- 2506 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Ana Yüreği Olmayan Anam (Konuşmadan Yaşayan Çocuk)
Ceplerine soktuğu, üşümüş ellerinden birini çıkardı, başlığının kulağını açıkta bırakan tarafını çekti kulağının üstüne. Avuç içiyle iyice bastırdı başlığı kulağının üstüne.
Soğuğu mıknatıs gibi çeken, açık göğsünü kapamak içgüdüsüyle çekiştirip durdu ikide bir, düğmesi kopuk, yakası yıpranmış gömleğini. Güneşli, bahar havasının yarı soğuk gökyüzünde dans eden uçurtmaları soğuk gülücüklerle seyretti sabahın ayazının iliklerini donduruyor olmasına aldırmadan.
“Babam, rahmetli babam olsaydı, bana da yapardı” diye hüznünü üfledi şaklayan dişlerinin arasından. Üfürdüğü buhardan mı, baba deyişinden mi, azıcık ısınmıştı yüreği. Ya da izlediği çocuksu uçurtma sevgisi unutturmuştu yüzünü morartan, burnundan sümük akıtan, iliklerini donduran soğuğu. Babasını hiç anımsamıyordu. Sokakta görse tanımazdı. Hani bazı filmlerde izlediği gibi, bir kolye olsun bırakmamıştı ona. Onları terk edip gideli belki yüz yıl olmuştu.
…Acaba şimdilerde gelse… Beni tanır mı?
Sever mi beni?
Beni anımsıyor mudur?
Şu an çıkıp gelse rahmetli babası…
Neden rahmetli?
Çünkü anası öyle diyor.
Evini, çoluk çocuğunu terk edip gidenlere öyle deniyormuş.
Ölenlere denmez mi; rahmetli diye?
Olsun, onun için hiç fark etmez. Yok yoktur. Yanında olmadıktan, ona uçurtma yapmadıktan sonra ha var ha yok, ha ölü ha sağ…
Artık dayanamayacaktı. Boynu bükük, tuttu evin yolunu. Ev daha mı iyiydi sanki? Her gittiğinde çoğunlukla ağlarken bulduğu, kara gülmez suratlı annesi yine azarlayacak, içinde biriktirdiği günlük öfkesini, sıkıntısını ondan çıkaracaktı. Bahçe kapısına vardığında ‘Kardeş’ belini kamburlaştırıp, kuyruğunu sallayarak karşıladı. Alıp kucağına oturdu yıkık bahçe duvarının hemen dibindeki kütüğün üstüne. İyice bastırdı kucağına. Bu şefkatte sevginin yanında soğuğun da payı vardı. O da olmasa; sarılıp yatacak, bir vücut sıcaklığı alacak, dertleşecek kimsesi olmayacaktı.
Adı, Şemsettin ama herkes Şemsi der kısaca. Şemmo da derlerdi ama o bu adını hiç sevmezdi. Hem böyle basit yaratıkların adını kim uzun uzun ve tam söyler? Çoğu, “Şemsi” bile demez ya… Şemsi denmesi onunda hoşuna gidiyordu. Diğer adı çok uzun ve sıkıcıydı. Kendisi de çok sevdiğinden, Kardeş’e ‘Gadaş’ derdi, ne olmuş ki? Ona sarılıp, ısınarak geçirirdi uzun kış gecelerini... Bir keresinde açık kalan sırtına yorganı çektiğini gözleriyle görmüş, annesinin aldırmazlığı yanında dostunun yakınlığını, koruyucu davranışlarını iki damla gözyaşıyla işlemişti, sevgiye, şefkate aç yüreciğine. Ellerini yüzünü yalarken içinin sıkıntılarını temizlemeye çalışır gibiydi Kardeş.
Bu gün de çok buruk ve sıkıntılıydı. Kedi, bir süre hüzünlü bakışlarla süzdü onu. Karşısına geçip oturdu ve miyavlayarak bir şeyler sordu sual etti. Ayaklarının arasına uzanıp yüzüne baktı bir süre. Doğruldu, yine sırtını kamburlaştırdı, yüzünü yaladı. Bu kadarına dayanamazdı. Bunca sevgi… Uzun kara kirpikleri titreşti nemlenen gözlerini ışıkla buluşturmak için. O güzel, çocuksu gözler donuklaşıp dolaştı boşlukta bir süre. O bakışlarla eksikliğini duyduğu her şeyi bulmaya, tamamlamaya çalışıyordu. Kardeş ilgisizlikten, dostundan yüz bulamamaktan sıkılmış gözlerini kapamış uyuyordu biraz ötesinde. Bir süre süzdü uykulu dostunu. Yüreği ılık ılık sevgiyle kaynadı, belki de acıdı ona. Belki acıdığı onun duruşunda gördüğü kendisiydi. Üzerine doğru uzanıp elleriyle okşadı, öptü, doğrulup acısı okunan gülümseyişle seyretti uyuyan kardeşi’ni. Bir mırıltı yerleşti dudaklarına. Önce, kedice sanıyordu. Değildi… Adını, makamını bilmediği bir türküydü dudaklarını kımıldatan. Kendinden, hatta her şeyden uzaklardaydı düşünleri, bakışları. Babası geldi aklına! Ne kadar da anardı o yüzünü hiç görmediği babasını? Neden anımsar ki sanki? Annesinden beş beter olmadığını nereden biliyordu? Değerli oluşu, sevgiyle anışı, başkalarının babasından gördüğü babalıktan mıydı? ‘Rahmetli/sini söyler, ‘baba’yı önüne koymadan nedensiz, bilmediği bir sevgiye açardı göz pınarlarının musluklarını.
