- 3260 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
CAMİLER HAFTASI VE İDEAL DİN GÖREVLİSİNİN PORTRESİ
Ülkemizde her yıl Ekim aynın ilk haftası “Camiler ve Din Görevlileri Haftası” olarak kutlanıyor. Bu vesileyle sohbetimizin başında biz de tüm Din Görevlisi dostlarımızın bu özel haftalarını yürekten kutlayıp, vazifelerinde Yüce Mevla’dan üstün muvaffakiyetler dileyelim.
Mabetlerimizin işlevine ve din görevlilerimizin yüce vazifelerinin tahliline geçmeden, Tarihçi kimliğimden hareketle meseleye şu kısa mukaddime ile giriş yapmak isterim.
Malum olduğu üzre yeryüzünün ilk mescidi Mescid-i Haramdır. Mescid-i Aksa ve Mescid-i Nebevi de diğer önemli mescitlerdendir. Peygamberimiz (sav)kendi zamanındaki mescit inşaatlarında fiili olarak bizzat çalıştığını görüyoruz. Bu keyfiyet, tüm Müslümanlar için bir örnektir. Pek çok hadiste de mescidlerin bakımı ve onarımı hususunda teşvik vardır. Özellikle Allah Rasülü(sav) Mescid-i Nebevi’yi inşa ederken, hemen yanıbaşında “Ashab-ı Suffa” okulunu açması, biz müslümanlara çok önemli bir mesajdır. Çünkü o eğitim kurumundan nice alimler çıkmıştır. 5374 hadis rivayet eden Ebu Hureyre gibi nice muhaddisler, Musab B. Umeyr gibi nice muallimler yetişmiştir.
Demekki öğretmen gerçekten ideal öğretmen olursa, İmam-Hatip gerçekten ideal ve gayretli İmam Hatip olursa, asker gerçekten ideal asker olursa, kızgın kumların üzerinde ve hurma liflerinin altında da çok iyi bir eğitim öğretim yapılabilirmiş. Böylesi şartlarda da çok iyi hafızlar, ideal muallimler, yüce muhaddisler, fedakar müctehidler, derin müfessirler, gönül insanı mutasavvıflar ve ufku geniş komutanlar yetişebilirmiş.
Ecdadımız da bu örnekten hareketle, başta Kutsal Topraklarda olmak üzere, fethettiklere her yere külliyeler kurmuşlar, medreseler açmışlar, vakıf, cami ve hayır kurumları yapmışlardır. Bu kurumları zaman zaman yenileyerek, imar ve ihya edegelmişlerdir.
Ecdadımız dün, gâziyanı, âhiyanı ve dervişanı kucaklaştırarak ,cihad ve gazayı bayraklaştırarak, gönülleri Kur’an ve sünnetin ikliminde berraklaştırarak, yediden yetmişe insanını zafere odaklaştırarak, varolma nüvesini beslemiş, kültürde yücelme, medeniyette yükselme felsefesini benimsemiştir. Böylesi ulvi bir ortamda, vahiy ve sünneti referans alan ilim ve fikir adamları ile alanında derin din uzmanları yetişebilmiştir. Kültür ve sanat sahası da ihmal edilmeyerek en iyi şekilde doldurulmuştur ki, bu keyfiyet, tez zamanda başarıyı beraberinde getirmiştir. Yüzyıllar boyunca mabetlerinden iman yükselmiş, minarelerinden ezan yankılanmış, medreselerinden ilim fışkırmış, adını sevgili peygamberinden alan mehmetçiklerden mürekkep ordusundan, tekbirler ve mehter marşları eşliğinde dizi dizi zaferler elde edilebilmiştir.
