- 1042 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hüda'nın Parmaklarının Dokunduğu Yer- 4. Bölüm
“Bazı şeyleri genetikle açıklamak mümkündür. Bazen insanın burnu tıpkı annesine benzer. Ya da babasından geçebilir derler kalp rahatsızlığı. Oysa birbirine çok benzeyen ana-kızın, baba-oğulun hayatlarına da kader der geçeriz. Aslında hayat denilen şeyin genetik olmaması gerekir.
Misal atadan kaynaklanan zenginlik, yoksulluk. Tıpkı genler gibi atadan, anadan yapışır insanın yakasına. Kimileri mirasla açıklamaya çalışır bu hayatı. Gerçek payı da vardır aslında.
Kim istemez ki iyi bir hayatı miras olarak bırakmayı çocuklarına. Ama öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, Muharrem ve Asiye gibiler için değil miras bırakmak, sadece karınlarını doyurabilmektir hayat”
Belki de çilekeş kaderi önceden yazılmıştı Hülya’nın. Daha kendi oğlu Hüda kadar bile yokken babasını kaybetmiş, çocukluğu sefalet içinde geçmiş ve yetim büyümüştü. Tam evlendikten sonra yüzünü güldüreceğini sandığı felek denilen kahpe, Tombul Cevriye’yi kullanarak adeta burnundan getirmişti kısa süren bu mutluluğu.
Hülya’ya küçükken, annesi Asiye Hanım, hem babalık hem de annelik görevi yapmıştı ona. Aslında rahmetli babası Muharrem de bu toprakların çocuğu idi. Bu topraklardan otuz beş yıl önce göç etmişti Hülya’nın doğduğu şehre. Şehrin kenar mahallelerinden, bahçeli ahşap bir ev kiralayarak yerleşmişti başlangıçta.
Altı halası, bir amcası olduğunu, aklı sarmaya başladığında öğrenmişti Hülya. Ama ne halalarını, ne amcasını, ne de onların çocuklarını hiç görmemişti Hülya…
Nedense Hülya’nın dedesi, babasını çok severmiş. Her halde evin en küçük çocuğu olduğu için Muharrem’e diğer çocuklarından ayrıcalıklı davranırmış. Dedesi vefat ettikten sonra Hülya’nın babasını için için kıskanan amcası Satılmış, ona hep kötü davranmaya başlamış. Zaten babaları sağ iken de çok iyi davrandığı söylenemezmiş. Muharrem’i ırgat gibi karın tokluğuna çalıştırır, küfür eder, döver, yetmiyormuş gibi bir de sattığı ürünlerden zırnık bile koklatmazmış.
İnsanın arkadaşlarını seçebilme özgürlüğü var iken, kardeşlerini seçebilme özgürlüğü yoktur. Akrabalarını seçebilme özgürlüğü yoktur. Muharrem’e de Satılmış gibi bir ağabey nasip olmuştur.
Muharrem’i asıl kızdıran, abisi Satılmış ile şehre gittiklerinde, bir lokantaya gitmişler. Lokanta da kendisine yemekler, kebaplar söyleyen satılmış, Muharrem için;
—Onun karnı toh! O bişey yemeyecek dermiş.
Yine böyle bir gün, aslında yemeye iştahı varken, kendi adına tok olduğuna karar veren abisi o an için gözüne Azrail gibi görünen Muharrem, dışarı çıktıklarında Satılmış’ın yanından uzaklaşıp, köye bir daha da dönmemiş, bir daha da birbirlerini görmemişler. Ne abisi Muharrem’i, ne de Muharrem abisini arayıp sormuş bir daha…
İlerleyen yıllarda köylerinden kadastro geçerken muhtarlık yapan Satılmış, babasının bütün arazilerini kendi üstüne yaptırmış, ne Muharrem’e ne de diğer kız kardeşlerine zırnık koklatmamış.