Üşüyordu. Tiril tiril titriyordu oturduğu yerde. Hemen önünden geçenlerden biri dönüp yüzüne kötü kötü baktı;
“Bizimkiler olsa şimdiye donmuş gebermişti. Baksana dokuz canlı bunlar…” O haliyle ne denmek istendiğine ayıracak ne aklı, ne enerjisi vardı. Çirkin bir çift göz ve kıpırdaşan dudaklar…
O, oturduğunda güneş aşmak üzereydi. Şimdi sabahın eri… Geceyi burada mı geçirmişti! Yaşadığını sandıklarının birçoğu rüya mıydı yoksa? Günler ve gecelerce, sokak itleri gibi sokaklarda kalsa anasının arayıp soracağı yok. Ne kadar dertli, sıkıntılı olursa olsun, anası, anaydı ama sonuçta. Hiç doğurmasındı. O mu istemişti o ananın çocuğu olmayı? Fazla ilerisini düşünecek durumda değildi. Zaten bu kadarı yetiyordu. Fazlasını düşünüp de ne yapacaktı? Uyuşuk bacakları taşımadı bedenini, tekrar çömeldi olduğu yere. Elerini ovuşturarak ısınmaya, uyuşuk kollarını bacaklarını açmaya çalıştı. Gözlerinden yaş akıtan, vücudunun tanımadığı bir yerlerini tuz dökülmüş yara gibi yakan haline aldırmadan yine gözlerine ilişen yüzlere gülücükler gönderiyordu. Dönüp kirli perdeleri açılmamış pencerelerine baktı evlerinin. Anasını görmeyi umuyordu, yok… Kapıyı açsa… Ses yapacak… Uyanacak, azarlayacak… Eline bir lokma ekmek tutuşturmadan kulaklarını çekip güneşten ayazdan yanmış yüzüne, acıyacağını hesaba katmadan tokat atacak. Buğulu gözlerini dikti evlere, dağlara, ağaçlara…
Saatler geçmiş, gün ilerlemişti. Onun için gün, iki zamanlıydı; sabah olur gün doğar, akşam olur gün batar. Bunun dışında zamanın hiçbir anlamı yoktu Şemsettin için. Bazen rastladığı çocuklar, eve öğlen yemeğine gidiyorum dediklerinde pek anlam veremez, başını sallayıp geçer, “ne garip şey” diye. Eline ne, ne zaman geçti, at ağzına, yut gitsin… Kahvaltı derler, öğlen yemeği derler, akşam yemeği derler… hıh! Saçmalık. Hepsi bir parça ekmek değil mi? Ne zaman buldun at ağzına… Şemsi böyle törenlere gelmez, sıkılır. Sabah akşama kadar sokaklarda aç. Yatarken de farklı değildir çoğu gün. Hava kararmazsa eve gitmek neyine? Sokaklarda özgür, sokaklar evden daha sıcak onun için. Oyun oynayan çocukları izler, kaçan topları tutup onlara verir, verilen artıkları yer! Binmecesine oyunlarda eline tutuşturulanların karşılığı onun sırtına binilir, oyunu kaybeden çocuğun yerine. Böylece oyuna alınmış, oyun oynamış sayar kendini. O günlerin gecelerinde altına kaçırdığı olur çoğunlukla. “Gene mi altına culladın?” ve azar listesini baştan sona okur tepesine dikilen anası.
En kazançlı yerler piknik alanlarıdır onun için. Yağmurlu havaları hiç sevmez.
Oyun oynayan, piknik yapan çocukları açık denizlerde gemileri izleyen balıklar gibi izler. Bazen çok güzel şeyler tutuşturulur eline. Bazen yiyenleri izler yalnızca ağzından salyalar akıtarak kedilerle, köpeklerle. Her ağza atılan lokmaya ağzını açar; “Şunu bana verseler bir ağızda yutarım.” Derken onlar çiğnemekle uğraşırken o ağzına girmemiş lokmayı, dişi dokunmadan yutar. Kuşları, böcekleri, sıçrayıp konan çekirgeleri seyretmek, hatta gözlerini tozla, çöple dolduran rüzgârlar bile dışarının sunduğu güzelliklerdir, mutluluklardır. Mutluluğun ne olduğundan habersizdir, tadımsızdır. Bazı şeyler iyi şeylerdir, o kadar. Onlarsız öksüzdür…
Yatağına uzandığında üşüyordu o gece. Sıcak yaz gecelerinde üşümek de neyin nesiydi? Yırtık ve söküklerinden purtları dışarıya fırlamış yorganına sımsıkı sarıldı. Kendinden başka, kendisini ısıtacak, sarıp sarmalayacak kimi vardı ki? “Kardeş! Kardeş!” diye seslendi zifiri karanlığa, yanıt alamadı.
