- 1025 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hüda'nın Parmaklarının Dokunduğu Yer 3.bölüm
“Hani hep söylerler ya paylaştıkça güzelleşir hayat diye. Hani söylerler de çoğunlukla yapamazlar ya, bilemezler ya paylaşmayı insanoğlu. Bölüp veremezler ya bir parça somun ekmeğini komşularına. İşte o topraklarda ekmeğini paylaşmayı bilenler hala yaşıyorsa, onların o güzelliği, hayatı da güzelleştirir mutlaka.
Sevgiyi keşfedersin yeniden. Artık insanlar, Misto ve Fadime kadar güzel gözükmeye başlar gözlerine, yeniden umutlanırsın, yeniden tutunursun hayata…”
Güneşin orak zamanındaki kızgınlığı tam da tepelerine vurmaya başlamıştı ki; yürüdükleri yolun yan tarafında çalışan köylüleri gördüler. Diğer harmanlarda genellikle traktörler, patozlar çalıştırılırken bu harmanda sadece iki kırmızı öküz döndürüyordu Misto emminin üzerine bindiği düveni… Düveni görünce, belli ki köyün yoksul ailelerinden biri diye düşündü Hülya.
—Kolay gelsin, bereketli olsun!
—Sağol Bacım
—Kolay gelsin, Bereketli olsun
—Sağ olasın yavrum sağol
Fadime bir yandan Hülya ile Huda’ya cevap yetiştiriyor, bir yandan da Tokat Basması sofra bezini yere sermeye çalışıyordu.
—Anne ben çok acıktım dedi Hüda.
Sus işareti yapıp “ayıp” dedi annesi Hüda’ya.
Fadime düvenin üzerindeki Misto emminin eşiydi. Tombul, esmer, siyah boncuk gözlü, al yanaklı, orta yaşlı bir kadındı. Hülya ile oğlu’nun uzak yerden geldiklerini bir bakışta anlamıştı.
—Nereye bacım, yel mi attı, sel mi attı, hele buyurun biraz soluklanın.
—Yok, yolcu yolunda gerek…
—Bir lokma yemek yemeden tövbe bırakmam. Öyle gitmek olur mu? Tanrı misafirisiniz siz. Allah ne verdiyse birlikte oturur yeriz, sonra da yolunuza devam edersiniz yeniden.
Serdiği sofra bezinin üzerine sofra tahtasını, onun üzerine de büyükçe bir sini yerleştirdi bunları söylerken. Küçük Zekiye de bakır barkacın içindeki yoğurdu, elindeki şimşir kaşıkla çalkalıyordu. Mis gibi bazlama kokuları geliyordu yanındaki örtünün altından. Aslında kurt gibi acıkmışlardı her ikisi de. Hülya’nın kendisi açlığa dayansa bile Huda’nın minik bedeninin dayanacak gücü kalmamıştı artık. Hülya memnuniyetle kabul etmek zorunda kalmıştı bu daveti. Fadime ile kızı Zekiye sofrayı iyice donattılar, taze çökelek, sıcak bazlama, yeşil soğan, düğü pilavı, mis gibi ayran…
—Sofraya buyurun dedi Fadime
—Sofraya buyurun dedi kızı Zekiye
Misto halen düvenin üzerinde, elinde öğendere ile “Ho! Ho!” diyerek öküzleri yürütüyor, bir yandan da saman tozu ile karışan ve alnından yüzüne doğru akmakta olan terlerini, şapkasının altından sallanan mendilinin ucuyla silmeye çalışıyordu.
Hülya ile Huda’yı görünce “hoş geldin bacım” “hoş geldin yeğenim” diye seslenmişti uzaktan. Sonra öğenderesinin mudulu ile “Ho! Ho!” diyerek öküzleri ni yürütmeye devam etti…
Huda öküz ile düven sürmemişti, ama kendi köylerinde de düven sürenleri görmüştü. Babası ile traktörle patozdan geçirirdi ekinlerini.
Hülya ile Huda önce çekingen çekingen oturdular sofraya. İkisinin de gözleri düven çeken besili kırmızımsı öküzlerde idi. Huda’nın Kınalı’sına nasıl da benziyordu renkleri…
Kaşıkları uzattı Fadime;
— Haydi buyurun.
—Emmi gelmeyecek mi?
—Siz oturun, oturun, emminiz gelmez…
—Neden?
—O niyetli
—Ne niyeti.
—Bu gün Cuma ya, o kırk sekiz Perşembe gecesi kalkar Cumaları oruç tutar.