Yine bu iklimde ve bu atmosferde Hz. Peygamber(sav)in övgüsüne mazhar olan Fatih gibi sultanlar, Yavuz gibi cihangirler, barboros ve Piri Reis gibi denizciler, Hacı Bayram-ı Veli ve Akşemsettin gibi hocalar, Zembilli ve Ebussud gibi Şeyhülislamlar, İbn-i Kemal ve Peçevi gibi müverrihler, Mehmet Ağa ve Sinan gibi mimarlar, Itri ve Hacı Arif Bey gibi bestekarlar, Fuzuli ve Baki gibi nice şairler, Nâbi ve Nedim gibi nice edebiyatçılar yetişmiştir.
Ancak ne yazık ki böylesi satvetli ve kudretli dönemden sonra ve tanzimattan bu yana, her sahada büyük irtifa kaybı yaşanmış ve fetret devirlerine girilmiştir. Elbetteki sonra köprünün altından çok sular geçti. “Yiğit düştüğü yerden ayağa kalkarmış” ve “Her şey bir gün aslına rücu edermiş” ilkelerinden hareketle, tarihin bazı dönemlerinde olduğu gibi , bu aziz ve necip millet, üzerindeki ölü toprağından silkinip tekrar ayağa kalkabilmiş ve boş olan meydanı doldurabilmiştir.
Hani Şair diyor ya:
Şu yeryüzü er meydanı
Gönül sevmez her meydanı
Yüreksize yorgan döşek,
Koç yiğite ver meydanı.
Başbuğlar tuğ kaldıranda,
Atlar dizgin dolduranda,
Malazgirt’te, Çaldıran’da
Gel kardeşim gör meydanı.
Tarihte bizim meydanımız, madde ve mana planında zafer meydanıydı. Kur’an ve sünnet meydanıydı. İman ve azim meydanıydı. Kahramanlık ve yiğitlik meydanıydı. Hoşgörü ve sevgi meydanıydı. İlim ve irfan meydanıydı. Ahlak ve fazilet meydanıydı. Bu meydanda külliyeler vardı. Camiler ve minareler bulunurdu. Köprüler ve çeşmeler olurdu. Mabedler ve medreseler süslerdi bu meydanı. Yiğitler ve kahramanlar hakim olurdu meydana. Güllerin dalında baykuşlar değil, bülbüller öterdi. Bu mümbir arazide ulu çınar ağaçları biterdi. İnsanımıza Allah(cc) ve Rasülü(sav) yeterdi. Meydan meydan olmaktan çıkınca, bu durum insanımız için ölümden de beterdi.
Hasretle vuslatın buluşma yeri olan meydanın bugünkü şanlı yiğitlerini-din görevlilerimizi- kutluyorum. Bu ulvi hizmeti öpüp başının üzerine koyan, sünnete uygun yaşayan ve camileri ilim yuvası hüviyetine taşıyan, bülbülü hoş eda ile Kur’an okuyan, ezan okuyan, kare kare insanımızın gönül kumaşına sevgi ve muhabbetle inanç dokuyan gül diyarının güzel bülbülleri müftülerimizi, vaizlerimizi, Kur’an Kursu hocalarımızı, imam ve müezzin bütün sevgili Din Görevlileri kardeşlerimizi, böylesi önemli bir haftada bahse konu olan meydanın yegane sahibi olarak saygıyla selamlıyorum.
Bu mukaddimeden sonra asıl konuya geçebiliriz artık. Hiç şüphesizdir ki toplumu, sosyal, kültürel ve dînî açıdan etkileyecek kesimlerin başında din görevlilerimiz gelir. Bir Alman Albayı Çanakkale savaşlarında imamların konumunu anlatırken der ki: “…İmamlar harika insanlardı. Askerlerin üzerindeki etkileri çok güçlüydü. Savaş alanında hiç subay kalmasa bile, imamlar komutayı ele alarak bir tümen birliği dahi çok rahat idare edebilirlerdi.” Din görevlilerimizin savaştaki rolünü çok güzel tahlil etmiş bu Alman subayı. Gerçekte de böyledir. Kâbe-i Muazzama’da bir din görevlisi binlerce, yüzbinlerce değil, milyonlarca insanı, aynı anda sevk ve idare edebiliyor. O’nun bir komutuyla milyonlarca insan eğiliyor, oturuyor, yatıyor ve kalkıyor. Hiçbir itiraz yok, emre iteatsızlık yok. Dünyanın hangi sisteminde bir beşer, bu kadar kalabalığa böyle bir sevk ve idareyi gerçekleştirebilir? Bu mümkün değildir.