*((( Gözleri akarken uykuya Eren ile Ersel geldi aklına… Derenin kıyısında ne güzel balık avlıyorlardı iki kardeş. Eren, oltasına takılan ları alıp atıyor, Ersel atılanları hemen kapıp poşete koyuyor. Akşama anneleri ızgara yapacak oturup yiyecekler ailece. “Keyif onların keyfi… İyice sokuldu ızgaranın yanına. “Bana da verseler bir iki tane” diye bekledi… Verseler ne olacak? Önceki verdiklerini ne yaptım? Annem ; “kim uğraşacak onlarla?” deyip pencereden dışarıya atmadı mı? “E, canım, pişmişini verseler.” Yani. İki kardeş güle söyleye ne güzel vakit geçiriyorlardı. Daha bir asıldı yüzü. Bir acı bir hüzün sızlattı her yanını.
Titrer gibi olmuştu. Sırtını, güneşin tüm ısısını stoklamış siyah bir kayaya dayayıp çömelmişti oracığa boynu bükük. Derin, yaşına… Yaşına uygun olası duygularına uymayacak büyükçe bir “off!” akıttı ciğerlerinden, göz alabildiğince uzanan vadiye. “Anam herkesin anası gibi değilse, bari bir kardeşim olaydı.” Diye içlendi. Önceleri böylesi duyuşlara fazla dayanamaz hemen oturup ağlardı. Şimdi ağlayamıyordu ki rahatlasın. Kocaman kocaman düğümler yakıyordu boğazını, ağlayamadığı zamanlar. “Kardeş” derken kedisini, can dostunu, tek sahibini anımsadı. O da kardeşti ama gerçek kardeş kadar her yerde kardeş değildi. Ona dışarıda kardeş gerekti. Birlikte balık tutacak, oyun oynayacak, onu koruyacak kardeş gerekti. Bir pisik ne denli kardeş olurdu ki? Öylece, hüzünle, yoklarına sarılarak uykuya daldı. Ayıkken adresini bilmeyen gülücükler her zamanki gibi uykuda aldılar yüzündeki, dudaklarındaki yerini. Demek hâla zaman zaman rüya görüyordu.)))*
Gece o kadar rüya gördü ki, sabah kaktığında hiç birini tam olarak anımsayamadı. Hem neye anımsasın ki? Anlatacak, anlattıklarını dinleyecek kimi vardı sanki? Yoksa... Acaba! annesi dinler miydi onu? Olacak şey mi? Bir balığı olsun pişirip eline vermeyen anne, oturup dakikalarca anlatacağı rüyasını dinleyecek, he? Hiç sanmıyordu. Onun için anne; azarlamak, canı sıkıldıkça ağlamak, artakalan zamanlarda iş olsun, boş kalmaktan sıkılmasın diye ona dayak atmak demekti. Diğer çocukların anlattığı ana yüreği onun anasında yoktu. “Her canlının yüreği, kalbi vardır” diyenler onun annesini hesaba katıyor olamazlardı. Çevrede gördüğü birçok canlıda vardı ana yüreği; kediler, köpekler, tavuklar, inekler nasıl korur ve severlerdi yavrularını? Tavuk civcivlerini, en ufak tehlikede kanatlarının altına saklıyordu. İnekler evdeki körpe danalarını bir an önce emzirmek için sürüden önde koşuyordu. Kedilerin köpeklerin emzirişleri, dilleriyle yavrularını okşayışları… Kuşların yiyecek taşıması… Tümü ana yüreğiydi ancak onun annesinin yüreği yoktu. Demek bazı canlılar yüreksiz-kalpsiz olabilirmiş… Avuçlarına aldığı balıkta, serçeyi avuçlarına aldığındaki yürek atışlarını hissetmemişti. Gerçekten bazı canlıların yüreği yoktu demek, anası gibi!
