- 671 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GünGece
Gün
…neş yine aynı şekilde doğuyordu. Şu hangi dağ, bilen yok… Ağır ağır yürüyordu kalabalık, konuşmayı bilmeyenlerden bir çocuk ayağının gölgesiyle oynuyordu. Bu altı yüz küsur kadar kalan kalabalıkta en küçük çocuk beş yaşındaydı. Sekiz yaşından küçük çocuklar konuşmayı, on bir yaşından küçük çocuklar ise neden yürüdüğünü bilmiyordu. En yaşlıları lider olandı ki bu, otuz iki yaşındaki Esad’tı. Daha yaşlıları vardı elbet, öldüler. Esad dirençli çıkmıştı, ondan sonra en yaşlıları yirmi beş yaşındaydı. Esad bu topluluğun kalan tek aklıydı. O da görmemişti yola çıkışı fakat en yaşlısından yedi sene fazla yaşamış, insanlar henüz konuşma hevesini yitirmemişken çok dinlemişti büyüklerini. Sonra insanlar son sevişme heveslerini de yitirdi ve bu kalabalık her ölenle iyice erimeye başladı. Esad önden gidiyordu, kalın kaşları ve etli burnu iyice kısılmıştı. Yüzü en kara olan oydu. Bir tek o biliyordu insanın yüzünde ölmeye yakın beliren karalığın derecesini, o da göremiyordu yüzünü. Görse bilirdi ki çok çok iki haftası kalmıştır. Esad da öldükten sonra umutlar iyice azalacaktı. Umut? Kimin umudu? Çok değil iki-üç seneye bu toplulukta neyi aradığını bilmeyenler kalacaktı yalnızca. Onlar da belki kalan son vaha, son orman, son gölün yanından yürüyüp geçeceklerdi. Esad anlıyordu bunu. Anlatmıyordu kimseye çünkü onun umudu tükenmişti. Zaten aradığı da orman, vaha, göl gibi şeyler değildi. Onun gözleri –belki iki yüz senedir yürüdükleri bu çölde- bir plastik şişe ya da bir paçavra parçası taramaktaydı. Bulduğunda “İşte dünya da bitti, yaşanacak bir yer kalmamış.” deyip görevini yapmış olmanın huzuruyla bulduğu şeyin yanına oturup ölmeyi bekleyecekti. Plastik şişeden su içen son kişiydi Esad. Yirmi beş yaşındaki Ahmet Abbas yalnızca bir terslik olduğunu sezecek ve yola sayıları yüzden biraz daha fazla kadar kalan büyük, tekerlekli su varillerinden birinin ipini bırakıp, en öne geçerek devam edecekti. Lider olmanın en büyük avantajı varil çekmemekti, yoksa onlar da herkes gibi günde bir avuç su içebiliyordu. Şimdi Esad, elleri tek bir tel bile saç kalmamış kafasında, kendisinin ve bu kalabalığın başına gelebilecek en farklı şeyi düşünüyordu, ölümü… Ya su bitecekti kırılacaklardı ya da güçleri yetmeyecekti. Son insan, son varili çekmeye çalışırken yığılıp kalacaktı. Bu kadar mıydı her şey? Yoksa şurasında tıp tıp eden şeyin içinden bir Esad çıkıp bambaşka şeyler görmeye, bambaşka şeyler yaşamaya, bir başka dünyaya mı gidecekti? O dünyada yürümekten başka şeyler de var mıydı? Ne olab…
Gece
…şamıydı. Esad’ın dedelerinin yola çıkışından tam 250 yıl öncesi… Okyanuslar, denizler, ormanlar, hayvanlar vardı henüz. Gökyüzünün maviden turkuaza doğru süren cümbüşü hâlâ insanoğluna keyif veriyordu. Shane usulca kalktı Rebecca’nın yanından. Rebecca’nın başı, Shane’nin omzundan kalkıp usulcacık kırıldı öbür yana ve elleri düştü ellerinden. Ellerine sigarasını, çakmağını ve bir gazete kâğıdını toplayarak balkona çıkıyordu Shane. Yüzündeki durgunluğu hiç bozmadan açtı balkonun kapısını ve çıktı dışarı. Gözleri bir müddet karşısında durur gibi gözüken karanlığa takılı kaldı. Sonra yüzünün, gözlerini hiç kıpırdatmadan gazete kâğıdını pervazın üstüne fırlattı; sigarasını çıkardı, çakmağının iri aleviyle yaktı. Yanakları dişlerine değene dek çekti ilk nefesi. Sonrası… Gözleri meçhul bir memlekete dalgın, sigarasını dudaklarına