Bizim inanmış insanlarımız öylesine bir teslimiyet içinde camiye gelirler ki, onlara hakaret dahi etseniz amin diyecek atmosfer içindedir onlar. Yani hatip karşısında muhataplar, “sövene dilsiz, dövene elsiz” denecek bir konuma sahiptirler. Bu keyfiyet, din görevlisinin en büyük avantajıdır. Artık geriye biraz gayret, biraz da fedakarlık kalıyor. İncirliova müftümüz aziz dostum ve sevgili kardeşim Sacit Ekerim Bey’in ifadesiyle: “Her din görevlisi bir cami kuşudur. Yuvasını mescidin bağrına yapar. Onun kanatları güvercinlerinki gibi tüyden değildir. Onun bir kanadı takva ise diğeri irfan ve bilgidir. Her cemaat şefkate muhtaç bir yetimdir. O’nun yanında; öyle ilgi ve alaka göstermelidir onlara. Yaşlılar caminin direkleri, gençler ve çocuklar o kudsi mekânın çiçekleridir onun aklında. Din gönüllüsü ezanları göğe, onun da ötesinde arşa doğru yükselten kişidir. Okunan her ezan Rahman’ın evine bir davettir…”
Ne var ki, din görevlisi bu topluma, malum çevreler tarafından uzunca bir zaman koca göbekli, pis sakallı, çıkarcı, üfürükçü ve vizyonsuz olarak takdim edilegelmiştir. Oysa sağduyu sahibi halkımız tarafından bu takdim, gelen adrese aynen iade edilmiştir. Dini ve milli değerlerle sorunu olan bazı kişi ve kuruluşlar ise, göbeğini kaşıyan adam, bidon kafalı ve cuhela taifesi gibi nitelemelerle bu dini ve bütün bir halkı hep aşağılamıştır.
Hatta zaman zaman bu memlekette,
“Ne mucize, ne efsun
Ne örümcek ne yosun
Çankaya yeter bize,
Kâbe Arab’ ın olsun...” tarzında dini kültürümüzü ve uğruna can vermeyi canımıza minnet bildiğimiz Kâbemizi reddeden yaklaşımlar maalesef makes bulmuştur.
Bu necip millet ise, bu tür yaklaşımlara hiçbir zaman prim vermemiş ve böyle aymazlık içinde olanlara da Akifce şu yüce bakışı sergilemiştir:
Bu züppeler acaba hangi cinsin efrâdı? Kadın desen, geliyor arkasından erkek adı;
Sadâsı baykuşa benzer, hiramı saksağana; Hülasa, züppe demiştim ya, işte anlasana!...
Namaz, oruç gibi şeylerle yok alış verişi; Mukaddesat ile eğlenmek en birinci işi …
Alman’ın nesri var? Zevki okşayan birası, Unuttu ayranı matuha döndü kahrolası.
Ya Fransız’ın nesi var? Fuhşu, bir de ilhâdı. Kapıştı bunları 20. Yüzyılın evladı…
Asaletini, inancını ve kültürünü koruma erdemini gösteren Anadolu halkı, evet âlim değildir. Ama âriftir. İşte bu özelliği ile, dinî değerlerine dudak bükenlere züppe nazarıyla bakmış ve din görevlisine her zaman sahip çıkmış ve gelecektede çıkacaktır inşallah.