Muharrem’in ablaları, her biri bir köye, daha sonradan da köyden, büyük şehirlere göçmüşler, Muharrem’i de arayıp sormamışlar, Muharrem de onları hiç aramamış. Hülya’nın annesinin anlatmasına göre o zamanlar ne böyle ulaşım, ne de haberleşme yaygın değilmiş. Önceleri çok sefillik çeken Muharrem, çöplerden karnını doyurduğu günler olmuş. Sokaklarda, boş binalarda, otobüs garajlarında sabahladığı günler olmuş. Daha sonra inşaatlarda amelelik yapmış, birkaç değişik işte çalışmış, son olarak ta bir kereste atölyesinde çalışırken kolunu hızara kaptırmış, çolak kalmıştı. Bu nedenle Çolak Muharrem derlermiş. Zaten bu çolaklıktan sonra uzun süren işsizlik, hastalık, derken, kendisi gibi sefil büyüyen Asiye ile karşılaşmışlar.
O yıllarda Erkekler 16–17 yaşlarını, kızlar 15–16 yaşlarını geçince “kalık” derlermiş, yani evlenememiş, evde kalmış…
Asiye de, Muharrem de neredeyse otuzlarına merdiven dayamış, evde kalmış iki gariban. Şevket usta ile hanımı Meryem’in çabaları ile bu iki genç bir araya gelip yuva kurabilmişler. Bu evliliklerinden de Hülya dünyaya gelmiş, başka da kardeşi olmamış. İşte Hülya’nın kaderi böyle çizilmişti baştan.
Babasını kaybettiğinde, Hüda kadar bile yoktu. Babasından, aklında kalan tek hatıra, annesinin yatak odasında, başucunda asılı bulunan, köşeleri kırık ve hafif sararmış siyah beyaz resim. Babası bu resimde bir elini annesinin omzuna atmış, pala bıyıklı, kara gözlü, sert bakışlı kara kuru bir adam. O sert bakışları altında pırlanta gibi yüreğinin olduğunu gözleri dolarak anlatırdı, Hülya’nın annesi Asiye.
Hülya küçüklüğünde annesi Asiye ile birlikte oturdukları şehrin zengin semtlerindeki apartmanlara gider, annesi apartmanın merdivenlerini siler, zenginlerin evlerini temizlerken, Hülya’ da bazen ona yardım eder, kimi zamanda usanır apartmanların giriş kapısında oyun oynayan çocuklara bakardı uzaktan...
Apartmana giren çıkan çocuklar Hülya’ya yanaşmak, onunla konuşmak, oynamak isteseler bile, anneleri, ablaları hemen ellerinden çeker, oğlum-kızım, sana sürpriz yumurta aldım, çikolata aldım, hadi evimize çıkalım deyip uzaklaştırırlardı Hülya’nın yanından.
O çocukların anne ve ablalarının Hülya’ya bakışları nedense hep alaycı olmuştu. Ama o yaştaki bir çocuğun minnacık yüreğini yaralayan, beynini etkileyen ve ömür boyu unutamayacağı bakışlardı. Hülya o küçük yaşlarında, insanların bakışları ile ne anlatmak istediklerini rahatlıkla sezinlemeyi öğrenmişti…
Annesi her zaman “fukara olmak ayıp değil, çalışmamak ayıp” kızım derdi. Ama çalışanların da bu kadar aşağılanmasına bir türlü aklı ermezdi Hülya’nın. Elbette Zeynep teyze gibi iyi insanlar da az değildi. Ne zaman Hülya’yı görse eline ya bir oyuncak, ya bir yiyecek, ya da bir giyecek verirdi.
Hülya babasız kalalı beri hiçbir zaman yeni elbisesi olmamıştı. Annesi Asiye, temizlik yaptığı apartmanlardan Zeynep teyze gibilerin verdiği kullanılmış giysileri temizler, ütüler Hülya’ya giydirirdi. Her değişik elbise giymesinde Hülya mutluluktan uçar, evlerinin sofasında aynanın karşısına geçip, eteklerini havalandırarak etrafında dans ederek dönerdi…
Yine böyle bir günde, annesinin çalıştığı Çağla apartmanın giriş kapısında, kapının camlarından yansıyan görüntüsünü izlerken, apartmanın dördüncü katında oturan besbelli apartmana da ismini veren Çağla isimli bir çocuk annesine Hülya’yı göstererek; “Bak anne, benim kırmızı kareli elbisemi giymiş bu çocuk” dediğinde annesi Esma hanım “çok ayıp! çok ayıp!” diyerek Çağla’yı elinden tutarak evlerine doğru çekiştirmişti.