—Ama harman…
—Misto’m alışıktır açlığa, susuzluğa…
Hüda bazlamalara çoktan yumulmuştu bile… Fadime ile Hülya da düğü pilavından sıyırmaya başladılar kaşıklarıyla. İyi birisine benziyordu şu Fadime. Ama insanların iyi ya da kötü oldukları bir görüşte anlaşılmazdı ki… Cadı Cevriye de önceleri ne kadar iyi görünmüştü gözüne… En iyisi sır vermemekti hiç kimseye…
Zaten Fadime de oralı olmuyor, hiç soru sormuyordu Hülya’ya. Varsa yoksa Huda ile şakalaşıyor, kendi canından bir parça gibi onun yanaklarını öpüyor, elleri ile maşrafadan ayran içirmeye çalışıyordu.
Hülya Misto emmiyi düşündü. Kırksekiz Cuma orucu hiç duymamıştı. Ramazan orucu dışında oruç tutmazlardı kendileri. Muharrem orucu duymuştu, Hıdırellez duymuştu ama bunu hiç duymamıştı. Belli ki inançları farklıydı. Hangi inançtan oldukları o kadar da önemli değildi. Çünkü kendilerine çok iyi davranan, sofralarını paylaşan bu insanlar hangi inançtan değil inançsız da olsalar mutlaka çok iyi insanlardı. Herkesin inancı herkese derdi Asiye anası…
—Allah bereket versin dedi Hülya
—Allah bereket versin dedi Hüda
—Helal olsun kuzularım, yarasın, güç kuvvet olsun, Hünkâr yardımcınız olsun dedi Fadime…
Kırk yıllık dost gibi sarıldılar, Misto emmi gelmeden, ona da selam söyleyerek ayrıldılar. Her milletin iyisi iyi diye düşündü Hülya. Ne kadar iyi insanlardı, ne kadar içten davrandılar… Hünkâr yardımcınız olsun demişti. Hünkâr ne demekti acaba… Besbelli Badem Dede gibi Ulu kişilerden bahsetmişti. Allah razı olsun Fadime abladan, karnımızı da bir güzel doyurdu sağolsun diye düşünceler geçirdi içinden.
Artık şose görülüyordu, çok az kalmıştı papura varmaya. Yüzün koyun devam ettiler yürümeye. Son bir su daha içmeleri için yapılmıştı sanki şosenin üzerindeki çeşme. Çeşmenin borusu bir söğüt dalı ile tıkanmıştı. Hüda dalı çektiğinde su yüzüne doğru fışkırdı.
—Anne bak elimin değdiği yer kurumuyor. Her tarafım ıslandı.
—Severim ben senin minik ellerini…
Birlikte su içtiler, yüzlerini yıkadılar çeşmede. Hülya Hüda’nın ıslanan giysilerinin suyunu sıkıp akıttı. Bir iki dakikalık yürüyüşten sonra artık papurda idiler. Ilık ılık esen yel eşliğinde, üstelik karınları tok olarak şosede beklemeye başladılar. Sonu görülmeyen bir yola giren Hülya, Huda’yı da peşinden sürüklüyordu ama başka çaresi de yoktu.
“Hayat bazen sabırdır. Her zaman bir şeyler bekleriz nedense. Oysa giden ömürdendir, onu hiç hesap etmeyiz. Çoğu zaman sıkıcıdır beklemek. Gözleri yolundadır hep beklediği şeyin. Öyle an gelir ki sabrı tükenir insanın. Tam umutların tükenmeye başladığı an, yoldan geçen bir otomobilin hangi niyetle yanında durduğuna aldırış etmeden atlayıp yoluna devam etmektir bazen hayat.”
On beş yirmi dakikadır otobüs ya da yolcu minibüsü geçmemişti şoseden. Yoldan geçen birkaç kamyon ve otomobilden bazıları, Hülya’nın beklediği yerde durmuş, yılışarak Hülya’yı araçlarına almak istemişler ancak Hülya onların pis niyetlerini gözlerinden okuduğundan araçlarına binmemişti. Bu nedenle de tedirgin olmuştu beklemekten. Bir an önce artık gideceği yere gitmeliydi. Otobüs ya da yolcu minibüsü de hiç gelmemişti bekledikleri sürece.
Tüm cesaretini toplayıp, bu kez ilk gelen otomobile kendisi el kaldırdı. Önce durmayacak gibi oldu otomobil… Sonra küçük Hüda’yı da görmüş olacak ki yirmi metre ilerde acı bir fren sesi ile durdu aniden. Sonra geri vites lambalarından anladı, arabanın kendilerine doğru geri geri geldiğini Hülya. Otobüsün falan geleceği yoktu, öyle ya da böyle bir araba ile uzaklaşmalıydı gideceği yöne doğru.
Geniş omuzlu, pala bıyıklı, orta yaşlı, sert bakışlı bir adam, otomobilin sağ ön camını açıp, hafif saçları dökülmüş başını uzatarak;
—Nereye gideceksiniz bacım?