Elbette her meslekte olduğu gibi, bu meslekte de çok nadir de olsa mesleğe halel getirici şahıslar çıkmıştır. Fakat bu kesimdeki din görevlimiz, her zaman toplumda etkisini hissettirmiştir. Hele son zamanlarda, güzel hasletlerle kendini donatmasını bilmiş, çağın getirdiği ilim ve teknikle kendini yenileyebilmiştir. Kabuk değiştirerek vizyon ve misyon sahibi bir keyfiyete sahip olmuştur. Bu gün artık gözbebeğimiz olan din görevlilerimiz, okuyor ve okutuyor. Dinliyor ve dinleniliyor. Kitabı vazgeçilmezleri arasına koymuş. Bilgisayar kullanıyor. Sinevizyon sisteminden azami şekilde yararlanıyor. Hutbesini ve vaazını mail yoluyla geniş kitlelere ulaştırıyor. Üstelik bu ulvi işi icra edecek din görevlilerimiz, pedegojik formasyona ve çocuk psikolojisine vakıf üstün niteliklerle mücehhez insanlarımızdır.
DİN GÖREVLİLERİMİZİ BÖYLE GÖRDÜM BÖYLE TANIDIM
Yurdumuzun pek çok il ve ilçesinde müftülüklerimizin daveti üzerine din görevlilerimizle buluştum. Onlara çeşitli konularda seminer ve konferanslar verdim. Dolayısıyla onları yakından tanıdığımı ifade edebilirim. Üstelik eşim de bu camiaya mensup.
Ben bu camiada nice mümtaz, fedakar ve velüt müftüler tanıdım. Görevine aşk ve şevkle sahip çıkan, camilerini ibadet edilen mekanlar olmaları yanında, Asr-ı Saadette olduğu gibi, ilim yuvaları haline getirmiş nice imam hatiplere şahit oldum.
Kur’an öğretmeni ise daha bir zarif olmalı. Heybesini Eyüp Peygamber’in sabrıyla doldurmalı ki, civaya benzeyen yaramaz ve afacan bir topluluğu curcunadan âhenge dönüştürebilsin
Ben, öğrencilerini bıkmadan,yılmadan ve usanmadan, ahlak ve faziletle, edep ve haya ile yoğuran, ilim ve irfan motifleriyle süsleyen bir mimar gibi, kıymetli bir elmas madenini büyük bir itina ve incelikle işleyen bir kuyumcu gibi çalışan Kur’an Kursu hocaları gördüm.
Ben yıllarca bu Diyanet çatısı altında , samimiyetin, dostluğun, gayretin ve fedakarlığın gayet net resmini gördüm.
Başta vahiy ve sünnet olmak üzere tüm kutsal değerlerini vazife aşkıyla bayraklaştırmış, ilim ve irfanla, ahlak ve faziletle mücehhez ideal insanların su katılmamış mümessillerini gördüm.
Ben bu Din görevlilerimizi ecdadımızın yüce misyonunu, yürütme çabası içinde gördüm.
Ben burda sevgi deryası Yunusları, hoşgörü sembolü Mevlanaları andıran mümtaz hizmetciler gördüm.
Edep ve ahlak abidesi sevimli insan minyatürü öğrencileri eğiten nadide Kur’an mücevherleri gördüm.
Ben bu çatı altında can ve heyecan gördüm. Hamle ve hareket gördüm. Sevgi ve muhabbet gördüm.
Daha nice güzellikler gördüm ki, anlatmaya kelimeler kifayet etmez. Manzum bir ifadeyle söylemek gerekirse,
Camilerde şakıyan bülbüllere hayran oldum
Geçip karşılarına dakikalarca seyran oldum.
Sözkonusu Kur’an olunca, ağlayanlar gördüm
Gönüllerde samimiyet, gözlerde çağlayanlar gördüm.
