Roman Denemesi-8
9.BÖLÜM
“Domuz galiba” “Yok yok dağ ineği bence” diyor başka bir ses. “Arabaya baksana mahvolmuş” “Ulen adam! Bırak şimdi arabayı. Adamlar ölümden dönmüş”
Gözlerimi açıyorum. Hala gece. Yüksek bir yerdeyim. Arabayı görüyorum, gerçekten de mahvolmuş. Başım çatlayacak gibi. Ben neredeyim, niye arabayı yukarıdan görüyorum? Ölmüş falan olmayayım. İzlediğim bazı bilim kurgu filmleri aklıma geliyor; ölen adam kendini yukarıdan izliyordu. Yok canım! Ben yukarı da değilim zaten. Bir yere uzanmış haldeyim.
“Buraya bakın buradaki adam uyandı!”
Az doğruluyorum. Bahsedilen adamın ben olduğumu anlıyorum. Çok şükür daha ölmemişim. Doğrulunca, bir traktör kasasında olduğumu anlıyorum. Orta yaşlarda bir adam bana doğru yaklaşıyor. Daha dikkatli bakınca tanıyorum; Nusret.
-Harun! Nasılsın, kendine geldin mi?
Şoktan çıkmam zaman alıyor. Etrafı izliyorum. El fenerleri, gaz lambaları.. Bizim arabanın etrafında toplanmışlar.
-Ne oldu, Gökhan nerede?, diyorum
Traktör kasasının demirlerini tutup yanıma çıkıyor:
-Kaza yapmışsınız Harun. Gökhan, şu yanındaki elemansa sağlık ocağında. O kendine gelmiş, dikiş atılmış kaşına.
En son gördüğümde yüzü kanlar içindeydi. Aklıma yola fırlayan bacağı geliyor:
-Sol bacağı peki?
Anlamamış bir ifadeyle suratıma bakıyor:
-Sol bacağında bir şey yok. Sadece kaşı yarılmış. Ha ufak sıyırıklar var bir de.
Derin bir ‘ohh’ çekiyorum. Gözüm beni yanıltmış olmalı. Yola fırlayan başka bir parça olmalı.
-Tamam Nusret, diyorum; Sağ olasın.
Kalkıyorum, başımın ve belimin ağrısını saymazsak başka bir sorunum yok. Arabanın başındaki topluluğa doğru hafif sekerek ilerliyorum. Niye hepsi sağ ön tekerleği inceliyor? Ne var ki orada, bize çarpan şey hala orada mı acaba?
“Geçmiş olsun Polis Bey” diye karşılıyor beni muhtar. Sonra hepsi sırayla kafasını lastikten kaldırıp “geçmiş olsun” “iyi misin” diye sıralıyor. Hepsine “sağ ol, iyiyim” deyip, lastiğe doğru yürüyorum.
-Ne olmuş, bize çarpan şey ne?, diyorum.
Yanımda olduğunu fark etmediğim Nusret cevaplıyor beni:
-Daha çözemedik Harun. Jantta kan ve kıllar var. Ben domuz diyorum ama kesin bir şey yok.
Tekerlekteki kanlara bakıyorum. Jant iki yerden çatlamış. Çatlak yerlerin içine uzun, kalın siyah kıllar sıkışmış.
“inek olsa ölürdü. Kesin domuz. Arabayı yıkar ama yine de yaşar o hayvanlar” lafıyla bölünüyor düşüncelerim. Bize doğru yaklaşan o karartıyı hatırlamaya çalışıyorum. Çok hızlıydı. Homurtusunu ve ayak seslerini anımsıyorum, domuz bana da mantıklı gelmeye başlıyor.
Traktör kasasının üstünde yaklaşık on beş kişi olarak köye doğru ilerliyoruz. Kasadan, arkada bıraktığım hurda arabayı izliyorum. Bir ışık beliriyor, çok büyük. Tam ortasında beyaz sakallı bir ihtiyar. Gülümseyişi hala dudaklarında. Aramızda neredeyse yüz metre olmasına rağmen, gözümün içine baktığını hissediyorum.
“Birini unuttuk” diyorum ışığı göstererek. Gösterdiğim yöne doğru bakıyorlar.
-Bey amca hayal görüyorsun galiba, kimse yok, diyor genç bir ses.