Bu olay Hülya’nın hafızasından hiç ama hiçbir zaman silinmemişti. Ne zaman kırmızı kareli bir kumaş görse, yanakları al al olur, gözlerini kaçırırdı o renklerden…
Artık Annesine verilen elbiseleri giymek istemiyordu. Ancak annesinin de kendinse yeni elbise alamayacağını biliyordu.
Hiç unutamadığı ve en çok merak ettiği bir şey daha vardı; hani o zengin apartman çocuklarının annelerinin ağzından böbürlenerek çıkardıkları “oğlum-kızım sana sürpriz yumurta aldım” da ki; “sürpriz yumurta”nın nasıl bir yumurta olduğu idi...
Annesi Asiye Hanım; “Kızım, hayat sürprizlerle doludur, günle birlikte neler gelir bilinmez.” Deki sürpriz ile sürpriz yumurtanın ilişkisini anlamaya çalışarak geçmişti çocukluğu Hülya’nın. Bakalım daha neler gösterecekti zaman…
“Kimi insanlar doymak bilmezler hayatta. Onlara göre hayat sadece kendisidir. Her şeyin sahibi olması gerektiğine inanırlar. Diğerlerinin hayatının bir sinek kadar değeri yoktur gözlerinde. Alın teri denilen şey, uçkurları için döktükleri terdir sadece… Başkaca tere yer yoktur yaşamlarında.
Sömürülmeyi bekleyen emekle doludur kurdukları düzenleri… Düzenin dümen suyu ise her zaman kendi havuzlarına akar nasılsa. Başkalarının da bir hayatı olduğunu anlamaları için ille de kafalarına birilerinin çapa ile vurması gerekir. Çapanın yaraları iyileşinceye kadardır o anlamaları da.
Karşısındakinin ruhunda açtığı travmanın ise nelere yol açtığını düşünmez, düşünemez. Düşünmek yine ruhu yaralanmış olan insanlara kalır.”
Asiye hanım eşini kaybettikten sonra, küçük kızı Hülya ile çok zorluklar çektiğini, Asiye’nin tüm bu yoksullukların üstesinden gelmek için, apartman temizliği, ev temizliği, hatta kızgın güneşin altında Kazova’nın sebze tarlalarına, çok düşük ücretle meğele (çapaya) gittiğini en iyi mahalle komşuları biliyordu…
Sabahın altısında kanal yolu kenarında kendilerini almaya gelecek at arabasını bekleyen günlükçü kadınlar, içlerinde, iş için aldıkları eski şalvarları ile çökelek, bazlama ve somun ekmeği bulunan çıkınlarını, sıkı sıkı tutarak, başlarındaki çit dedikleri yazmalarını ağızlarına yaşmak yaparak, tıkırtılarla önlerinde duran at arabasına binerlerdi birlikte.
Kırk-kırk beş dakikalık o tıkırtılı yolculuktan sonra onları bekleyen, soğan tarlaları, domates tarlaları, fasulye tarlalarında, o bahar sabahının serinliğinde yarış edercesine meğel sallarlardı. Kuşluk vakti verilen ilk dinlenme molasından sonra artık beleri bükülür, dizleri dermansızlaşır, ağızlarındaki yaşmak çözülür, hele bir de kızgın güneşin yükselmeye başlaması ile yorgunluk ve sıcaktan iyice bedenleri çökmeye başlar, hallıkları kalmazdı…
O esnada tarla sahibi olan Tahir Ağa, kıyıdaki söğütlerin gölgesine uzanmış, çantalı radyosunu sonuna kadar açmış, eşi ve kızları etrafında pervane olmakta, o ise su getirin, ayran getirin, çakmağım nere de? Gibi talimatlar yağdırırdı. Aklı estikçe kıldığı vakit namazlarında biraz olsun soluklanırlardı garipler. Ağa karısı ya da kızı olmak ne kadar havalı olsa da tarlada amelelik yapmaktan daha zor görünüyordu.
Zaman zaman radyonun hışırtılı sesine atların kişnemesi, Tahir ağanın öksürmesi, ardından köpek havlamaları, serçe cıvıltıları, taşa değen meğel sesleriyle karışır, uzun bir süre, çalışan kadınlardan çıt çıkmazdı.
Asiye de tıpkı kızı Hülya gibi güzeldi gençliğinde. Hülya’ya bak, Asiye’nin gençliğini görürsün. Güzel mi güzel denilecek bir kadın.
