- 623 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bitmeli artık bu kaçmaca kovalamacalı zamanlar…
Bu yaşam, tükettiğimiz bir ömür oldu…
Bitmeyesiye gölgelik zamanlarının ardında kalan eskimiş bir beden, yıpranmış bir ruh, vazgeçilemeyen yaşamın içine saklanmış anılar zinciri ve sahipsiz kalmış bir ruh halinin yalnızımsı düşünceleri, vazgeçilemeyen sevdanın tüm güzellikleri ile bedene düşmüş yorgunluklarının ardında kalan bir hiçlikle bitmeli artık bu sevdadan kalan yıkıntıların sabrı…
Yeni bir hayatın örtebileceğini sanmadığım sevinçler bile olsa yeni yaşamda, artık dur denmeli senli geçmiş tüm zamanlara…
Belki çok şey unutulup gidecek, belki tüm izleri donmuş buzlar kapatacak, belki nefes almalardaki heyecanlar tüm geçmişin hırıltılı sayıklamaları yok sayılacak ama bitmeli her şeye rağmen bitebilmeli bu sahipsiz kalmış düşünceler…
Nerelerden nerelere geldik, kendine kaçmakla başlayan bir yaşam kesitinin, bir kovalamacaya dönüşen kaçışlardaki çaresizliğim, yeni hayatıma yol gösterircesine, senden vazgeçişe uzanan bir ışık arayışında…
Düşünüyorum da senden ne zaman vazgeçmeye karar versem, hep sen yeni baştan, yeniden geldin…
Ben sana yeniden gelsem, hep sen gittin…
Çoğu zaman bu gidişler ve dönüşlerden, hep bir çizgide buluşabildiğimiz anlarda, yine başladı acılanmalarım…
Belki de her şeyiyle kar beyazı günlerdi onlar ki bu günlerdeki balçık hayatın arattığı günlerdi onlar…
Tutunamadık bu kopuşlarda, tutsaklık hiç bize yakışmadı, hep koştuk yeni yeni özgürlükleri ararken bu dikenlerin üzerinden…
Hep koştuk, çoğu zaman imkânsızı yaşıyor sandık, çoğu zaman da imkânsızı yaşadık…
Avuçlarımızın içi kan alacası olduğu zamanlarda bile yüzümüzde peydahlandı bu kan alacalığı ama yılmadık ve yılgınlıklarla uğraş verirken güçlendik, daha da bir sıkılıkla tuttuk birbirimizin avuçlarını. Ve de güç verdik olur olmaz zamanlarda içimize düşen kasveti yok ederek…
Şimdi sanki vazgeçilmiş hayatın yollarında dövünüyoruz… Önce birbirimizden kaçtık, sonraları kendimizi kendimizle kaçak yaptık. Çoğu zaman birbirimizi kovaladık, kovalandık birbirimizden saklanarak, hayatı yek düze sarmaladık, çoğu yaşamdaki çok şeyden vazgeçtik, vazgeçtiğimiz her şey, kendimizden parçalarla ayrıldı…
Beldeleri, şehirleri terk ettik, hıncımızı şehrimizden aldık, karabasanlarla yaşadık her gittiğimiz sokaklarda, haram ettik nefesleri kendimize, yine de olmadı, olamadı, döndük geldik çoğu zaman sığınağımıza sığınarak yaşamaya çalışmaya…
Dert derde yamandı, hasret hasrete, öfke öfkeye, çaresizlik, çaresizliklere yamandı, sindik hayatın köşe başlarındaki gölgeliklerine, sen beni, ben seni düşünürken, çoğu zaman ıssızlıkta yürürken, kendi topuk seslerimizden korktuk, her topuk sesinde, birbirimizin ayak sesini özledik durduk…
Yaması çok fazla olan bir hayat bu bizdeki, birbirimize en fazla kızdığımız anlarda bile, içimizden bir ses bizi masumlaştırıp, güldürmeye çalıştı…