Gösterdiğim yöne bakıyorum ışık kaybolmuş. Ama bir karartı var. “Eren Dede” diyor içlerinden biri. Derviş olan Eren Dede aklıma, Vedat’ın amcası olan Eren Dede’den daha önce geliyor. Yüzümden de anlaşılıyor olacak ki sözlerine devam ediyor:
-Ama türbesiz olan Eren Dede.
Sesin geldiği yöne bakıyorum. Herkes gülüyor. Bir başkası katılıyor konuşmaya:
-Geçen gün Kız Bacı’dan geçiyordum. Dev bir ışık gördüm. ‘Kim var orada’ diye bağırdım. E esrarcısı var, şarapçısı var. ‘Evlat’ dedi mistik bir ses. ‘Dua et’. Bir bacaksız alay ediyor benimle dedim. ‘Hayrola Eren Dede erkencisin’ dedim gülerek. İlerledim, türbe arkamda kaldı. Bir anda ışık gitti. Tırsttım vallahi. Eve gidene kadar dua ettim. Eve bir girdim yer ayağımın altından kaydı. Vazolar düştü, denge de duramadım ben de yığıldım. Dolap üzerime düşecekti ki son anda tuttum. Neredeyse otuz saniye sallandık. Sonra gittim benim karıyı uyandırdım. ‘Ben bir şey hissetmedim’ diyor. ‘Ulen ev başıma yıkılıyor bizim karı hala uykuda’ dedim. Zar zor sabahı ettim. Sabah kahvede diyorum böyle böyle; ‘Ben bir şey hissetmedim’ diyorlar. O gündür bu türbelere bulaşmıyorum. Zaten içkiyi de bıraktım. Kadir Gecelerinde falan gidip duamı da ediyorum. En güzeli abi. Bulaşma dervişlere, ermişlere.
Adama bakıyorum. Bayağı korkmuş. Aklıma kazadan önce Gökhan’la yaptığımız konuşma geliyor. Eren Dede masalına inanmamıştık. Hatta yalan deyip bizim Eren Dede’yi katil ilan etmiştik. ‘İşte böyle olursun sonra’ diyor içimdeki mistik ses. Yok ya! Ne saçmalıyorum ben? Yok Eren Dede’ye inanmamışız çarpılmışız, yok deprem olmuş. Olur mu öyle şey! ‘Bal gibi de oldu işte’ diyorum kendi kendime. Of kafayı yiyeceğim. Artık uyumak istiyorum. Sadece uyumak.
Göz kapaklarım kapanıyor tekrar. Yıldızları görüyorum, rüyamdakilere ne kadar da benziyorlar?
Nefret ettiğim bir kokuyu hissediyorum. Acımsı, itici, keskin bir koku. Çocukluğuma gidiyorum bu kokuyla. Uzun uzadıya bir koridor. Annem var yanımda. Ağlıyorum buradan gitmek için. Kolumu sıkı sıkıya tutmuş. ‘Koskoca adam oldun Harun!’ diyor. ‘İstemiyorum’ diye ağlıyorum. Sımsıkı sarılıyorum anneme. ‘Acımayacak bebeğim’ diyor annem. Sıra bize geliyor. Annem kucaklayıp odaya sokuyor beni. Bembeyaz bir yer. Asık suratlı bir hemşire var. ‘Şurada oturun’ diyor. Lacivert sedyeye oturuyoruz. Annemin duyacağı kadar ağlıyorum artık. ‘Gidelim’ diyorum. Cevap vermiyor annem, ‘Şşht’ diyor sadece. Az sonra ellerini yıkamış ama hala nemli bir adam geliyor. Üzerinde beyaz önlük var. Dolabından şırınga çıkarıyor, iğnesini tüpe batırıp şırınganın içine ilaç dolduruyor. Bana bakıp gülümsüyor, sevecen olmaya çalışır gibi.
Evet işte aynı kokuyu yıllar sonra yeniden hissediyorum. Kendime geliyorum, gözlerimi açınca kendimi bir sedyede buluyorum. Yanımda Gökhan var. Eline bir kumanda almış, önümüzdeki küçük ekran televizyondan maçları izliyor.
“Geçmiş olsun” diyorum alaylı bir ses tonuyla. Gözünü ekrandan ayırmadan “Eyvallah” diyor. Sonra aklına gelmiş olacak ki “Başkomiserim!” diyerek bana dönüyor.
-Nasılsınız, iyisiniz değil mi? Dün geç saatleri getirdiler sizi.