Hava açık ve sıcak… Bir tek bulut, en ufacık bir leke yok gökyüzünde. Çoğu zaman olduğu gibi bu gün bulutların gölgesini istemiyor. Terliyor ama gölgeye sığınmayı aklından bile geçirmiyor. Ayaklarını sürüye sürüte yürüyor… Yürüyor… Nereye gideceğini düşünmesine gerek yok, gidiyor işte. Patikaya varıyor, yer yer kumlu. Yol kenarındaki taşlara burnu delik tabanları yırtık ayakkabılarıyla dokunup yolun dışına fırlatıyor yürürken. İçinden neler geçti bilinmez, sert bir ayak savurdu yusyuvarlak beyaz çakıla. Aynı anda acıyla kıvranıp yere çöktü. Başparmağından akan kanı görünce ağlamaya başladı. Eliyle kanayan parmağını sıkarak kanını durdurmaya çalışırken gözlerinin yaşı gittikçe artıyordu Şemsi’nin. Şimdi acısı o kadar yokken neden ağlıyordu ki? Üstelik kanı da durmuş akmıyordu önceki gibi hani. Kalktı, geriye, eve dönmek hiç mi hiç gelmiyordu aklına. Az ilerideki dereye doğru yürüken elerini, yüzünü, ayağının kanını yıkamak geldi aklına. Yol boyu, açlığını adını bilmediği ancak yendiğini bildiği otlarla gideriyordu. Aç karna yeşil ot, kavurucu sıcak, başı ağrıdı, midesi bulandı. Dereye zor attı kendini. Başını suya sokup rahatlamak isterken yemyeşil oldu önünden akan su. Eğilir eğilmez tüm yediklerini çıkarmıştı. Bir eliyle suyun içindeki kafasını iyice ovdu. Ayaklarını iyice yıkadıktan sonra suya daldırıp kenara koyduğu eski bereyi tekrar kafasına geçirdi.
Üzeri oturmaya uygun, kavurucu sıcakta kocaman bir ağacın gölge saldığı kayaya çıkıp dinlenmek istedi. Tam uzanacakken, otların kımıldayışı ve duyduğu sesle irkildi, yılan olur korkusuyla vazgeçti. Etrafa bakındı. Yaşları on-on iki, bir grup çocuk ileride, derenin o geçesinde (öte kıyısında) piknik yapıyorlardı. Sebzeler, meyveler, etli yiyecekler, semaverde çay… Bunca güzel, nefis şeyleri lokma lokma koparıp yiyorlardı manıyaklar. “Ben olsam, bana verseler, her birini çiğnemeden, bir ağızda yutarım !” açlıktan, canı çekmişlikten irileşmiş, adeta yerinden fırlayacak gibi olmuştu gözleri. Bu sözler ağzından çıkarken, sesi intikam veya bir hayıf tonu taşıyordu. Onlarla birlikte yutkundukça soluğu sıklaşıyor sesi titriyor, kısıklaşıyordu. Çocuklardan biri fark etti Şemsi’yi. Yardığı tam somunun içine ne varsa doldurdu. Şişenin içinde kalan kolayla birlikte getirdi. Arkadaşlarının yanına varıp geri döndüğünde Şemsi’nin eli boştu. Hayır, hayır yemiş olamazdı! Yutamazdı! Diğerleri o yürürken görmüşlerdi her şeyi. Korku ve şaşkınlıkla bakıyorlardı! Kalanları temizleyecek birini bulduk diye çağırdılar sofraya çöpçü balığı! Kıtlıktan çıkmış gibi, Agop’un kazı gibi, değirmen gibi atıyordu durmadan yiyecek ne varsa. Sofrayı çevreleyen halkadakiler, hareketsiz onu izliyorlardı. Onun ise kimseye aldırdığı yoktu. Anası gelse eline sofrada, atardı ağzına. Karnı doydukça gözleri etrafı görmeye başladı. Çok utandı. Halkadakiler izlemeyi bırakmış fısıldaşıp, gülüşüyorlardı ona, “Çöpçü balık” a bakarak. Yoksulluğuna rağmen yine de anorluydu, bir gururu vardı onunda. Fısıldaşıp gülüşmelerin kendisiyle ilgili olduğunu pek ala sezebilirdi. Karnını doyurmadan utanmayı akıl edememişti. Hiç sesini çıkarmadan ayağa kalktı. Aşırı tıkınmanın ağrıları adımlarına engel oluyordu. Derenin kıyısındaki ağacın gölgesine zor ulaştı. Uzanıp kafasını gömdü suya. Uzun süre, ara ara soluklanıp tekrar tekrar daldırıyordu. Suyun ve gölgenin verdiği rahatlıkla arkaya çekilip ağacın gövdesine yaslandı. Rüzgâr, sevgi dolu elleriyle yanaklarını Kardeş gibi yalayarak geçiyor, rüzgârın yapraklardan çıkardığı ses gözlerine uykuyu davet ediyordu.
Eve erken ya da geç gelme gibi bir telaşı asla olmazdı. Kimse onu sorgulamazdı ki oda yanlışın doğrunun, iyinin kötünün farkına varsın, davranışlarını düzenlesin. Her şey kendi elinde, daha doğrusu kendiliğindendi. İstendik değil, istem dışıydı tümüyle yaptıkları. Şemsi için fazla adım yoktu, ne kadar yürüyebilirse… Duracak bir nedeni olmadıkça, nereye dek gideceğini önceden belirlemek diye boşa yormazdı kafasını.