Tahir ağa akşam çalışan kadınların günlüklerini verirken Asiye’den ya su ister, ya tabakasını vermesini ister, diğer kadınlara yevmiyelerini verirken, bir gözü ile de su almak ya da tabakayı almak için eğilen Asiye’nin şalvarında belirginleşen dolgun kalçalarına bakardı. En son olarak ta Asiye’nin günlüğünü verir, her para verişinde bıyıklarını sıvazlayarak, Asiye’ye yılışık yılışık bakar, kahverengiye çalan otuz iki dişiyle pis pis gülümserdi…
Asiye’nin bu kaba adama hiç tahammülü yoktu ama ne yaparsın çaresizlik, çalışmak zorundaydı. Allah’tan Tahir Ağanın işi de bitmek üzereydi. Hatta bu akam bitecekti ama Tahir Ağanın her nedense iyiliği tutmuş, “yeter artık bu gün çok yoruldunuz, o iki sırayı da yarın çapalarsınız” diyerek yevmiyelerini verip çalışan kadınları göndermişti. Tahir Ağanın bu tavrına kendi karısı Kudret dahi çok şaşırmış, “Vardır bu domuzun bir hesabı” diyerek aklından geçen şeytanlığı merak etmişti.
Yine sabahın altısında kanal yolunda gelecek olan at arabasını beklemeye başladı kadınlar. Her zaman ki gibi tam saatinde geldi at arabası. Hiç saatini şaşırmazdı at arabacı Rahmi. Nede olsa, Tahir ağanın en sadık en güvendiği adamıydı…
Kadınlar hep birlikte binecek oldular, Tahir Ağanın adamı at arabacı Rahmi;
—Hoop! Hoop! Sadece bir kişilik iş var bugün, biriniz bineceksiniz. Tahir Ağa öyle istedi.
Kadınlar anca beraber, kanca beraber dediler, hepsi de arabadan indi.
—Paşa gönlünüz bilir, daha bunun ikinci çapası var, boğaz doldurması var… O zaman da gider Cirik’teki işçileri bulur, onları çalıştırırız bundan böyle…
Tahir Ağanın adamı arabacı Rahmi’nin sırıtarak söylediği bu sözlere, çalışan kadınlar istemeyerek de olsa hak verdiler. Öyle ya işveren elini sallasa ellisi koşardı işçilerin, o kadar çok işe ihtiyacı olanlar vardı ki, şu koca şehirde…
En çok Asiye’nin ihtiyacı vardı içlerinde. Kimsesizdi, öksüz çocuğu vardı. Hep birlikte ısrar ettiler Asiye’ye. O da kıramadı yevmiyeci arkadaşlarını. Gitmeyecek olsa, ileriki zamanlarda belki de komşuları bu yüzden işsiz kalacaklardı. Gerçi kendisi boş kalmıyordu ama sağ olsun, yine de onu düşünen bu komşularının sayesinde iş buluyordu. Bu kez de kendisi iyilik etmeli idi komşularına. Gönlü razı olamazdı onların ikinci çapada ve daha sonraları işsiz kalmalarına…
Çaresiz tek başına bindi Rahmi’nin kullandığı at arabasına. Yol boyu düşüne düşüne gitti. O it gözlü Tahir Ağa da pekiyi bir adama benzemiyordu ama başka çaresi de yoktu Asiye’nin. Yalnız bir kadın olmak ne kadar zordu bu topraklarda… Zaten Tahir Ağanın kendisine bakışlarından hiç hoşlanmıyordu, ama illa ki gitmek zorundaydı, kolay değildi bir evin hem annesi hem babası olmak. Hem kolay olan ne vardı ki kadınlar için. Tahir Ağanın karısı Kudret Hanım gibi hanımlar bile rahat yüzü görebiliyorlar mıydı ki şu yalan dünyada…
Bu gün de hava çok sıcak olacağa benziyordu. Gıjgıj dağının üzerindeki güneşin ışıkları insanın beynine işleyecek gibi vuruyordu. Sıcak güneşin altında, toprağı dövercesine sallayacağı meğelin, akşam dönüşünde vereceği yorgunluğu kolları ve bacaklarında hisseti Asiye. Zaten günlerdir yorgun düşmüş dizlerinde derman kalmamıştı. Bu gün kalan iki sırayı bir an önce akşam olmadan bitirebilseydi bari…
Tarlaya gittiklerinde Tahir ağa kahvaltı sofrası hazırlanmış, tek başına uzanmıştı çayırların üstüne… Söğüt ağaçlarının yaprakları arasından sabah güneşi sızarken, her gün gelen karısı Kudret Hanımın Tahir Ağanın yanında olmadığını fark etti Asiye. Kızları ve diğer çocukları da yoktu nedense.