Çağımızın hastalığının belirtileri, kafa, gönül ve kalbin boş, midenin ise dolu olmasıdır . Biz şu an , kafaları, gönülleri ve kalpleri dolu olan, ve bu birikimlerini muhataplarına aktarma heyecanı ve azmi içinde olan din görevlilerimize sahip olmakla millet olarak bahtiyarız “Yüksek tepelerde hem yılana, hem de kuşa rastlanır; birisi sürünerek, öteki uçarak yükselmiştir.” Biz, başkalarının omuzlarında değil, kendi bilgi birikimi, ilmi ve ameliyle ve emeğiyle yükselebilen din görevlilerimize sahibiz bu gün.
Onlar artık statik değil dinamikler. Klasik ve sıradan değil her yönleriyle sıra dışılar. Aydın ve kültürlü kişiler. Rahat ve rehavetin getirdiği balmumuna dönmüş halleri hiç yok. Onlar artık yürümüyor koşuyorlar. Bütün bentleri aşıyor ve kabuklarından taşıyorlar. Söylediklerini yaşıyorlar. Cehli örten kumaşın harıl harıl dokuyucuları ve ilahi mesajın okuyucuları da onlar. Çünkü onlar, görevlerinin enerji, yenilik ve hamle dolu çerağlarını bir meşale halinde ilânihaye tutmaya azmetmişler. “Hiçbir zaman gökten gül yağmaz, daha çok gül istersek daha çok fidan dikmemiz gerekir” ilkesini rehber edinmişler.
İz ve adres bırakmak, iyi bir ad, güzel bir yâd ile anılmak, müstesna ve mümtaz insanlara ait bir mevhibedir. İşte onlar da bu şuur içindeler. Karanlıklar içinde yakamozlar nasıl bir ışıksa, tıpkı bu ışıkların toplu bir elektrik şelalesine dönüşmesi gibi, din görevlisinin de, toplumu aydınlatma gibi bir işlevi olduğunun farkındalar. Değişen ve gelişen dünya şartlarına adapte olma hususundaki çevikliğin de lideri konumuna sahipler. Mihrapta fiziki olduğu kadar, fikri olarak da ilerideler. Douglas Malloch’ın “…Sen her neysen onun en iyisi olmalısın” sözünü müdrik bir şekilde en iyi olmanın ve en iyi hizmeti vermenin mücadelesi içindeler.
Bugün müftülüklerimiz il merkezinde geniş kitlelerin katılımlarıyla sık sık dinî, sosyal ve kültürel aktiviteler icra ediyor. Personel arasında her ay toplantılar yapılıp ideal bir din görevlisinin nasıl olması gerektiği hususunda sürekli motivasyon seminerleri veriliyor. Alanında uzmanlar davet edilerek personelle buluşmaları sağlanıyor. Hizmetiçi eğitime ağırlık veriliyor. İlçelerde de hakeza aynı tür faaliyetler gerçekleştiriliyor. Ülkedeki genel profil de böyle.
Arı, her biri geometrik bir desen olan altıgen yuvasına bir kimyager edasıyla bin bir zahmet ve emekle hasılasını dökerken,biz bu nimetin oluşumundaki hayranlığı her defasında anıp alkışladığımız gibi, arı kovanındaki nizamın âhengi içinde çalışan, bu ruh ve ahlak mimamarlarını da alkışlıyorum. Çünkü ben, onların temsil ettikleri ulvi değere ve tiryakisi olduğum o büyük manaya müştâkım. Yepyeni profili ile bu seçkin camiayı kutluyorum.
DİN GÖREVLİSİ NASIL OLMALI?
Kutlamanın yanında beklentimi de ifade etmiş olayım. Çünkü ideal bir din görevlisi nasıl olmalı? Sorusuna verilecek en makul cevap da şöyle olmalıdır sanırım;
Din Görevlisi; Maziyle âtiyi bağ olup birbirine bağlayabilmeli, insanımızın din ihtiyacını sağlayabilmeli,sorumluluk içinde vazifesini anlayabilmeli. Onu bihakkın yapamadığını anlayınca da, Yaradanı imdada çağırarak ağlayabilmeli ve sevgi nehri olup gönülden gönüle çağlayabilmelidir.