Böylesine masum, böylesine nedensiz dolaşırken sokaklarda hak etmediği acıları tadar, işlemediği suçların cezasını çekerdi bazen. Kavga eden çocuklardan, rakibine alt olan gelir öfkesini ondan çıkarırdı. Buna rağmen bir kavga görse, dersini almamış gibi sokulur, olacakları izlerdi veya kendine dayak atılmasını beklerdi. Dünyanın dayağını yese asla gözlerinden tek damla yaş akmazdı en küçük duygulanışların tersine.
*Yüksek bir ağacın en yükseğinde bir yuva... İçinde civcivler ötüşüyor. Anne kuş ağzında getirdiği kurtçukları, böcekleri her birine ayrı ayrı veriyor, her defasında ; “Doydunuz mu yavrularım? Yine getireyim mi?” diye soruyor onlara. Annenin sevgisine mi, civcivlerin keyfine mi özendim bilmem? Ağaca tırmanırken o civcivlerden biri oluverdim. Anne kuş annem oldu. Bir an önce kardeşlerimin yanına çıkmak, onları sevmek, onlarla oynamak annemin sevgisini yaşamak istiyordum. Tırmandıkça ağaca, sıyrılıp düşüyorum en dibe, tekrar tırmanıyorum. Kan ter içinde ulaşıyorum sonunda yuvamdaki kardeşlerime. Hemen önümdeki kardeşimi elime alacakken annem tekrar kuş oldu ve civcivine dokunmamam için bana pençeleriyle kanatlarıyla saldırdı. Elimde civciv kardeşimle, ağaçtan aşağı düştüm. Kardeşim kanatlarını açıp beni kurtarmaya çalışırken gücü yetmedi beni tutmaya. Ben kayıp aşağıya düşerken o uçup yuvaya kondu. Annem ve kardeşlerim başucuma toplandılar. Ben inliyor ağlıyordum kırılan kemiklerimin acısıyla.
“Hadi yardım edin kardeşinizi yukarıya taşıyalım, yaralarını saralım, karnını doyuralım.”
“İstemiyorum!” diye karşı çıktım, “Bana da kanat ver anne.” diyerek.
“Sana uyacak kanat yok ki bende.” dedi annem ve tekrar kuş oldu.
“Neden olmasın? Hem sen neden durmadan kılık değiştiriyorsun? Kardeşlerimin var, benim neden yok kanatlarım? Sen beni onlar kadar sevmiyorsun.”
Hiç susmadan ağlıyor, bağırıyor, diretiyorum isteğimde. Karyolasında uyuyan annemin her zamanki korkunç sesiyle uyandım; “ Zıbar yat! Ne eşek gibi anırıyorsun?” doğrulup oturdum yatağa. Uykudan uyanmış, rüyamdan kopmamıştım. Hala etkisindeydim gördüğüm rüyanın. Çünkü o rüyada yüreği sevgi dolu bir annem vardı, kardeşlerim vardı…
“Kardeşlerime veriyorsun bana vermiyorsun bir kanat. Ben de uçmak istiyorum.” Daha içli ağlıyorum. Daha içten yalvarıyorum. Anne, kardeş sözleri, yatağına tekrar uzanan insan annemi ayaklandırdı. Gelip başucuma dikildi. Onu tepemde dikili hissedince uyandım rüyamdan da… Bana nasıl baktığını, neler düşündüğünü anlayamıyordum karanlıktan seçemediğim gözlerinden, yüz hatlarından.
Ya boğazımı sıkacak, ya bir iki şamar atacak rast gele. Bozulan uykusunun öfkesini canımı yakarak dindirip, yatağına dönecek. Bana ortak olmayacak, kucağına alıp sarmayacak, sevmeyecek, dinlemeyecek beni. Hiç hatam yokken beni cezalandıran insan annem, uykusunu bozan beni hiç affeder miydi?
“Benim annem diğer anneler gibi değil. Hele kuş annem gibi hiç değil!” derken geçmişi yaşamayı yeğledi. Duyguları yine onu rüyasına kuş annenin sevgisine döndürmüştü. Anne hala başucundaydı, gölgesi simsiyahtı. Göremiyordu ama gözleri kırmızı kırmızı ve ateş saçıyordu! Kim bilir, belki o ateş sevgi sıcağına dönüşmüş olabilirdi? “Acıyordur bana, gözleri şefkatle parlıyordur… Şimdi başımı alacak kucağına, okşayacak, anlatacaklarımı dinleyecek beni sakinleştirecek… Nerde… Annem, ana yüreği taşımıyor…”
“Hadi, geber yat! Senin kardeşin mi varmış?” Şemsi yorganı çile, yastığını taşa dönüşmüş umut yapıp büzülürken yatağında anası da dönüp gitmişti yatağına.