—Şehre kadar.
Hülya cevap verirken sesinin titrediğini hissetti. Nasıl sesi titremesin ki; hayatında ilk kez tanımadığı bir adamın arabasına binmek zorunda kalmıştı. Öyle ya in midir, cin midir, nasıl bir adamdır? Hele o yıllarda; o yörede, bir kadın için oldukça alışılmadık bir durumdu. Bir gören olsa kim bilir ne dedikodular üretirlerdi mendeburlar. Hele Tombul Cevriye’nin kulağına gitse, oturur kalkar, sürtük derdi, orospu derdi, doğru bir kadın olsa tanımadığı adamların arabasına niye binsin derdi, hiç ağzından çıkanları kulakları işitmeden…
Otomobilini durduran pala bıyıklı adam, daha sonra aracından inip, otomobilinin bagajını açtı. Hülya’nın elindeki oymalı tahta bavulu bagaja yerleştirdi.
—Atlayın haydi, dedi.
Hüda hemen atladı ön koltuğa. Hülya biraz tereddütlü, sağa sola bakındı, sonra çekinerek bindi pala bıyıklı adamın açtığı, arka kapıdan.
Adam el frenini indirip aracı vitese takarken otomobilin dikiz aynasından şöyle bir baktı. O bakıştan gözlerini kaçırmaya çalışan Hülya, buğday başağı rengindeki saçlarıyla gözlerinin üzerini biraz daha kapatmak için yere doğru eğildiğinde, adam o’nun morarmış gözünü görmezlikten gelerek küçük Hüda’ya döndü;
—Adın ne senin delikanlı?
—Hüda.
—Benimki de Ömer.
—…..
—Kaç yaşındasın
—5,5 tan altı.
—Ooo! Kocaman delikanlıymışsın sen.
Küçük Hüda ile Ömer sohbeti koyulaştırmışlardı. Ömer, Hüda’ya kendi torununu anlatıyor, Hüda’ da ona sürekli sorular soruyordu.
—Neden?
—Niçin?
—Nerede?
Ömer erinmeden, bıkmadan Hüda’nın yağmur gibi sorularını cevap yetiştiriyor, arada bir sağ eli ile Hüda’nın saçlarını okşuyordu. Tıpkı kendi torununu okşadığı gibi…
Hüda ilk kez böyle bir otomobile binmişti… Hem de kırmızı idi otomobil. Oturduğu koltuğun, kadife döşemeleri Kınalı’nın yumuşacık tüylerini anımsatıyor, onları okşuyor, döşemenin yumuşak tüyleri minik ellerine değdikçe mutlu oluyordu. Otomobilin, kocaman simidi andıran incecik direksiyonu, kare kare sarı ve lacivert renklerle süslenmiş, dikiz aynasının tam altında sağa sola sallanan bezden yapılmış sarı kanaryalar asılıydı.
Hüda’nın çok bildiği kocaman traktörlerin yanından neredeyse jet gibi geçiyordu bindikleri otomobil. Çamlıbel’in doruğundaki küçük beyaz bulutları yakalayacak kadar hızlılardı ancak, zirveye yaklaştıkça beyaz bulutlar da uzaklaşıyordu. Hüda o beyaz, pamuk gibi bulutları öyle merak ediyordu ki, masallardaki gibi, onların üzerine çıkıp uçan halı misali gökyüzünde korkusuzca ve özgürce dolaşmak geçiyordu içinden.
Hülya, köyden çıktı çıkalı pek arkasına dönmemiş, arkasına bakmamıştı. Adeta arkada kalanları unutmak istiyorcasına ilerledi yol boyu. İçinde bulunduğu otomobilin arka camlarından geriye doğru son kez bir daha bakmayı arzuladı içinden. Uzun uzun baktı geriye doğru. Geride artık onu ilgilendiren hiçbir şey kalmamıştı sanki.
Gerçi geride kalanlar da onun yokluğunu ne kadar önemserlerdi belli değildi ya. Belki Hüda’nın babası, yani Hülya’nın geride bıraktığı eşi Halil önemserdi. O da içinden önemse de, dışından, hele Cadı Cevriye anasının yanında asla önemser gibi gözükmezdi…
Hülya ile Huda’nın yola çıktıklarını, uzun süre kimse anlamamıştır. Öğle yemeği vakti anlamış olsalar bile, onları bulmalarına artık imkân yoktu. Çünkü hangi yöne gittiklerini tahmin bile edemezlerdi. Hele Sivas yönüne gidebilecekleri akıllarının ucundan bile geçmezdi. Hülya’nın canı öylesine yanmıştı ki, birilerinin peşlerine takılıp, kendi,lerini gerisin geriye döndürebilecekleri korkusu ile böyle bir yön çizmişti kendi aklından.