Otuz iki sarı dişini göstererek ayağa kalkan Tahir Ağa “hoş geldin Asiye” diyerek karşılamıştı kendisini. “Gel hele soluklan biraz, birer bardak çay içelim, ağanın işi nasılsa bitmez, daha sonra yaparsın meğelini” diye devam etti pişkin pişkin.
Irgat kısmı geldiğinde ağanın ayağa kalkması alışılmadık bir durumdu. Asiye at arabasından indiğinde, neden ayağa kalkmıştı ki koskoca ağa? Neden sırıtıyordu ki Asiye’nin karşısında.
At arabacı Rahmi de kaşla göz arasında kaybolmuştu oracıktan. Koskoca fasulye tarlasında bir Tahir Ağa vardı bir de Hülya’nın anası Asiye…
İsteksiz isteksiz, birer bardak çay doldurdu Asiye. Tahir Ağa’nın karşısında dizleri üzerine oturdu saygısından. “Yanıma gel, bağdaş kıl şöyle rahatça” dedi, kendi oturuş şeklini göstererek Tahir Ağa.
—Bal’dan da al ekmeğine sür şöylece.
—Alırım ağam
—Hem şöyle dizlerimin dibine gelseydin ya.
—Böyle iyi ağam
Tahir ağanın niyetinin bozuk olduğunu anlamıştı Asiye. Zaten her yevmiye verişinde pis pis sırıtmasından belli değil miydi, bu it tohumunun niyeti diye geçirdi içinden. Nedense diğer kadın işçilere kızar bağırır, Asiye’yi gördüğünde sırıtır, yılışırdı.
Tahir Ağa, bir taraftan bıyıklarını buruyor, bir taraftan da Asiye’yi ayaklarından başına kadar süzüyordu, kudurmuş köpeği andıran bakışlarıyla. Hacı yağı ile ahır kokusu karışımı, leş gibi bir koku Asiye’nin burnunun direğini sızlatmaya yetmişti zaten. Bir de bu kokuyu çıkaran Tahir ağanın yanına, dizlerinin dibine otursaydı, oracıkta bayılırdı herhalde.
Asiye dua ediyor, “ne olur Allah’ım düşündüğüm gibi geçmesin bu günüm, tez elden bitireyim şu meğeli, bir daha mı tek başına tarlalara gelmek, tövbeler tövbesi “diye geçiriyordu içinden.
Tahir Ağa elini uzattı Asiye’ye, elini tutmak istedi Asiye irkildi, çekti ürkerek elini, korkup aniden ayağa fırladı…
—Ne var bunda Asiye, güzel güzel çayımızı içiyorduk
—Yok, ağam ben kahvaltımı yaptım, şu iki sırayı anca bitiririm akşama kadar…
—Sen bilirsin, haydi öyle olsun…
Tahir Ağa gayet pişkin, hiçbir şey olmamış gibi, kurduğu tuzağa kekliğini düşüreceğinden emin avcı edasıyla, rahatça uzandığı yerde yarı yatar vaziyette kahvaltısına devam etti. Sonra kalktı, avını ele geçireceğini hisseden kaplan gibi uzun uzun gerneşti. Biraz tarlanın sınırlarındaki çitlerin etrafında dolaşıp geri döndükten sonra, söğüt ağacının dibinde duran testiyi kafasına kaldırıp, kana kana suyunu içti, bıyıklarına, gömleğine dökülen suları, kaba ve kıllı ellerinin tersiyle şöyle bir sildi ve hayvanımsı bir genirtinin ardından yine hayvanımsı bir şekilde uzanıverdi söğüt ağaçlarının gölgesinde ki çimenlere…
Asiye var gücüyle, hızlı hızlı ve hiç durup dinlenmeden elindeki meğeli toprağa sallıyordu. Her sallayışında sanki Tahir Ağanın kafasına kafasına vurur gibi, ayrıkları, yabancı otları, kökünden çıkartıyor, yağışların dövdüğü toprağı kabartıyordu. Başına bağladığı ve çit dedikleri, boncuk oyalı Tokat Yazmasının uç kısımları ile de arada bir alnının terini siliyor, gözlerine gelmesini engelliyordu.