…yakınlarından komşularından çok küçükken dinledikleri, hançer yarası gibi sol böğrüne saplanıp saplanıp kıvrandırmaya başlamıştı Şemsettin’i. İnsan kendi doğumunu anımsar mı hiç? O anımsıyordu…
Bir kış günü annesi doğum sancılarıyla kıvranıyordu. Baba sabaha çıkmıştı kirpik vurmadan. O zamanlar, oturdukları köyden şehre gitmek pek kolay değildi. Annenin çığlıkları yeri göğü inletir gece boyu. Sabah şafak atarken baba çaresizlikle ellerini ovuşturup turlar atıyordu örtmenin (avlu, ayvan) o başından öte başına. Netsin zavallı baba, ulaşım olanaksız denecek kadar güç ve tehlikeli. Doğum işinden anlayan tek yaşlı kadın da geçenlerde dünyasını değiştirmişti. Köyde doğum yaptıran yaşlılardan kimse kalmamış. Yeni yetmelerden birileri akıl edip de öğrenmemiş bu en yaşamsal zanaatı. Dışarıda kar ve tipi artmış. Çaresiz… Aniden gözlerinde bir ışık yanıp sönmüştü! Nasıl da akıl edememişmiş komşu Hıdır’ın tek atlı kızağını… “Kurt dumanlı, karlı havayı sever. Nasıl etsem? -Yanıma baltayı, iyicene bileyip sakladığım orağı alırsam…-Yakın köyden ebe kadını alıp bir solukta gelsem…” Ama o gelmez. Öyle kimsenin ayağına gidecek türden cadı değildir o. Kolunda, ne mühim bir sanat bileziği taşıdığını, her isteğinin anında yerine getirileceğini çok iyi biliyordu o bunak fırsatçı. Beş-on köy ona bağımlı ya, ağıra satar kendini. Tüm bunları içinden geçirerek yol alırken kocakarının odasında buldu kendini baba. Ebe karı, güçlükle kurtardı anayı ve Şemsi’yi. Baba, ebe nineye beş metrelik pazen fistanlık sözü vererek ayrılmışlardı. Dönüş yolunda tekrar artmıştı kar, tipi… Doğumda halsiz düşen anne kucağında bebeğiyle kayıp düşmüş kızaktan… Bebeği sarıp sarmaladıkları kanlı çaputlar açılmış, taze doğum kanları karlara bulaşmıştı. Kan kokusu, kış gecesi… Neyse, sonunu hiç bilmezsek daha iyi!
Şemsettin işte böylece; hayata, toprağa basarak değil, karlara yoğrularak başlamış anasının kucağında. Ve o kucak hiç sıcak sarmadı Şemsi’yi bu güne dek. Bunca garametle dünyaya gelen çocuk ne gün görecek, ne umacak tipiyle başlayan yaşamdan? Yazgısı karların üstüne tipiyle savrulmuş bir kere…
Oh mu desin, ooff mu desin garip? Sanırım ilk kez akşam olduğuna seviniyordu, nedenini düşünmeden. Aslında nedenlere, niçinlere, nasıllara pek aldırmazdı, hem yaşamında gerekli değildi bunlar. Ne gelirse onu yaşar… Bu günmüş, yarınmış, sabahmış, akşammış… Her gün gibi bir gün geçirmişti ufacık ayrıntıyla; kaçan topu, yanından geçerken yakalayamadı. Tek ama önemli ayrıntıydı bu, bu günkü yaşamında!
Top, yuvarlana yuvarlana yanından geçip derenin suyuna indi ve akmaya başladı. Topun peşinden koşan her çocuk, yanından geçerken küfrederek, ya şamar, ya tekme attı Şemsi’ye. “Uzandım tutamadım. Benim ne suçum var? Sanki ben mi oynuyordum?” demedi, diyemedi. Öyle işte… Yerde bir çaput yığını gibi, gelen pat! Giden çat! Küfür rüzgâr, o çöplük, meltem bile tozutmaya yetiyor… Topu tutup dönüşlerinde de aynı sevgi, acıma! Orhan, yanından geçerken elinin tersiyle yüzüne bir tokat attı, yüzü al kanlara boyandı garibin. Hiç ağlamıyordu. Başını öne eğmiş parmaklarıyla akan kanı durdurmak için burnunu sıkıyordu. Orhan, bazen onu oyuna alıyordu, neden böyle yapmıştı? “Onunla artık konuşmayacağım” diye geçirdi içinden. Orhan, yüzündeki kanı görüp üzerine gelince korkuyla gülümseyerek biriki geri adım attı Şemsi. Artık vurma bir şeyim yok… Ya da özür dilerim, seni üzdüm galiba. Kanadıysa kanadı canın sağ olsun, hata benim/lerden bir anlam taşıyordu bu geriye adım atışlar. Orhan, bir süre yüzüne baktıktan sonra dönüp koştu arkadaşlarına.
Olanları pencereden izleyen Orhan’ın annesi elinde kâğıt mendillerle çıka geldi. Kâğıt mendille olacak iş değildi. Elinden tutup eve götürmek isterken hiç direnmedi Şemsi.