Gülümsüyorum:
-İyiyim Gökhancım. Bende bir şey yok. Sen nasılsın?
Sağ kaşındaki ince bandı görüyorum.
-kalımı saymazsak ben de iyiyim Başkomiserim. Neyse zaten kaşta dikiş izi moda olmuştu.
Gülüyoruz. Başımıza gelen onca şeyden sonra gülmek hoşuma gidiyor. Saatime bakıyorum, ekranı dağılmış. Yelkovanı da kaybolmuş. Ona da gülümsüyorum. Televizyonun yanındaki duvar saatine bakıyorum; on buçuk.
-Gökhan bugün göreve devam edebilir misin?, diyorum.
Kendinden emin bir ses tonuyla cevap veriyor:
-Tabi ki Başkomiserim. Hatta bugün çözeriz cinayeti.
Bayağı bir iştahlı görünüyor. Gülümsüyorum yine. Karnım öyle aç ki. Yanımdaki sehpada bir tepsi görüyorum. Simit, peynir, domates ve süt var. Artık daha da mutluyum. ‘İşte güne böyle mutlu başlanır’
Tepsiyi kucağıma alıyorum. Gökhan’a dönerek:
-Sen kahvaltı yaptın mı Gökhan?
Gökhan kafasını bana doğru çevirip “Yaptım Başkomiserim. Size afiyet olsun” diyor.
Önümde ki kahvaltıyı bitirdikten sonra Gökhan’a sesleniyorum:
-hadi Gökhan gidelim artık.
Söylediğimle beraber toparlanıyor Gökhan. Ayağa Kalkıyor. Geriye doğru gerilerek esniyor. Tam bu sırada genç bir bayan giriyor odaya:
-Günaydın, diyor gülümseyerek; Hayrola?
Gökhan boynunu sağa sola çevirerek kütletmeye çalışıyor. Sonra genç hanıma bakarak cevap veriyor:
-Görevimizi sürdürmemiz lazım Aslı Hanım. Verdiğiniz ilaçları kullanacağız.
Genç kızın, Gökhan’a bakarken gözleri parlıyor. Gökhan da kıza her bakışında sırıtıyor. Bunlar da var bir elektrik. Kalkıyorum, Gökhan’a bakıyorum. Onu beklediğimi görünce hemen yanıma bitiyor. “Görüşürüz Aslı” diyor. Nerede görüşecekse?
Meydana doğru yürüyoruz. Bizi gören muhtar kahveden yanımıza fırlıyor:
-Nasılsınız polis beyler, iyisiniz inşallah?
Başka bir şey söylemek için geldiği belli:
-İyiyiz, diyorum; Size de zahmet oldu. Çok sağ olun.
-Zahmet mi olur hiç! Bu arada sabahleyin bir bayan aradı. Size ulaşamıyormuş, çok acil bir durum olmuş. Adı Deniz miydi?
-Yeliz?, diye araya giriyorum.
-Hah evet Yeliz Hanım. Hemen arasın dedi. Numara bıraktı.
Hayda. Yine ne olmuş olabilir. İçime kurt düşüyor. Kötü bir şey olmaz umarım. Sabahki mutluluğumdan eser kalmıyor.
-Telefonunuzu kullanabilir miyim?, diyorum.
Sırıtarak yüzüme bakıyor. Ve arkamda kalan belediye binasını göstererek:
-Buyurun binaya gidelim.
Yol boyunca Gökhan, muhtarla futbol muhabbeti yapıyor. Benim aklım ise Yeliz de ne olmuş olabilir ki? Belki de kötü bir şey değildir, bir gelişme olmuştur. Yok yok öyle bir şey değil! Belki durumumuzu merak ediyordur diye kendimi ikna etmeye çalışıyorum. Olmuyor, var bir terslik.
Binanın büyük kapısından giriyoruz. Hızla üst kata çıkıyoruz. Kalbim artık patlayacak gibi atıyor. Niye bu kadar korkuyorsam? Odaya giriyorum. Muhtar ve Gökhan odanın kapısında koyu bir tartışma içindeler. Bende ahizeyi kulağıma dayamış bir şekilde numarayı çeviriyorum. Yeliz direkt “Başkomiserim?” diye açıyor telefonu. Sesi kaygılı, endişeli. “Buyur Yelizcim?” “Neredesiniz” diyor Yeliz. “Nasılsın?” bile demeden. Artık eminim çok kötü bir şey oldu:
-Muhtarlıktayız Yeliz, ne oldu? Çok acil arasın demişsin?