Haydi, bakalım, şimdi o kaynana olacak Tombul Cevriye, oğlundan kıskandığı gelini evden gitti diye, zil takıp oynasın, bulursa kına yaksın dı münasip yerlerine… Şimdi alsın başına çalsın oğlunu. Doldurabildiği kadar doldursun. Senin karın beceriksiz, tembel, sümsüğün teki desin, ne derse desin bu saatten sonra. Artık Hülya’nın hiç umurunda değildi…
Oysa Halil yokluklarını hissetiği zaman muhakkak yıkılırdı. Yıkılırdı ama Tombul Cevriye’den korkusuna ayakta dim dik durur gibi yapardı. Ah be Halil! Evliliklerinin ilk günlerinde ne kadar da iyi davranmıştı aslında. Ne zaman birlikte tarlaya gitseler, sen elini çapaya değdirme, bizim çayımızı çorbamızı yap, alıç ağacının gölgesinde otur, güneşe çıkma, kendini yorma diye parçalanırdı Hülya için. Hele Huda’ya hamile iken, hep eşinin üzerine titrer, Hülya’ya kendini yormamalı, kendine iyi bakmalısın ki karnında taşıdığın bebeğimiz de iyi gelişsin, hem de oğlumuz yakışıklı olsun diye takılırdı. İyi ki de oğulları oldu. Ya kızları olsa idi, bu sefer Halil’de en az Tombul Cevriye kadar hasım olurdu Hülya’ya, sanki kadının kusuruymuş gibi…
Halil Hülya’ya iyi davrandıkça, Halil’in annesi Cevriye de, fesat bakışları ile onları süzer, anlamsız bir şekilde Hülya’yı oğlundan kıskandığını her defasında belli ederdi. Ona göre oğlu da ne bulmuştu şu sarı çapardan bir türlü anlayamamıştı. Gerçi ilk zamanlar Halil’in yanında farklı, Halil olmayınca daha farklı yaklaşırdı. Halil’in yanında yavrum kuzum der, Halil olmadığı zamanlar surat asardı. Halil’i kendi yanına çektikten sonra da Halil’in yanında bile Hülya’nın adı sarı çapar olmuştu…
Oysa bir düşünse, oğlundan önce, oğlu için kendisi araştırıp bulmuştu Hülya’yı. Kara Bekir’in karısı Iraz’ı hem önder etmiş, daha sonra da gözü kör olasıca sebep deyip, beddualar ederdi Iraz’a. Oysa Iraz onlara sadece iyilik yapmıştı. Yoksa bu cadalozun oğluna kim kız verirdi Iraz önüne düşmese…
Önceleri Hülya ne zaman başını Halil’in omzuna koysa kendisini dünyanın en mutlu kadını hissederdi. Her seferinde heyecandan kalbi küt küt atardı. Sanki o günleri hiç yaşamamış gibiydi artık. Çok gerilerde kalmıştı çook… Ne Hülya o eski Hülya idi ne de Halil eski Halil… Şu an Halil deyince aklına, Tombul Cevriye, fesat bakışlar, ana kuzusu, sopa, şiddet, küfür, günah geliyordu Hülya’nın.
Cicim ayları geçtikten sonra Halil annesi Cevriye’nin sözünden çıkmaz olmuş, önceki canım, cicim sözlerinin yerini, kalkma, oturma, konuşma, karışma, çabuk ol, beceriksiz kelimeleri almıştı artık… Bu kadarla da kalsa iyi, gün görmemiş küfürler, ağza alınmayacak sözler ve tabi ki haksızların haksızlıklarını örtbas etmek için uyguladıkları şiddet…
Tombul Cevriye’nin annelik duygusu ne biçim bir duygu idi ki; oğluna da, gelini Hülya’ya da, hatta küçücük torunu Huda’ya da hayatlarını zindan etmişti. Oğlunun küçücük mutluluğu adeta onu çıldırtıyor, ne zaman Hülya’nın yanında keyifli görse, mutlaka ortaya bir şeyler atıp onların huzurlarını bozuyordu. Onların bu huzursuzluğu bütün haneye yansıyor, günahsız Huda bile, bu huzursuzluktan nasibini alıyordu. Tıpkı bir yanında yangın çıkarılan ormanın diğer yanlarının da alev alması gibi… Bir kadın, ancak bu kadar bencil olabilirdi.
Elbette Halil’in kişiliğinin zayıf olması da, Hülya’nın daha çok ezilmesinin sebep oluyordu. Halil’de biraz kişilik olsa, haklı olduğu zamanlar Hülya’nın yanında olabilse, Tombul Cevriye’nin dili bu kadar uzamazdı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.