“Burnumun, yüzümün kanını yıkadı. Tabanı ve burnu biraz yıpranmış çoraplar, gıp gıcır kısa kollu gömlek giyindirdi. Sıcak süt kek… Üff bir karnımı duyurdum ki. Olanları anneme söylememem için sıkı sıkı tembih etti.” Hoş, bunda ne kötülük vardı? Neyi söyleyecekti anasına? Ola ki söyledi, sıcak sütle kek mi verecek, ayağını, sırtını mı giydirecek, eline uçurtma mı tutuşturacak anası? Ağlamayı kesip, oğluyla ilgilenecek mi anası? Gidip Orhan’dan ve diğerlerinden hesap mı soracak?
Karanlık iyice bastırmıştı eve yaklaştığında. Dar avludan geçerken kulaklarına bir uğultu çöktü. Arkasından onu yakalamaya çalışan eller uzanıyor gibiydi. Dönüp arkaya bakmaktan korkuyordu. Kulaklarında yalnız uğultu değil, şimdi soluk sesi de vardı. Adımları sanki onu geri götürüyordu. “Anne” diye bağırmak istedi, sesi çıkmadı. Tüm vücudu alevler içinde, kanı kulaklarından fışkıracak sanıyordu. Karanlıklarda sokaklarda kaldığında da çok yaşıyordu bu duyguyu. Oda kapısına geldiğinin farkında değildi! Gürültüyle açıldı dokunduğunu fark edemediği kapı. Annesinin, dünya yıkılsa haberi olmazdı. Böyle olması daha iyiydi Şemsi için. Pencerenin aydınlığından görünen yatağına bıraktı kendini halsiz. Kardeş miyavlayarak yanına sokuldu. Kuyruğunu dikip belini kamburlaştırarak, sürüne sürtüne etrafında turlarken yüzünü, ellerini yaladı. Hemen her gece, odayı dolduran mırıltılarla, birlikte yakalarlardı uykuyu. Ancak bu gece öyle olmadı. Uykuya dalacakken, üzümlü kekler, sıcak bol şekerli süt geldi takıldı uykusuna. “ Keyif senin keyfin…” Kardeş uyandı, “Miyavvv” dedi. “Sana demedim, Orhan’a dedim.” Diyerek açıklık getirdi kedisine gülerek. “Senin, benden artık neyin var ki keyfin olsun?” derin bir iç geçirdi, gözleri hüzünlenmişti. Orhan’ın annesinin verdiği kuyruksuz uçurtmasını anımsadı. Pencereden sızan ay ışığında yüzündeki hüzün yerine neşenin gün ışığına dönüşmesi yansıdı. Aslında o mesafede ve o aydınlıkta uçurtmayı göremiyordu. Görmesi de olanaksızdı. Ama o görüyor gibiydi… Dişlerini gösteren gülüşü pek azdı Şemsi’nin, şimdi dişleri görünüyordu. İlk kez bu gece gülerek uykuya geçti.
Sabah uyanır uyanmaz uçurtmasını sakladığı yere giderken etrafta göze çarpan renkli süslü kâğıt, bez, naylon ne gördüyse aldı. İpi uzundu ama kuyruğu yoktu uçurtmasının. Yamacın hafif esintili tarafında bir taşın üzerine oturup uçurtmasını elden geçirmeye karar verdi. Topladıklarıyla yaptığı kuyruğu uçurtmaya iliştirmek çok yormuştu Şemsi’yi. Aniden kopan bir top rüzgâr uçurtmayı metrelerce ileri fırlattı. Ardından koşup yakaladı, tekrar döndü kayanın üzerine. Yüzü gülüyordu. Mutluluğuna diyecek yoktu. Uçurması uçmaya hazırdı artık. İpin ucunu yakınındaki, dikenli, kupkuru bir çalının gövdesine bağlayıp ortalardan tutarak yamaca aşağı koşmaya başladı. Durmadan yükselip alçalıyordu uçurtması. Ele avuca sığmayan neşesiyle birlikte tüm duygularını püskül püskül uçurtmanın kuyruğuna iliştirmişti. Artık alabildiğince sonsuz bu gökyüzü onun ve uçurtmasınındı. Sevinçten hafifleyen kütlesiyle, gökte dalgalanan, süzülen uçurtmayla dans ediyordu bulutların üzerinde.