Din Görevlisi;Her zaman, her yerde ve her hareketiyle topluma örnek ve önder olabilmeli, Kur’an ve Peygamber iklimini topluma hakim kılabilmeli, gıybet, fitne fesat,haset, yalan, iftira, dedikodu , kin ve nefret gibi kötü duyguları cemiyetin lügatından silebilmelidir.
Din Görevlisi; Hasta ruhlara ve çorak gönüllere Kur’an reçetesiyle şifa verebilmeli, dikenler içinden itina ile güller derebilmeli ve nefsi emareden kurtulup daha yüce sırlara erebilmelidir.
Din Görevlisi; İlim ve inanç alıp, ilim ve inanç satabilmeli,Yüce Yaradana karşı vazifesini yapmanın verdiği huzurla akşam yatağına rahat yatabilmeli ve üstün gayretleriyle eserlere eser katabilmelidir.
Din Görevlisi; Açtığı aydınlık yolda cemaatını inanç medeniyeti şahikalarında ve meleklerle birlikte melekut semalarında dolaştırabilmeli,din kardeşliği ortak paydasında buluşturabilmeli ve toplum bahtında mutlu tablolar oluşturabilmelidir.
Din Görevlisi; Yediden yetmişe herkese sevgi ve muhabbetle yaklaşabilmeli,kimliğinde ve benliğinde dibi görünen sular kadar berraklaşabilmeli ve muhteşem inanç kalelerinin yüksek burçlarında bayraklaşabilmelidir.
Din Görevlisi; En gözde tefsirleri okumalı, birkaç hadis külliyatını özümsemeli ve Siyer-i Nebi ile İslam Tarihine vukufiyet sağlamalıdır. Zengin bir kültüre sahip olmalı, tefsir, hadis,kelam ve fıkıh ilmiyle dolmalıdır. İşin özünü hissetmeli ve cemaata da hissettirmelidir. Kur’anı ve sünneti yaşamalı ve yaşatmalıdır. Zira hissetmeden hissetirilemez, yaşamadan yaşatılamaz. Cemaata islamı yaşatmalı, heyecandırmalı, kanatlandırmalı ve uçurmalıdır.
Bütün din görevlilerimizin başarısı bizi de ziyadesiyle memnun eder. Nitekim başarılı imamlarımızdan birini günlük bir makalemde anlatırken ve portresini çizerken demiştim ki:
“…M.Hoca’nın cemaatı seçkindir.Milletvekilleri,sanatçılar,yazarlar,şairler,doktorlar,mühendis ve hukukçuları cumaları burada görmek mümkün. Bir çoğu uzaklardan gelir.Elbette seçkin hocanın cemaatı da seçkin olur.Hani sıra dışı bir imam dedik ya.O bazen vaazlarını protokollerde kullanılan kürsüde ve ayakta verir.Çoğu kere sizi melekût semalarında gezdirir ve ilim deryalarında yüzdürür.Derinlerden topladığı paha biçilmez incileri kalplerin tezyininde kullanır.Katrede ummanı,sükutta tuğyanı,ibadette cezbeyi,imanda aşkı gösterir.İçdünyanızın sıcak,soğuk,karanlık ve aydınlık dehlizlerinde,günün gelişmelerine göre menfeat ve arzularınızın planlarını dalmış vaziyette zihninizde çizerken,ya da aklın frenini ve direksiyonu bozmaya meyledince,orada dur diyerek kafanızı dank ettirecek ve ebediyete yönlendirecek sözleri,demet demet çiçekler halinde cömertçe size takdim ettiğini görürsünüz.Cemaatin nabzını sohbeti boyunca çok iyi tutması ve bir metne bağlı kalmadan akıcı bir üslupla konuşması,onun konuyla ilgili araştırma yapması yanında,yüksek tahsilini pedegojik formasyon gerektiren yabancı dil öğretmenliğinde almasının da büyük payı vardır diye düşünüyorum.
