“BOZKIRIN TEZENESİ” SUSTU!
“BOZKIRIN TEZENESİ” SUSTU!
Onu ilk defa dinlediğimde, “Müzik Dünyası”nda aradığım adam işte bu! demiştim. O an da çocukluk ruhumda, ne fırtınalar estiğini ve ne tufanlar koptuğunu hâlâ unutamıyorum.
1968’lerdeydi ve mevsim sonbahar yörüngesindeydi. Benden hayli büyük olan amcamın oğlu ile tarlamıza ekin sulamaya gittiğimizde, saatine bakarak bana; “Birazdan Neşet Ertaş’tan türküler başlayacak. Keşke bir radyo olsa da dinlesek!” demişti. Kendisi, “büyük usta”nın piyasaya yeni çıktığı sıralarda; köyün kahvehanesinde aynı gün ve aynı saatte sürekli dinliyormuş türkülerini.
Köyümüz, söz konusu yıllarda radyo ile daha yeni yeni tanışmaktaydı ve radyoya sahip kişiler; ancak bir elin parmakları kadardı. Rahmetli halam da bunlardan biriydi keza.
Ben, şayet halamın görmez tarafına denk pencereden alabilirsem; radyosunu gidip getirebileceğimi söyledim. Amcaoğlu; “Git ama sanırım yetişemezsin, on dakika gibi az bir zaman kaldı!” deyince, tabana kuvvet uçarcasına yirmi dakikalık mesafeyi beş dakikaya sığdırdım ve radyoyu gizlice aldım yerinden… Tarlaya kavuştuğumda; “Neşet Ertaş’tan Türküler” programı henüz başlamış bulunuyordu. Oturup nefes nefese dinlerken, kendimden geçmiştim adeta! Çünkü bu ses, benim kulağımda yer edinen bambaşka bir sesti ve bambaşka bir “resital”di doğrusu. Tok ve koygunluk içeren bir “armoni” yoğunluğunda; oldukça ahenkli, oldukça derinden söyleyiş tarzındaydı nitekim.
“Zülüf dökülmüş yüze/
Kaşlar yakışmış göze/
Usandım ben canımdan/
Gurbette geze geze” biçimli ağırdan havalandırmaya başlarken; sesteki ve sazdaki paralelliği kavramakta gecikmemiştim. Ne kadar yalın ve doyurucu bir ses ve ne kadar özgün bir söyleyiş tarzıydı bu!..
Daha sonraları kapımızın önüne bir kış boyu park edilen kamyonun aküsünü de, radyosundan sırf Neşet’i dinleye dinleye bitirmiştim o sene.
Deyim yerindeyse, bir numaralı Neşet Ertaş hayranı olup çıkmıştım. Ve hâlâ da kesintisiz dinlemekteydim. Ancak büyük ustanın ölümü, beni ziyadesiyle sarsmış vaziyette! Bir haftadan beri içime doğmuştu öleceği! Yalnızlığımı, türküleriyle paylaşmaya çalıştığım bu büyük ustayı, öyle kolay kolay unutacağımı zannetmiyorum. Zira onu dinlemek bana yetiyordu. Dinlerken, dinleniyor ve her seferinde deşarj oluyordum.
Bilmiyorum ya, nam-ı diğer “Bozkırın Tezenesi” dururken; başka seslerin hissimi uyandırdığını pek de söyleyemem. Diğerleri teferruattı benim için… Ve zaten birçokları, onun mukallidi değil miydi ki?!.
En güzel sevda ve gurbet türkülerini, hasretlik ve ayrılık ezgilerini ve bahusus; yoksullukla ölüm nağmelerini o seslendirmişti.
Özelliği, sadece saz çalıp türkü söylemekle mi sınırlıydı? Elbette ki hayır! Ya mütevazılığı…
Hani, “Üzerine yılan atsan seslenmez!” derler ya!.. Gerçektende öyleydi Neşet Ertaş… Lifleri alınmış ve sinir uçları “nötr”leşmiş gibiydi. Zahiren gurur ve kibirden arınmış bir görünümdeydi. Gerçi Anadolu Abdallarının yaşam biçimleri iyi incelendiğinde; yapısal özelliklerinin, genelde bu minval üzere olduğunu müşahede etmek mümkündür.
Teslimiyetçi bir ruhla kanaatkâr tavırları, bu yapısal özelliklerinin bariz göstergesidir. En basit ifadeyle hiçbir zaman; gerek devletine, gerek aynileştiği milletine, gerekse ekmek yediği tekneye asla ihanet etmemişlerdir. Daima, toplum mozaiğinin bir parçası ve bir deseni olarak kalmayı yeğlemişlerdir.
Milyonların gönlünde yurt edinen Neşet Ertaş, işte bu gelenekten gelen önemli bir şahsiyettir. Hiçbir özelliği olmayan bir takım sanatçı müsvettelerinin, havasından ve şımarıklığından ötürü önlerinden geçilmezken, o; sanatının doruk noktasında bile ne bir havaya, ne bir zehaba ve ne de bir iğvaya kapılmıştır. Hatta konuşurken, çalıp söylerken dahi; o kendine özgü Anadolu lehçesindeki “sentaks”ını değiştirmemiştir.
“Gönül” demez, Latince de karşılığı olmayan ve Osmanlıcadaki imlâ kuralına uygun düşen bu kelimeyi; “sağır kef” diye bilinen harfle genizden telaffuz ederdi. Avrupa görmüşlüğüne rağmen, imrek değildi, neyse oydu kısaca…
Dik duruşuyla “Devlet Sanatçısı” takdimli, bir uyduruk unvana dönüp bakmadı. Halkın gözünde ve gönlünde büyük bir “Halk Sanatçısı”ydı zaten. Dolayısıyla “Bozkırın Tezenesi” şeklindeki unvanı, halk tarafından verilmiş en büyük nişaneydi.
Ayrıca Kırşehir’in medar-ı iftiharıydı Ve tabii ki Ülkemizin de… Bildiğim kadarıyla Kırşehir halkı; baba Muharrem Usta’yla oğul Neşet Ertaş’a, asla vefasızlık yapmadı. İsimlerini; parklarda, bahçelerde, cadde ve sokaklarda abideleştirdiklerine bizzat tanığım. Bundan sonra da, aynı vefayı sergileyeceklerine inanıyorum. Belki de bir “Neşet Ertaş enstitüsü” kurulması yönünde çalışacaklardır.
“Fânî”liğini sürekli gündemde tutan büyük ozan’a, Cenab-ı Allah’tan rahmet ve mağfiret diliyorum. Bedenen aramızdan ayrılsa da, türküleriye gönlümüzde daima yaşayacaktır.
Ruhu şad olsun...
Ahmet Süreyya DURNA
ELVEDA
Seve seve, bile bile aşk elinden içtik zehri,
Bu kıyıdan o kıyıya geçtik netameli nehri.
Yolcu yolunda gerekir, anlaşıldı vakit tamam;
İşte geldik gidiyoruz, şen olasın Halep şehri.
A.S.D
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.