Bakışlarımızı bir birimizden en çok kaçırdığımız anlarda bile bir birimizi ölesiye özledik, kendi küllerimizden defalarca yeniden yaşama döndük, döndürüldük biz birbirimizle…
Yazamadığım ne kadar da çok şey var Di’mi sevgili…
Yazamadığımız en güzel şeyler kendimizi çocuklaştırdığımız zamanlar galiba…
Belki de yaşamımızın en çok güzelliklerinin saklandığı, çocuklaştığımız zamanlarda saklı kalacak…
Ve en çok senin bana, benim sana yasaklı olduğumuz kaçaklıklarımız saklı kalacak galiba…
Neyse yine puslu düşüncelerle dolu bir gece ve yine senden vazgeçebilmek için yeniden başlayacağım kaçkınlıklar geliyor an an önüme…
Bu sefer farklı bir gidiş oluyor…
Sarı Kız beni yalnız bırakmıyor. Hangi şarkıyı sevdiğimi çok iyi öğrendi. Defalarca tekrarlatıp duruyor araçtaki CD çalarda… Senin oturduğun yerden bakıyor bana sessizce ve benim durgunlaştığım anlarda o da suskunlaşıyor… Seni anlattım ona, seni… Gözlerini…
Ve de kelimelerini tek tek ezberlettim ona, cümlelerin hâlâ bende saklı, hâlâ tınışız duruyorlar içimde, sadece son mektubunu okuttum ona, anlamadığı yerleri soruyor, boş ver diyorum, “o zamanlar aşıktı” diyorum…
Evet o zamanlar aşıktı, işte her şey burada kilitleniyor, her şeyin bundan sonrası gizem ve karanlık… Kendi payıma kaybettiğim her şey o gizemlerde saklı… Işıklarını söndürdüğün evin içinde gizli, çoğu, çoğu da yaktığın ışıklarla saklandı, tüm yaşamım…
Boş ver, yine puslu düşüncelerle dolu bir gece ve ben yine uzak bir kentin sarı, kavuniçi karışımı ışıkları ile aydınlatılmış bir köşesindeyim…
Önüm yine karanlık, ardım yine gizemli…
Her şeyde yavaş yavaş tükeniyorsun, hem de beni tüketerek…
Boş verilmiş bir yaşam bundan sonraları, kopuk birçok an zamanları, dağınık ve pervasız bir zaman yolculuğu, sanki bunlar…
Kendi kendime kaçaklığı hediye etmiş, sadece kendime kabuk bağlattığım yaralarımla, boşlukların diplerindeki nefes almalar bunlar…
Yarın başka bir gün olacak, belki bu geceden sonra yazmayabilirim sana ama biliyorum ki o an boğulmaya başlayacağım belki de…
Sen avuçlarımda taşıdığım bir kavanozdasın, sanki senli her şey de orada saklı…
Artık yavaş yavaş alıştırıyorum kendimi o kavanozun kırılabileceğine ve işte o an sonsuza susacağım…
Sana demiştim “yaz beni sevgili, beni yaz kaybolmuş bir sevdanın hıçkırık sesleri ile yaz beni” diye… Yazdığını biliyorum, zaten onlarca yıl önce de yazmıştın bu konuyu ama yine yaz beni sevgili, “seni yok etmeye çalışan yüreği” yaz…
Biz aynı sayfalara yazılmış bir yazgının içindeyiz. Mutluluğun çok az olduğu sayfaların içindeyiz. Belki de çektiğimiz acılar bizim birbirimizi unutmamızı engelliyor, engelledikçe unutulmaza doğru uzayan acıların içinde koşuyoruz…
Sahi biz kaç kez mutlu olduk, sevgili, kaç kez? Evet kaç kez?
İşte bu az mutlulukların içinde ben de seni yazıyorum, “unutulmazlıkların içindeki sevgiliyi” yazıyorum. Bakıyorum da kasvetin alıp başını gittiği sayfalara hep düşüyorsun…
Yavaş yavaş öğreniyorum bunca yıl sonra da olsa bir gün teklikteki acıların da unutulamayacağını.