Hava bulutlarla kaplanıyor, rüzgâr artıyordu. Tufan kopsa uçurtmasını bırakmaya niyeti yok. Doyasıya oynayacaktı. Oyunsuz, oyuncaksız geçen günlerinin acısını çıkarmaya kararlıydı. Bağladığı çalıdan çözdüğü uçurtmanın ipini bileğine doladı, yamaç aşağı koştu. Sanki kendisi yükseliyordu uçurtma yerine göklere. Yağmur çiseliyor, şimşekler peş peşe çakıyor kimin umurunda. Bir ara havanın açılır gibi olması neşesine neşe katmıştı. Öyle bir kaptırmıştı ki kendini, kıyamet kopsa haberi olamazdı, ha bire koşuyor koşuyordu. Yüksek gerilimli elektrik telleri koşu yolunun gerisinde kalmıştı. Aniden ters esen rüzgâr uçurtmanın yönünü değiştirdi. Yağmur arttıkça uçurtma ağırlaşıyor, ağırlaştıkça alçalıyordu. Tüm çabasına karşın toparlayamıyordu uçurtmanın ipini. Nedenini bilmiyordu ama sonsuz bir korku kaplamıştı içini. İlk defa bir uçurtması olmuştu, kurtarmalıydı onu. Kayıp düştü çamura yüzükoyun. Yağmurla ıslanan uçurtma ağırlaşmış bayağı alçalmıştı. Ayağa kalkmaya çalışırken uçurtmanın elektrik tellerinin üzerine hızla yaklaştığını gördü. Nerdeyse değdi, değecek! Bunun çok tehlikeli olacağını duyduğu bir olaydan anımsayınca telaşa kapıldı. Bileğine dolamaya çalıştı olmadı, dişleriyle koparmayı düşündü. O ipi koparmaya uğraşırken uçurtmanın tellere indiğini fark etmedi.
İp zamanında koptu ve rüzgârla savrulup bir ağaca dolandı. Şemsi elektrik telleriyle ağaç arasında aniden parlayan ışığı gördü. Korkuyla ayağa kalktı. Ağaç artık yapraksız, dalsız duruyordu karşısında. Sanki ağacın kıymetini bilmeyen insanlar dokunmuştu da yeşil değil, simsiyah olmuştu o güzelim ağaç. Sığındığı gölgeliklerden biri daha yok olmuştu Şemsettin ‘in. Yakınlardan olayı görenler ağacın bulunduğu yere akın ederken o, geldikleri köyden pek farklı olmayan, hatta bazı yönleriyle daha kötü olan, şehrin epey dışındaki mahallelerine doğru yürümeye başladı Elektrik tellerinin altından geçerken yukarıdan ayaklarının önüne kömürleşmiş bir iki parça çıta kalıntısı düştü. Eğilip aldı onları.
Ellerinde kömürleşmiş uçurtmanın kalıntılarıyla yürürken ağlıyordu Şemsi.
“Yoksa yine bir rüya mıydı yaşadıklarım?” derken ellerindeki parçaları iyice sıktı, batan çiviye, avuç içinden sızan kana aldırmadan yürüdü,
“Keşke rüya olsaydı. Uçurtmam artık yok.” Deyip elindekileri fırlatıp attı yolun kenarına. Ağlıyordu. Evet, evet, ağlıyordu yürürken.
YORUMLAR
Bazen olayın içinde sinizdir, bazen dışında, bazen görür bazen duyarsınız... Alınganlıktan değil; bir eğitimci olarak eleştirinin hele içten olanının en büyük dostluk ve ödül olduğuna inandığımı vurgulayarak bu da benim yoğurt yiyişim, diyorum Sn.Seynur Hanım. Siz hep eleştiriniz; kendi gördüklerinizle, ben müteşekkir kalmakla birlikte yine yanıtlayacağım büyük bir hazla. Kompozisyonel eleştirilere eyvallah ama sunum benim öz malımdır. yani beni ben edendir yazıda. İçtenlikle teşekkürümü, selam ve saygılarımı kabul ediniz efendim.
Çok duygulandıran bir hikâye okudum, teşekkür ederim.
Okudum, lâkin öncelikle yazının renginden dolayı, o da benim canıma okudu! Diğer iki yorumcunun da belirttiği üzre, mümkünse yazının rengini değiştirmenizi istirham edeceğim. Bir diğer sıkıntı duyduğum husus da, hikâyedeki zaman ekleri... Ne zaman, kim ve hangi zaman ekiyle anlatmış, sık sık karışmış ve bu da okurken yazının rengiyle el ele verip okumayı güçleştiriyor. Gereksiz kelime tekrarları da fazlaca mevcut.
Bütün bunlara rağmen niye mi okudum? Böyle anneler var maalesef ve hikâyenin öyle etkisinde kaldım ki! Her paragrafta yanına koşup, elinden tutmak, gözyaşını silmek istedim veya bir dilim ekmek... Anne babası etrafında pervane olan çocuklar her an yeni bir kapris peşindeyken... Hayat işte...
Mümkünse, bu keder yüklü hikâyeyi bir daha gözden geçiriniz. Okuduğunuzda sizi de yoran ifade bozukluklarını, gereksiz tekrarları göreceğinizden eminim. Çünkü böyle güzel bir hikâyeyi yazabilen, daha güzel hale de getirebilir.
Selâm ile...
Cemali Hikmet AKSU
Yazının rengi bu yazıyı okuyamazsın umarım amin dercesine duaya çıkmış sanki :(
Cemali Hikmet AKSU
yazınızı okuyamasım cünkü yazıdaki renk secimi okumamı zorlastırdı düzetirseniz oknabilir ...