşturacak parmaklarını? Bir kadına neden bir masa başı yakışmasın ki canım? Yok ya, kadın beceremez mi? Allah, hepinizi “bir” yaratmadı mı? Geçiniz efendim, geçiniz o klişeleri. İnsanoğlunun yapamayacağı şey yok! “Dünyanın düzenini erkeklere bıraktık da noldu?” deyip, feminist bir tavır takınmayacağım kesinlikle. Ben burada hak eşitliğinden ve yıllardır süre gelen önyargıyı kırmaya çalışmanın verdiği rahatsızlıktan dolayı dil (değil kelime) dökmekteyim.
Orkid reklamlarının “Çocuk da yaparım kariyer de” sloganından sonra bir hışımla kalkıp da “Ben de iş sektörüne gireceğim.” “Benden de bir cacık olur.” diye hoplayan hanımlarımızı tabii ki aranıza almayın sevgili kariyerli beyler, bağyanlar. Çünkü insan reklamlardan alacağı akılla adım atacak hele hele iş sektörüne girecek, aman aman bir de kariyer yapacaksa; yandık! İyisi mi, reklamı hatta ve hatta kadın programlarını kaldıralım. Hatta ne dersiniz, evlerdeki televizyonları mı toplasalar, ne? Belki kitaplar rağbet görür. Eskiler anlatır, zamanında kitapların reklamları yapılırmış. Durun, reklamcı arkadaşımı arayayım, patronuna bir sorsun. Kitapların sayfalarının anlaşılmaya ihtiyacı var. Eh, insanlarımızın da beyinlerinin yoğrulmaya tabii ki.
Velhasılıkelam, ev hanımlarımızın evlerinde 7/24 kalmalarına son derece (!) karşıyım. Bu hem fiziksel hem de psikolojik açıdan zararlı bir durum. Tüketicinin sektörüne çok güzel bir yatırım sağlar bu durum evet, evet. Ancak bireysel kayıpları çok olur. Messela yaniğ’lerden bir iki tanesi: Kadın evde oturur, oturur, oturur, oturur ve yine oturur; sonunda kilo alır. Sonra komşularıyla oturur, oturur, oturur; der ki, kocam beni aldatıyor. Bir başlar rekâbet. Sen güzel olursun, yan komşu senden güzel. Sonunda hepiniz birbirinizden güzel. Bir kadının evinden hiç çıkmıyor oluşu fenayken, çıktığı zamanlarda da “evi için” çıkıyor oluşu daha fena bir durumdur. Bu fena durumlar toplanır, kadını fena durumlar içine sokar. E yuvayı dişi kuş yapar, dişi kuş fenalaşırsa; yuva fenalaşır. Evin çocuğu depresyona girer, evdeki ortamı okula taşır. Evin erkeği eve geç gelmeye başlar, zamanla yakasındaki ruj izlerini silmeye bile gayret göstermez. Bu durum da trajikomik bir hâl alır. Kocasını ısırdı Döndü, bu bir kısır döngü diye diye gider üçüncü sayfa haberlerinde...
Ev kadınlarının psikolojisini ev kadını olmayan anlayamaz. İyisi mi siz anlamak istiyorsanı Nazlı Eray’ın “Monte Kristo” adlı öyküsünü okuyun. Öyküye hâkim olan “O” anlatıcısı, Nebile adlı öykü kişisinin her halinden haberdardır ve bizi Nebile’nin her halini anlatır. Nebile, “dört duvar” olarak betimlenen evinde sabah akşam, yemek – temizlik – (ev için) alışveriş – yemek – bulaşık döngüsünden bunalmış bir kadındır. Bu nedenle siz ona koskocaman Amerika’yı da verseniz, bu sorumluluklar üzerinde oldukça Nebile kendini özgür hissedemez; daralır, her yer ona dört duvardır. Monoton yaşamından dolayı daralan Nebile, kendine ait olan mahrem bölgesinde; çamaşır odasında, kendine ait olan bir objeyle; çatalın arkasıyla, durmadan; sabah akşam bir tünel açma yolunda ilerler. Bu tünel onu, kendine ait; mahrem bölgesinde; Selahattin Bey’in fotoğraflarını bastığı karanlık odaya götürecektir. Ancak Nebile nereye doğru kazı yaptığını bilmeden gün be gün kazısını sürdürmektedir. Arada bir alışverişe çıksa bile, içinden kaçmak, uzaklaşmak, bir daha eve dönmemek geçmez, geçemez. Çünkü kolunda, elinde sorumlulukları (lahanasıydı, dolmasıydı) yatar. Onlar oracıkta bırakıp kaçamaz. Eve gidip yemek pişirir. Nebile, kendini düşündüğü gibi, evliliğini de düşünür; “Sinemaya gidelim mi?” diye sorar kocasına. “Ne sineması, vaktim mi var sanıyorsun.” Nebile, saçına başına bir şey yap. Nebile, yemek neden yine aynı, farklı bir şeyler yapsana be kadın. Nebile, Nebile, Nebileeee, Nebile! Neeeebiiiileeeeeeee?! nebile. nebile. nebile. nebile. nebile. ...