Bana aitliğinle sadece tek bir gün istiyordum senden. Dolu dolu gülebildiğimiz tek bir gün. Ne kadar da büyük bir istekti bu, tam bir koca gün, dolu dolu gülebildiğimiz zamanları istiyordum senden. Olmadı… Olamadı … Yazgının içindeydi bu eksiklik, her dolu dolu olacak gün sandığımız günde hep kesik kesik anlar, dar zamanlara sığmış cümlelerle hayata dair düşler, geleceğe ait özlem yüklü istekler, alıp başımızı her şeyi ardımızda bırakarak uzaklara gitmeler, uzaklar içinde pervasız düşler, başıboş dolaşmalar, Akdeniz’in köpüklü sularında sörf yapmalar, güneşin altında derilerimiz yanıncaya kadar fütursuz anları yaşamaktı belki de en çok istediğimiz. Olmadı… Olsa bile doyurucu olamadı, şarkıların içinde pervasız kalamadık hiçbir zaman, her şarkının tınısı vurgundu bedenimizde, çoğu kez gözyaşlarımızı sakladık birbirimizden, mutlu görünmek için gülümsedik, gizliden gizliye… Çoğu zaman ışıltılı Otaban çizgilerine yükledik hayâllerimizi, ertelediğimiz isteklerimizi, oluruna bıraktığımız bir yaşamın iskeletine tutunmuştuk sanki ve her defasında yüreğimizi elimize alıp başka bir şehrin kuytularına attık kendimizi. Belki de farkında değildik geçen zamanlarla kendi yaşamımızı tüketiyorduk, çok çabuk geçen an zamanlarını heba ederken de geleceğimizi boşluğa attığımızı hiç bilemedik…
Yazdıklarını okuyorum zaman zaman geriye dönüş an zamanlarını yaşıyorum. Senin gözyaşını saklayarak akıttığın cümleler bende damlalarla gözyaşına dönüşüyor…
Telafisi olmayan zamanlardı onlar, satın alınamayacak zamanlardı, hataların diz boyu gömüldüğü zamanlardı onlar…
Evet sevgili, artık her şey oluruna bıraktığımız bir akar suda gözümüzün önünden uzaklaşıyor. Artık dövünmelerin faydasının olmadığı zamanlara gömülüyoruz…
Her şey buraya kadardı belki buraya kadar…
Bundan sonrası puslu gecelerde anı gömütlerinde yaşayacak…
Senli bir bedeldi artık bundan sonraki yaşamın içinde sörf yapmam…
Uzanmışım artık kalabalıklarımın içindeki koyu bir yalnızlığa…
Tüm düşlerin kaybolduğu puslu gecede rüzgârın çarpıntıları ile sessizliğin ürpertici bir boyuta ulaştığı gecede, kayıplıklarda kalan çoğu düşüncelerin baskısını yüreğimde gizlemeye çalışırken, derinden gelen bir şarkının tınısı ile irkilerek, şarkının tek cümlesinde, tekrar tekrar vurgun yiyorum “senin olmaya geldim” diyor yankılanan sesle, tekrar irkiliyorum…
Ardına takılıyorum o cümlenin, kısık kısık mırıldanarak…
Zorlamasına geçiştirdiğim anlar kayboluyor gecenin pusunda…
Bilmem kaçıncı defadır tekrar ediyorum bu cümleyi ama biliyordum, öğrenmiştim çünkü…
Hiçbir kaçış, hiçbir kaçaklık, beni sana, seni bana getirmeyecekti…
Biliyorum ama bildiğim tek şey daha vardı, sevgi, diz çökenleri sevmezdi…
Sadece iki kişilik bir yaşamdı bu sevdanın kahramanlarında, sadece ikili bir sevme serüveniydi bu bitemeyesiye uzayan, sadece biz sanmıştık bu yaşamdaki zamanları severek yaşayan, sadece bir tutkuydu sanki kopulamayan unutulası bir yaşama atıldık belki de bu sonsuz sandığımız zamanlardaki yorgunluklarla…
Uyuşmuş kollarımızı beyhude sallarken, geriye kalan hüsran bakışlarda da sadece kendimizin sandık bu yorgun gözlerden düşenleri.
Vazgeçtikçe vaz geçtik kendimizi boşluğa atarken bu çıkmazlarda dolanmalardan. Oysa unutulası bir sevda değildi yaşama soktuğumuz. Şimdilerde ise, kahır düşlerine sahip olmaktan başka elimizde kalan ne oldu?
Yaşamın içindeydi mavinin arda kalanları, bir yaşamdı beklenen hep, ölümden ziyade, sadece umudun diz çöküşüydü gözlerine düşen karartı, beklemeyi öğrettiler sonra da büyümeyi, ulaşmayı hedefin son noktasına kelimelerle yaptığı cümlelerin üstüne basa basa ve bir vuslatı tanıdılar ki içleri doldu beklenmeyenlerle...
Sadece yalnızlık, sadece yorgun gözlerle bakışlardı kalan.
Bu şehirde de yalnızsan, bir de suskunlaşıp ıssızlaşırsan benliğinde, küflenecek ve de çökeceksin demektir…
Mustafa yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.