Bir süre ses gelmiyor:
-Başkomiserim, diyor neredeyse ağlamaklı bir ses.
-Efendim?
Derin bir iç çekip devam ediyor:
-Hani kaymakam hakkında konuşmalarımız, araştırmalarımız vardı. Eski başkan adayı olması, cinayet aletindeki parmak izi falan.
-Evet ne olmuş?
Yine bir süre sessizlik.
-Bu bilgiler medyaya sızmış Başkomiserim. Bugün neredeyse tüm gazetelere konu olmuş. Biri bu bilgileri öğrenip basına yollamış.
Yok, hayır! Şaka olmalı, ya da rüya. Evet evet rüya. Tıp ki gelirken de gördüğüm gibi korkunç bir rüya.
-Başkomiserim, diyor telefonun diğer ucundaki Yeliz.
Ahize elimden kaymış, neredeyse düşecek. Topluyorum:
-Yeliz! Nasıl olur? Sen, ben ve Gökhan biliyordu bu araştırmaları ve cinayetlerle ilişkisini! Kim sızdırabilir?
Yeliz, onu suçladığımı sanıyor. Ve bunda da çok haklı olduğumun farkında:
-Bilmiyorum Başkomiserim, bilmiyorum. Bizim konuşmamızı duymuş olmalılar.
Çıldırmak üzereyim artık:
-Hayır oda da sadece üç kişiydik ve kapı kapalıydı, bu mümkün değil!
Ses gelmiyor. İkimiz de düşünüyoruz. Ve Yeliz buruk bir ses tonuyla mırıldanıyor:
-Not defterim..
Anlayamıyorum ilk önce:
-Ne?
-Not defterim Başkomiserim. Dün bulamadım. Her şey onda yazılıydı. Evet oradan öğrenildi.
Aferin Yeliz! İyi halt ettin!
-Kızım senin not defterin nasıl kaybolur? O kadar bilgi yazıyorsun dikkatli olsana!
Cevap vermiyor. Daha fazla üstüne gitmek istemiyorum.
-Tamam Yeliz şimdi sakin olalım. Kaymakam aradı mı, bir haber aldın mı?
Cevap vermek için bir süre düşündükten sonra:
-Aradı Başkomiserim. Çok kızdı. ‘Nasıl olur böyle bir şey’ diye bağırdı. Bütün hatanın bana ait olduğunu söyledim, ‘Bu notları Harun Başkomiserim ve Gökhan Komiserim bilmiyordu’ dedim. Özür diledim ve hatamı bir nebze olsun telafi ettirmek için tüm gazetelere mektup yazacağımı ve yarın bir yalanlama yayınlamalarını isteyeceğimi, aksi halde dava açacağımı belirttim. Ama affetmedi. Bugün öğlen ikide yanınıza gelecekmiş. Hem de olanları denetleyecekmiş.
Yeliz’in bu hareketi oldukça hoşuma gidiyor. Evet böyle şeyler basına sızabiliyor ama bu çok daha farklı. Fakat Yeliz bunun altından iyi bir şekilde kalkmış:
-Tamam Yelizcim. Bizi koruduğun için sağ ol. Bugün kaymakamla görüşeceğim. Seni de bu işten kurtaracağım. Yalanlama iyi fikir, sen tüm gazetelere mektup yolla. Yarın kesin yayınlansın.
Yeliz de rahatlamışa benziyor:
-Emredersiniz Başkomiserim. Yarın yayınlanacağından şüpheniz olmasın. Şimdi kapatıyorum. Tekrar özür dilerim.
Yeliz telefonu kapatıyor. Ali Bey’i düşünüyorum. Bu iş gerçekten zor olacak. Kafamı kaldırınca muhtar ve Gökhan’ı karşımda buluyorum. Ahizeyi kapatıyorken gözüm masadaki gazetenin katlanmış kısmındaki habere takılıyor:
“Katil Kaymakam!”
YORUMLAR
okumaya devam ediyorum.ilinç bir polisiye fakat akıcı anlatım sıkıyor okuyanı.
kolay gelsin.
Amarula
mehmetmacit
bölümler oldukça uzun olunca ve zaman aralığında fırsat bulamayınca olaylar kaynayıp gidiyor gözümde
katil kaymakam mı gerçekten bakacağız