Tahir domuzunun niyeti belli idi, ama akşam olsa da şu beladan hayırlısı ile bir sıyrılsa adaklar kestirecekti. Bir daha mı bu adama çalışmaya, tövbe dedi içinden. Komşuları için her şeyi yapardı ama böyle namussuzlara da asla katlanamazdı…
Asiye öyle dalmıştı ki, kuşluk vakti olduğunun bile farkında değildi. Hiç dinlenmeden çalıyordu. Neredeyse iki yüz metreden fazla olan bir sıranın sonuna kadar yaklaşmıştı çeyrek günde. Böyle giderse ikindi vaktine kalmaz işini bitirebilir, erkenden de evine giderdi o mendeburun tarlasından…
Tahir ağa ise bir yandan Asiye’yi izliyor, bir yandan da cebinde taşıdığı küçük yuvarlak aynada bıyıklarını sıvazlıyordu. Çatlamış elleri ile yalama olmuş dudaklarına da yeleğinin saat cebinden çıkardığı küçük kutudan gülyağı denilen kremden sürüyor; ”Ah be Asiye, hiç mi kafan çalışmaz senin. Koskoca Tahir Ağa seni isteyecek de sen yüz vermeyeceksin. Olacak iş mi? Ne olurdu sanki kendi gönlünle, bir kez koynuma girsen. Sonra bir kez daha… Bir kez daha… Hatta imam nikâhını da basardım vallaha. Kudret nere, Asiye nere… Bir sarı saçları elli Kudret etmez miydi kurban olduğumun. Sen iste hiçbir zaman sıcak sudan soğuk suya değdirmem elini. Hiç o güzel ellerine meğel almak yakışır mı?” diye kendi kendine konuşur olmuştu, uzandığı çimlerin üzerinde.
Bir müddet sonra ayağa kalktı, sessizce bir yılan gibi Asiye’nin yanına doğru kaydı habersizden. Asiye habire kafasına kafasına vuruyordu meğeli. İtin dölü, gavur kılıklı herif, seni domuz seni. Her vurmasında kökleri ile havada uçuşan yapancı otlar ve toprak, kimi zaman kendi yüzüne gözüne sıçrayacak kadar havalanıyor, o aldırış bile etmeden habire elindeki meğeli sallamaya devam ediyordu.
Yine alnından akmakta olan terlerini silmek için tam doğrulmak üzereydi ki arkasından dolanan iki güçlü el Asiye’nin incecik belinden kavralamış, kendisine doğru çekmeye çalışıyordu. Asiye öyle bir irkildi öyle bir korktu ki, bağırmak istiyor nedense bir türlü sesi çıkmıyordu. Belli ki Tahir itiydi, Asiye’nin göğüslerini avuçlarına alarak, adeta arkasından yapışan. Derin derin aldığı sarımsak kokulu nefesinden sanki ateşler çıkıyor, sarımsak kokusu ile sapah duyduğu ahır ve hacı yağı karışımı leş gibi kokular Asiye’nin burnunun direğini sızlatmaya yetiyordu. Tahir’in kudurmuş hayvan gibi ağzından akan salyaları ensesinde hisseden Asiye can havliyle Tahir’in ellerinden kurtulup tam kaçacaktı ki, Tahir iri ve güçlü elleriyle Asiye’nin basma şalvarından yakalamıştı. Her ikisi de birlikte yere düştüler. Asiye’nın şalvarı belinden sıyrılmış, altındaki pembe çiçekli uzun donu gözüküyordu. Tahir adeta alev alev yanan ve gülyağı sürdüğü yalama dudaklarını, kendisinden kurtulmak için çırpınan kadının ince uzun boğazında gezdirmeye çalıyordu.
Fasulye tarlasının ortasında Asiye’nin çığlıklarını duyan hiçbir insan yoktu sanki. Oysa tarlanın sınırındaki böğürtlen büklerinin arkasında, olanları adeta çıt çıkarmadan izleyen Rahmi, gördüğü manzarayı izlemekten, zevkten dört köşe olmuş, Ağasının yerinde olabilmek için olmadık hayallere dalmıştı. Asiye’nin çaresiz çığlıkları, umurunda bile değildi.