belli belirsiz değdirerek birkaç nefes daha… Birden elindeki sigarayı fark etmiş gibi arkasını balkonun korkuluğuna yaslayarak yüzünü kapıya doğru döndü. Gazete kâğıdına silkti külünü. Perde kapanmamıştı, kapının hizasında geniş bir açıklık kalmıştı. O aralıktan Rebecca’yı izledi. Sol elini yere dayamış, başı sol omzunun üstüne kırık, bir şeyler mırıldanıyordu. Mehtaplı, denizli şeylerdi mutlaka. Ne tatlı kadındı şu Rebecca. Tombul yanaklarının altına iki ucunu gizlemiş ipincecik dudakları bir dalga gibi gelip gittikçe altından muhteşem bir inci dizisi kendini belli ediyordu. Parlayan iki tombul yanağının birleştiği yerde gümüşten bir alem gibi küçücük burnu… O da parlıyordu. Bembeyaz ve pürüzsüz alnının altında ipincecik iki siyah kaş… Ya saçları, köpüre köpüre akan bir şelale gibi saçları… Rebecca dönüp Shane’e baktı, göz göze geldiler. Öyle bir gülümsedi ki… Önce yanakları yükseldi iki yana doğru, dudağı iki kubbe arasını süsleyen bir kemer gibi gümüş alemin altına dek yükseldi. Tek bir inci tanesini dahi esirgemedi Shane’nin gözlerinden. Tanrım! Gözleri… İnsanın ruhunu çekiyorlardı içlerine, dipsiz bir kuyu gibi parlıyorlardı. Dünyanın en güzel hissi bu kuyulara düşmekti galiba. Ne güzel kadındı şu Rebecca. Bu mutlu an o kadar kısa sürmüştü ki gerçek olup olmadığını bile anlayamadan, bir rüyadan ansızın uyanır gibi irkildi Shane. İşte Rebecca, kafası sol omzunun üstünde bir şeyler mırıldanıyordu. Kafası karıştı, sigaradan nefes çeker gibi bir hareket yaptı, aslı nedir bilmem. İçine bir huzursuzluk çöktü. Eksik bir şey vardı sanki ya da fazla bir şey, rahatsız edici. Susamlı çörek yemiş, karnı doymuş fakat tüm o tokluk hissinin yanında diş etine batan bir susam vardı da rahatsız ediyordu onu. Şu dünyanın en tatlı, en güzel, en merhametli, en iyi kadını; gizli bir eksik almıştı eline, kıyasıya saldırıyordu şimdi Shane’e. Seviyorlar mıydı acaba? Evet, evet… Güzellik, iyilik, anlaşabilmek, uyum… Hepsi tastamamdı. Peki, neydi ki yüreğine yüreğine saplanan bu gizli eksik? Neden çılgınca bir aşkı veremiyordu Rebecca? Tedirgin, etrafına bakındı. O an gözü duvardaki bir çiviye takıldı. Sokak lambasından vuran ışık ona bir gölge çizmişti ve sabaha kadar böylece bekleyecekti çivi, gölgesiyle. Sabahsa güneş doğacak ve yerinde duramaz olacaktı gölge. İşte buydu mesele: Shane ile Rebecca, çivi ile gölgesi gibiydi. Ne var ki aşk onlara yalnızca geceydi. Sigarasını söndürdü ve kül tablası yerine kullandığı gazete kâğıdını buruşturup pervazın kenarına sıkıştırdı. Şimdi perdenin arkasındaydı ve Rebecca onu göremezdi. Bir anda değişti bakışları, kırk yıldır yapmaya hazırlandığı şeyi yapar gibiydi. Tansiyonu yükselmiş, nefesi hızlanmış, kalbi yerinde duramıyor olmuştu. Balkonun korkuluklarına ellerini dayayarak birkaç güçlü nefes aldı, mesafeyi ölçtü gözleriyle. Sonra bir ergen irisi gibi korkuluklardan asılarak kendini çimenlerin üstüne fırlattı. Yürümeliydi biraz, çiviyi ve Rebecca’yı düşünmeliydi. Rebecca ondan çılgınca bir aşkı neden esirgiyordu? Bilerek mi yapıyordu bunu? Sinirden bir sigara daha yakmak istedi, evde unutmuştu. Ayaklarını iyice sert vurmaya başladı yere, topuklarıyla caddeleri dövdü önce; sonra yavaşladı birden, ayaklarını sürüye sürüye yürümeye başladı. Bir anda gözlerinden çaresizlik yaşları fışkırdı. Yürüdü, yürüdü, yürüdü… Ne yaptığını bilmeden yürüdü, çaresizlikten başka bir şey yoktu aklında. Dampier sahillerine kadar yürümüştü. İnsanların yemek