Metin Bey’in, eşine Nebile Hanım’a sevgi sözcükleri kullanmıyor oluşunun yanısıra, emir kipleri kullanıyor oluşunu da farketmedim değil. (Eşitlikten söz ediyorken, Nebile’yi kocaman yazmam sizin de dikkatinizi çekti değil mi?) Nebile, sesini çıkarmamış; yemeği değiştirmiş, saçını başını yaptırmış, en güzel kıyafetini giymiş; sonra n’apmıştır? Kazdığı tünelden bilmediği dünyaya, bir umuda doğru yol almıştır. Öykünün ana izleği olan bu çıkışsızlık, tünelin sonunda varılan Selahattin Bey’in karanlık odasında son buluyor sanılmasın sakın. Nebile, ev hanımı olarak, hatta anlatıcıya göre bir “kadın” olarak, - yani özünde – bir çıkışsızlığın ortasına doğmuştur. Bu çıkışsızlık, ezilmişlik, erkeğin yanındaki ötekilik, kadının daima önünde götüreceği alnına erkeklerce yazılmış bir kaderdir. Nebile, nereye kaçarsa kaçsın; çıkışsızdır. Nitekim öyle de oldu. Nebile, Selahattin Bey’le aşk yaşamaya başladı. Onun metresi oldu. Selahattin Bey’in eşi evde olmadığı zamanlar, karanlık odadan çıkıp tuvalete gitti, geldi, karanlık odaya kurulan yatağa uzandı, Selahattin Bey’in gelmesini bekledi. Nebile’nin günleri böyle geçti. Kendini anlatıcının betimlediği dört duvar evden, gerçek bir dört duvara, üstelik gerçekten karanlık bir dört duvara özgür kıldı. Nebile’nin bu yaptığı özgürlük değil, bir kaçıştır. Nebile’nin, Selahattin’e “dayanamayıp” sorduğu bir soru vardır. Evin hanımı, bulaşıkları neyle yıkamaktadır? Omo ile mi? Pril ile mi? Nebile’nin hayatı, nereye giderse gitsin; budur. Nebile, öykü boyunca karanlık – aydınlık arasındaki kaçışta şekillendirilmiştir. Evi, dört duvar olarak bir karanlıkken. Selahattin Bey’in karanlık odası onun için bir aydınlıktır. Ancak zamanla, evin hanımı olma hayali, karanlık odayı gerçekten karanlık kılar. Nebile yine, yeni ve yeniden aydınlığa çıkma umudu içinde beklemeye koyulur.
Erkekleri anlamıyor değilim. Kapitalist sistemi ve getirilerinin ne olduğunu bilmiyor değilim. Zamansızlıktan yakınmıyor, 7/24 eşlerinizle sevişmenizi tavsiye ediyor, üstüne bir de hayalperest oluyor, değilim. Değilim de değilim. Hayatının döngüsünde ev ve ev işleri, şimdilerde de moda olan sabahımızdan akşamımıza en popüler televizyon kanallarını kaplayan, kimimizi de kapsayan kadın programlarına kendini adamış, adeta bir andreoit gibi yaşayan ev hanımlarınadır ağırlıkla sözüm. Eğer siz de benim geçenlerde sohbet edip, fikrini alma gafletinde bulunup; eşinin kitaplarını evinde yakacak olarak kullanan ev hanımı gibiyseniz, yazımın burasına kadar gelip, sevgi ve saygı değer gözlerinizi yorduğunuz için teşekkür mü edeyim, özür mü dileyeyim bilemedim. Siz de bu yazıyı pek bir sıkıcı, hatta “iki söz söyledi balkabağı” kıvamında gördünüz sanıyorum ki. Buradan saygıda kusur ettiysem özür diler; saygı – sevgi hakeden, kendinizi unutup, kocanıza, evinize, çocuğuza eskittiğiniz, yıprattığınız, bakımını ertelediğiniz ellerinizden öperim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.