Bir süre boğuştuktan sonra, Tahir ağanın bir boşluğundan yararlanan Asiye, olanca kuvvetini toplayarak, parmakları ile avuçladığı toprağı Tahir’in gözlerine fırlatmış, gözlerine toprak parçalarının dolması ile bir an şaşkına dönen Tahir Ağa, elleri ile gözlerini ovuştururken Asiye’ de nasıl olduysa kendisini kurtarmıştı. Seni yakalayacağım orospu diye söylenen Tahir Ağanın kafasına meğeli yerden kaptığı gibi defalarca vurmuş, vurmuş, vurmuş, koskoca Tahir Ağa kanlar içerisinde yere serilmişti… Bu fırsatı iyi kullanan Asiye, hemen tarladan kaçmış, bir şekilde şehre ulaşmıştı.
Ancak bu olayı kimse ile paylaşamazdı. Zira hemen adını kötü kadına çıkarırlardı. Öyle ya dişi kuyruk sallamasa erkek peşinden gitmezdi. O kadar dürüst kadınsa tek başına ne işi vardı Ağanın tarlasında. Orospu olacağı yürüyüşünden belli idi. Daha ne alçakça yakıştırmalar yaparlardı bazı insanlar kim bilir? Öyle ya, elin ağzı çuval değil ki büzesin.
Asiye o günden sonra içine kapanmış, her gece kâbuslar görmeye başlamıştı. Tahir alçağının gözü dönmüş hali hiç gözlerinin önünden gitmiyor, aklına geldikçe tekrar tekrar elindeki meğel ile kafasına gözüne vurmak istiyordu. Kadınlık onurunu hiçe sayan bu yaratığın gebermesinden değil, çevresindeki insanların olayı duyması halinde kendisine atabileceği iftiralardan korkuyordu. Oysa günler geçmiş, ne jandarma aramış, ne de Tahir Ağadan herhangi bir ses çıkmıştı.
Fasulyelerin boğaz doldurma zamanı geldi, hala kimseden ses çıkmamıştı. Belki de kim vurduya gitmişti Tahir Ağa. Kim bilir cehennemin hangi köşesinde cayır cayır yanıyordur şimdi diye düşündü Asiye. Diğer meğelci işçiler yine sabahın altısında kanal yoluna geldiler. Beklediler beklediler ne gelen vardı ne de giden. Başka başka köylere, başka başka adamların tarlalarına, domates, biber, fasulye meğeli için gitmeye baladılar.
Asiye ise her seferinde bugün merdiven sileceğim, bu gün falanca doktorun evini temizlemeye gideceğim, bu gün başım çok ağrıyor bahaneleri ile o olaydan sonra bir daha da meğel yapmaya gitmemişti.
Acaba Tahir ölmüş müydü? Kim vurduya mı gitmişti? Ölmedi ise neden Asiye’yi şikâyet etmemişti? O gün Asiye’nin tarlada olduğunu bir tek Rahmi biliyordu. Aslında komşuları da bir gün önceden gideceğini biliyorlar ama gidip gitmediğinden habersizlerdi. Acaba komşularda şüpheleniyorlar mıydı kendisinden? Ya da at arabacı Rahmi jandarmaya ihbar ederse ne yapardı Asiye? Komşuların yüzüne nasıl bakardı? Cezaevine düşerse, Hülya’sını kime bırakırdı? Günlerdir bu düşüncelerle içi içini yiyor, geceleri uykusu kaçıyor, bir türlü içi rahat etmiyordu Asiye’nin.
Cuma günleri Pazar kurulurdu yaşadığı şehirde. Sabahleyin Pazar tezgâhlarındaki fiyat etiketleri akşama doğru değiştirilir, Pazar biraz daha ucuzlardı. Hatta akşam yaklaştığında, seyyar satıcılar satamadıkları sebzelerin, meyvelerin bir kısmını pazaryerine dökerlerdi. Pazarcıların dökmüş olduğu yerden sağlam olan domates, salatalık, elma gibi meyve ve sebzeleri ayıklamak mümkün olurdu. Bu nedenle hep akşama doğru pazara giderdi Asiye.