O,vaazlarında bilya gibi kaidesiz,civa gibi akıcı karakterlerin ipi ile neden kuyuya inilmediğini ve testileriyle niçin suya gidilmediğini,adeta bir sehl-i mümteni halinde verdiği örneklerle anlatarak ruh dünyanızda rihteri çok yüksek öylesine depremler meydana getirir ki,imanınızın cûş-u huruşa geldiğini hisseder gibi olursunuz.Cehennemden ziyade,cenneti gösterir ve öylesine tasvir eder ki,Firdevs cennetlerinde Cemalullah’ı temaşa eder gibi olursunuz.Zekasının cüzdanından bol bol harcadığı fesahat ve belagat yüklü ifadelerle cemaatını mest eder.
Bu Hocaefendi, camii adeta bir iman,edep,ahlak ve ibadet laboratuarı haline getirmiş.Dünya ile Ukbayı kol kola yürütme fiili, müstesna şahsiyetlere ait bir mevhibe olduğu bilinir.O,bu muvazeneyi en iyi şekilde tesis eden şahsiyetlerden biri. “Bir adamın itibar ve değeri yüreğinde ve iradesindedir”diyen Montagine,sanki bu sözü bu kompozisyona katkı için söylemiş.”
Bütün din görevlilerimizin böyle bir portre çizmesi ve bu profilde hizmet vermesi ne kadar güzel olur. Din Görevlimizin profilini bu şekilde çizdikten sonra, camilerimize, minarelerimize ve ezanlarımıza da kısaca temas edelim.
CAMİLER MİNARELER VE EZANLAR
Camiler ve minareler, İslam memleketinin sembolleridir. Ezanlar dini medeniyetimizin sesi minareler ve camiler ise, şehirlerimizin süsüdür. Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey: “Ben bir yere bir saray yapar da hemen yanı başına bir de cami ve minare inşa ettirmezsem, Allahtan utanırım” diye gözyaşı döküyordu. Bütün sultanlar,eşleri ve vezirleri cami ve minare yaptırma konusunda adeta birbirleriyle yarışmışlardır. Hayırsever halkımız da da aynı keyfiyete sahiptir. Ecdadımız yurdu bir baştan öteki başa kadar camilerle ve minarelerle süslemişlerdir. Anadolu böyle olduğu gibi,Kutsal Topraklar, Kafkaslar ve balkanlar da böyledir. Kuzey Afrika’dan Hindistan içlerine kadar de böyledir.
İstanbulda, Konyada, Erzurumda, Kayseride ve daha pek çok ilimizde cami ve minareleri hayran hayran seyredince, yıllar önce zeka imbeğimden süzülüveren şu satırları da sizlerle paylaşmak isterim:
Kılıçları kıran kalemler
Din görevlisi bu âlimler,
Allah’ın yarattığı şu âlemler
Ne güzeldir, ne güzel.
Mazlumu koruyan hâmiler
Hallacı Mansurlar, Bâyezid-i Bistâmiler
Sanat şahikası şu camiler,
Ne güzeldir, ne güzel.
Faydalı olur tüm istişareler
Tükenmez elbet çareler
İslamın sembolü şu minareler,
Ne güzeldir, ne güzel.
Daim okuyup daim yazanlar
Onbir ayın sultanı Ramazanlar
Her gün beş vakit okunan şu ezanlar,
Ne güzeldir, ne güzel.
