- 1002 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
BİR EVLEK SARIMSAK
Bahar gelmişti.
Herkes uğraş içinde. Köyde bir telaş, bir telaş! İki kardeş, bahçedeki vişnenin altında kös kös düşünüyoruz. Eve dönüşlerinde bizi bir karış suratla gören babam, ``bunlara ne oldu yine?`` diye sordukça, annem, ``hiç,`` deyip mutfağa yürüyor.
Günlerimiz tatsız tuzsuz. Ne çocukluğun cıvıl cıvıllığı, ne hoplayıp zıplama, ne şen kahkahalar, ne de bir tebessüm; hiç birinden eser yok. Püüf, patlayacak gibiyiz.
Bir gün:
- Oğlum, diyor babam; neyiniz var sizin? Söyleyin bakayım?
- Hiç, deyip boynumuzu büküyoruz.
- Haydi, haydi; söyleyin.
- Şey…
- Ney?
- Şey işte.
- Söyleyin canım.
- Biz de sıpa istiyoruz.
Şaşkınlığını belli etmemek için kaşlarını çatan babam, gayet babacan bir sesle: “Oğlum, diyor; siz daha kendinize bakamıyorsunuz. Sıpaya nasıl bakacaksınız?”
- Bakarız, bakarız.
- Bakarız.
- …
- Haydi baba.
- N’olur baba.
- Peki, peki; tamam.
İki kardeş çıldıracak gibiyiz. Babamın boynuna sarılıyor, yanaklarından, gözlerinden öpüyoruz. Mutluluk geri geliyor.
Sırtımı vişneye dayamış, çitleri seyrediyorum. Babam görünüyor ileride. Yüzü kıpkırmızı. Ter içinde. Yorulmuş olmalı. İkide bir durup, arkasına bakıyor. Bir şeye asılıyor sanki. Meraklanıyorum. Kalkıp baktığımda, bir çift sivri kulak ilişiyor gözlerime! Sıpam, bizim minik sıpamız olmalı bu! Dünyalar benim oluyor! Gırtlağım yırtılacak:
- Abi, koş!
Merdivenlerden üçer beşer atlayan ağabeyim, telaş içinde:
- Ne var? Ne oldu?
- Bak, bak!
- Haydi, diyor; koşalım.
Koşuyoruz.
Babam yuları ağabeyime veriyor. Alnını siliyor derin derin nefes alırken.
Akşam yemeğinden sonra babam kahveye çıkıyor. Annem bulaşık yıkıyor. İki kardeş sıpanın başındayız. Ağabeyim, kalın dişli bir tarakla sıpayı tarıyor. Onu seyrederken, hayvanın boynunu okşuyorum. Sonra, üzüm sandığına doldurduğumuz otları yiyişine bakıyoruz parıltılı gözlerle. Sıpa aksırıyor bir ara. “Su,” diyor ağabeyim. Koşuyorum yukarıya; testiyi getiriyorum. “Olmaz,” diyor kızarak:
- Niye?
- Testiden içemez.
- Ne yapacaz?
- Çanak getir.
Bahçeye koşuyorum. Tavukların çanağını alıyorum vişnenin yanından. Gururla dönüyorum geriye:
- Buldum!
- Çabuk ol!
Testideki suyu boşaltıyoruz. Dişlerini göstererek uzatıyor başını çanağa doğru. Suyu kokluyor önce. Merakla seyrediyoruz. Bir iki yudum içip bırakıyor. Annem çağırıyor içeriden. İsteksiz çıkıyoruz.
Yorganı çeneme kadar çekiyorum uyumak için. Uykum yok! Sabahı düşünüyorum. Sıpayı bir de. Ağustos böceklerinin sesleri geliyor dışarıdan. Bir köpek havlıyor uzakta. Sokakta iki adam konuşuyor. Sesler siliniyor kulaklarımdan.
Sıpayla birlikteyim. Ormana gidiyoruz. Ulu bir orman. Dere çıkıyor önümüze. “Haydi,” diyorum sıpaya; “hoop.” Taa karşıya hopluyor! Bir kurt saldırıyor yan taraftan. Kocaman bir kurt! Ayaklarımla dokunuveriyorum sıpanın karnına, ok gibi fırlıyor. Ne kadar da hızlı koşuyor. Kurt yetişemiyor bize. Sıpam kurtarıyor beni.