O Cuma pazarına da geç saatlerde gitmişti. Bir baştan bir başa dolaştığı pazardan ucuz ne varsa filelerine doldurdu. Pazar döküntülerinden de seçtiği olmuştu. Zaten iki canlardı bu iki file dolusu sebze ve meyve diğer cumaya kadar kendilerine yeterli idi.
Pazaryerinin diğer ucunda döküntüler içerisinden işe yarar yerli domatesleri seçiyordu ki arkasında bir karartının varlığını hissetti. Geriye döndüğünde kendisine yılışık yılışık sırıtan at arabacı Rahmi’yi gördü. Elindeki domatesin kırmızısı gibi alı moruna karıştı ve yanakları kıpkırmızı kesildi. Görünmemek için tekrar önüne döndü, kafasını eğdi, başındaki çiti ile yaşmak yapıp kapanmaya çalıştı ise de arkadan gelen sesle tüm çabalarının nafile olduğunu anladı.
—Asiye kız neydiyon?
Asiye’nin elleri ayakları titriyor, dizlerinin bağı çözülüyor, yüreği küt küt atıyordu. Kendisi için yolun sonu mu idi acaba. Ne yapardı Hülya onsuz. İhbar etmiş miydi Rahmi denen hayasız. Ya da şantaj mı yapacaktı Asiye’ye. O da Ağası gibi it gözlüye benziyordu, her şey beklenirdi ondan.
—Korkma korkma ölmedi senin ki, ölür mü hiç o domuz
—Ne demek benim ki?
—Kızma hemen canım, Tahir ağa işte. Karısı Kudret’ten korkusuna şikayetçi bile olamadı. Hem ne diye şikayet edecekti. Altı gün hastanede yattı da kimin kendisini bu hale getirdiğini söylemedi. Bana vuranı göremedim diye ifade verdi.
— Ya öyle mi diyebildi Asiye.
İçi biraz olsun rahatlamıştı Asiye’nin. Sonra öfkesi kabardı yeniden.
—Geberseydi keşke
—Gebermedi, gebermedi. Bana da sıkı sıkı tembihledi, kimseye söyleme diye.
—Sen gördün müydü yoksa domuzun yaptığını
—Yok, görmedim vallaha dedi sesi titreyerek.
—Görmedim ama anladım dedi sonra.
Bükün arkasından olanları izlerken Asiye’nin şalvarının altından çıkan, pembe uzun donu ve bembeyaz teni, gözlerinin önünden hiç gitmemişti aslında. Ah ben olsaydım Tahir’in yerinde diye geçirdi içinden. Sarılıp kemiklerini çatırdatsaydım Asiye’nin.
—Artık karşı mahalleden götürüyor işçileri. Hiç memnun değil ağa. Sizin gibi çalışmıyorlar. Hele senin eline su bile dökemezler…
Arabacı Rahmi konuşuyor, konuştukça da Asiye’ye santim santim yaklaşıyordu. Neredeyse fırsatını bulsa yapışacaktı. Bunu fark eden Asiye bir adım geri çıktı irkilerek. Artık içindeki korkuyu atmış, sıkıntılarından kurtulmuştu. Rahmi itine rastlamasına bu kadar sevineceği aklına bile gelmezdi. Günlerdir çektiği kâbuslardan, uykusuz gecelerden nihayet kurtulacaktı. İçinden geçenleri hiç ama hiç kimseyle paylaşamamıştı bu güne kadar. Emine ile bile paylaşamamıştı. O iğrenç görüntüler bir türlü aklından gitmiyor, öfkesi kabardıkça kabarıyordu. O olaydan sonra ilk kez Rahmi’den duydukları ile dudakları tebessüm etmişti. Sevincinden çığlık atası geliyordu. Bir yandan da keşke geberseydi domuz diyordu. Asiye’ nin içinden geçirdiği bu düşünceleri adeta okuyan Rahmi;
—Filelerini ben taşırım istersen Asiye
—Oşşt köpek, defol şuradan.
—Canın bir şey isterse beni bulacağın yeri biliyorsun
Asiye, yerden aldığı çürük domatesi tam kafasına fırlatacaktı ki; Pazaryerinde olduğunu hatırladı. Neyse ki akşam olmuş, Pazaryerinin çoğunluğu dağılmıştı. İyi ki fırlatmamıştı domatesi, bir gören olsa ne derdi Asiye için. Geri dönüp hızlı adımlarla yürümeye başladı.
-Allah hepinizin belasını versin…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.