yemeden kırk gün yaşayabileceklerini duymuştu ve bu hâl üzre olan birinin Mauriler’e ait bir kayığın ipini çözüp, kayığı kaçırması işten bile değildi. Tereddüt bile etmedi. Çok sakin çekti kürekleri. Okyanusun soğuk rüzgârları sopasını çıkartıp vurdukça Shane’e ruhunu ve bedenini ayırıyor birbirinden ve onları tartıştırıyordu. Neydi o eksik? Neydi Rebecca ile Shane’i Romeo ile Jüliet yapmayan şey? “Seninle gelmeliydi.” dedi birisi, “Burada yalnızsan, fark etmediyse yokluğunu pek de sevmiyor seni.” İnanacak gibi oldu Shane, fakat ötekisi “Sen onu sevmiyor musun? Ama kaçtın ondan işte.” dedi. Sabaha kadar, hatta öğlene kadar tartıştılar. Şimdi Shane tartışmalardan başı şişmiş; sigarasızlık, uykusuzluk ve açlıktan bitap düşmüş; güneşin altında kavrulmuş, etrafında engin bir mavilik dışında hiçbir şey görmeden kayığa uzanmış, yanmış gözkapakları aralık ufuklara bakıyordu. Belki de kendini kül tablasında yanan bir sigara gibi hissediyordu, yüzündeki tuhaf gülümseme ondandı. Nerede olduğunu bilmiyordu, düşünmüyordu da açıkçası. Yorulmuştu düşünmekten. Böyle düşüncesiz, dalgaların hareketiyle anca kımıldanan cansız bir nesne gibiydi. Nesneler zaten cansızdır. Fakat birisi ona “Aradığın cevap ufuklardadır.” dese kalkıp sonsuza dek kürek çekecekti. Rebecca’nın yanına Rebecca’yı da alıp gitmek istiyordu sadece. İşte Mecnun’un Leyla için çöllere, Shane’in Rebecca için okyanuslara düşme sebebi buydu: ufuklar ve sonsuzluk. Aşkı arayabileceğimiz tek yerdir sonsuzluk sanrıları ve ufuk çizgileri merdiven merdiven iner yüreğimize. Mecnun’un Leyla’sızlıkta sohbetine nail olduğu ceylan, albatroslardır okyanusta. İşte bir albatros geçer gibi olmuştur Shane’in üzerinden.
-Hoooo… dedi Shane, nereye gidiyorsun?
-…….., kayığın ucuna iner gibi oldu albatros.
-Gelirken sigara alırsan her yerinden öperim. X soft. Soft olsun bak, içemem.
Kendisi de biliyordu aslında sigara namına ne olsa içebileceğini.
-……., anlar gibi oldu albatros.
-Bir de çivi, dedi gülümseyerek, kendimi suya çivileyeceğim. Okyanusta tembel gölge olur mu hiç?
-……, güler gibi oldu albatros.
-He, bir de gazete kâğıdı var, dedi ve yine gülümsedi.
-……, sorar gibi oldu albatros.
-Gerisi bende var, düşün susam bile.
Gözleri tekrar doldu Shane’in. Neydi o susam? Romeo ve Jüliet iki düşman aileden olmasına rağmen nasıl bir aşktı onlarınki? Bir anda gözleri parladı ve doğruldu, etrafına baktı. Mavi gök, engin; mavi su, engin; yakıcı bir güneş… Tıpkı çöl gibi… Kayığın öteki ucuna geçti, nasıl olsa yoktu albatros. Hızla çekmeye başladı kürekleri, daha hızlı, daha hızlı. Bulmuştu işte eksik olan şeyi: “rağmen”. Neye “rağmen” seviyordu ki Rebecca’yı? Çok güzeldi, çok iyiydi, akıllıydı, hamarattı ve çok seviyordu Shane’i. “Rağmen”siz bir aşk ne kadar büyük olabilir ki? Şimdi Shane olanca hızıyla, hiçbir “rağmen”i olmamasına “rağmen” büyük bir aşkla Rebecca’ya gidiyordu. Belki de dünyanın en büyük aşkıyla… Belki Rebecca kapıda karşılayacaktı onu, gülümseyerek “Hoş geldin.” diyecekti, “Neredeydin?”. “Sigara içip geldim.” diyecekti Shane ve eskisi gibi yan yana oturacaklardı. Rebecca Shane’in omzuna yaslayacaktı başını. Belki de ağlıyordur Rebecca. O zaman Shane elleriyle siler gözyaşlarını ve doyasıya kucaklar onu. Şimdi albatroslar uçuyordu okyanusun üstünde. Shane belki kavuşmuştu Rebecca’ya. İki yüz elli yıl sonra ise kimse kalmayacaktı Avustralya’da. Ama yine de…
27.IV.2012
VAN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.