- Haydi oğlum, diyor annem; kalksana, öğlen oldu.
- Abim nerede?
- Sabahın köründe çıktı evden.
- Sıpa?
- Onu da götürdü.
Ağlamak geliyor içimden. Hemen sahip çıkmış sıpaya. Kahvaltı etmeden çıkıyorum. Kahvelerin yanından, caminin arkasından dolanıyorum. Çocuklara sıpayı gösteriyor.
- İkimize aldı babam, diyorum; sıpa ikimizin.
- İkimizin, diyor ağabeyim.
- Benim de var, diyor bakkalın oğlu; hem de eşek.
- Ihı, diyorum kafamı çevirip; eşeği ne yapayım.
Ağabeyim yuları asılırken; “Sulayayım şu hayvancağızı, sabahtan beri içmedi” diyor. Önüne geçiyorum. “olmaz, diyorum; hep sen suluyorsun.” İnatlaşıyoruz. Dövmeye kalkıyor beni. “Babama söylersem,” diyorum. Korkuyor: “Hep beraber gidelim,” diyor bakkalın oğlu.
Gidiyoruz.
Köyün dışına doğru: “Binsene,” diyor bakkalın oğlu.
- Olmaz, diyorum; daha çok küçük.
- Ne küçüğü be, diyor bakkalın oğlu.
- Tabi küçük, diyorum.
- İstersen bin, diyor ağabeyim.
- Bineyim mi?
- Bin bakalım.
Biniyorum.
- Sıra bende, diyor ağabeyim.
O da biniyor.
Koca gün dolaşıyoruz sıpanın sırtında. Hayvan iyice yoruluyor.
Günler geçiyor. Günler geçtikçe, sıpanın sevimliliği de kalmıyor. Hayatta daha güzel şeylerin olduğunun farkına varıyoruz. Top oynuyoruz. Balık tutmaya gidiyoruz. Güreş tutuyoruz. Hem sıpa bize engel olmaya da başlıyor. Sıpayı sulamaktan, sıpayı otlatmaktan gönlümüzce oynayamıyoruz da. Niye aldırdık sanki bu sıpayı?
Akşam babam soruyor:
- Hayvanı suladınız mı?
- Sıra ağabeyimdeydi.
- Ben daha dün suladım, diyor ağabeyim.
- Ama hep ben suluyorum.
- Yalan söylemeyin, diyor babam; dün ben suladım.
Artık fazla aldırmıyoruz. Kim sularsa sulasın. Gitsin kendi içsin biraz da; kocaman eşek oldu. Binme sıramız da yok. Bakkalın oğlu, köyün diğer çocukları… Kim isterse biniyor. Bazen ikimiz birden biniyoruz ağabeyimle. Hatta üç kişi… Beli çöküyor hayvanın, ama yine de taşıyor birkaç adım. Elimizde kalın sopalar, kıçına kıçına vuruyoruz sıpanın. Görenler gülüyor halimize. Biz de sevinip daha şiddetli vuruyoruz.
Öğle sofrasını vişnenin altına kurmuş annem. Tazecik sarımsak soymuş yanına. Kıtır kıtır.
- Kim getirdi sarımsakları?
Babam gülüyor.
- Bizim, diyor annem.
- Nasıl bizim.
- Biz sarımsak ekmedik ki, diyor ağabeyim.
- Baban almış bir evlek, diyor annem.
- Bir evlek mi? diyorum.
- Bir evlek, diyor annem.
- Kaça?
- Bir sıpaya.
- ..!
Babam hala gülüyor.
Biz de gülüyoruz; ama içimde bir şeyler kabarıyor. Dudaklarım büzülüyor istek dışı. Titriyor dudaklarım.
Çetin Özdemir 08.04.1987 Karacabey
YORUMLAR
Yazarın unutamadığı çok değerli bir geçmiş anısı, yazarın kaleminde damaklarımızn tadı oldu. Bir şey nedense yeni iken iyi de, daha sonra sıkıntı yaratıyor. Bu çalışma bir yönü ile bunu anlatıyor.
İyi ve akıcı bir yazı olmanın haz duygularıyla okudum.
Erdemle...