Görkemli ve zarif camilerimizin hemen yanıbaşında semaya doğru uzanan ince minarelerden her gün beş vakitte okunan ve dalga dalga şehre yayılan ezan, edebiyatımızda da geniş yer tutmuş ve adeta şairin dilinde şiirleşmiştir. Bu ulvi ses sadece Müslümanları değil, yabancıları da derinden etkilemiştir. Allah Rasülü (sav) : “Erihnâ ya Bilal!” (Ezan ve Kur’an okuyarak bizi rahatlat ya Bilal ) buyurmuştu. Çünkü ezan, çan sesinden daha heybetlidir ve dinleyen gönüllerde daha derin izler bırakır. Sırf ezan sesine hayranlığından dolayı İslamı seçen pek çok insan bulunmaktadır.
Ali Ulvi Kurucu,
“Şark maziler ezanlarla gelirken yâda,
Kubbeler şehri geçit yapar ecdada” diye haykırırken, iki ezan arasında uyanmak ve sonrası tekrar uyumak isteyen Şairler Sultanı Üstad Necip Fazıl da:
“Her gün yalnız namazdan namaza uyanayım
Bir dilim kuru ekmek acı suya banayım
Ve tekrar uyuyayım ve kalkayım ezanla
Yaşaya dursun insan hayat dediği anla” diye seslenir.
“Biz ne harabiyiz, ne harabâtıyız. Kökü mazide olan âtiyiz” diyen büyük edebiyat üstadı Yahya Kemal ise, “Ezan-ı Muhammedi” adlı şiirinde ezanı bütün bir cihana dinletmenin hayalini kurarak şöyle seslenir:
“Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî
Kâfî değil sadâna cihân-ı Muhammedî
Sultan Selim-i Evvel’i râmetmeyüp ecel
Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî
Gök nûra garkolur nice yüzbin minâreden
Şehbâl açınca rûh-ı revân-ı Muhammedî
Ervâh cümleten görür Allahu Ekber’i
Akseyleyince arşa lisân-ı Muhammedî”
İstiklal Marşı Şairimiz M. Akif ise, sonsuza dek ezanın yurdumuz üstünde yankılanmasını şu veciz mısralarda dile getirir:
“Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli,
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.”
Bilecik istasyonunda yaşlı bir ana,son evladını da cepheye uğurlarken şöyle ağıt yakıyordu:
“Oğlum babanı Dimetoka’da, dayını Şipka’da, ağabeylerini Çanakkale’de kaybettim;
Sen benim son yongamsın,sen de dönmezsen ben Allah’a emanet diyordu ve ilave ediyordu:Git sende git!
Minareler ezansız,camiler Kur’ansız kalacaksa sende git !Ezan, Kur’an,Vatan kime emanet ?”
Evet bu emanetin yegane sahibi din görevlilerimizin ta kendileriidir ki, bu dine hizmet bayrağını ilânihaye taşımaya azmetmişlerdir onlar. Bu mümtaz kardeşlerimizi saygıyla selamlamak ve sevgiyle, muhabbetle kucaklamak benim uçsuz bucaksız bir bahtiyarlığım olacaktır. Hem haftanız, hem de gazanız mubarek olsun.
Sevgili Din Görevlisi Dostlar!
Sonuç olarak iyiyi,güzeli,doğruyu takdir edip alkışlamak,güzel bakan,güzel gören ve güzel düşünenler için bir mevhibe olduğu cümle alem tarafından bilinen bir husustur. Ben de, iç dünyamın esintilerindeki meteorolojik bültene bakarak diyorum ki;
Ben kaldıracımı hak ve hakikat noktasına dayarım
Her güzelliği alkışlamayı milli bir görev sayarım.
Böyle ideal din görevlileri tanıdığım için;
Bahtiyârım dostlar, hem de çok bahtiyârım.
Ne mutlu! Taşıdığı onurun kadrini ve kıymetini bilen mümtaz din görevlilerimize.
Ne mutlu! Din görevlisine gerçek değerini verip, onu baş tacı eden toplumlara.
14 Ekim 2015
Mustafa TURAN
Kişisel Gelişim Uzmanı/ Tarihçi-Yazar
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.