- 825 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Hüda'nın Parmaklarının Dokunduğu Yer- 1.Bölüm
“Öyle zamanlar olur ki insan, ziftin üzerine dökülen çakıl taşlarından oluşan şoseye ulaşmakta arar özgürlüğü. Belki de geleceği belirsiz yöne doğru kaçıştır bu geçmişinden. Oysa sürprizlerle dolu hayat, gerçekten onu geçmişinden kurtaracak mı yoksa geçmişi yakasına karasakız gibi yapıştıracak mı, bunu öngörebilmektir zor olan.”
Sabahın ilk güneşi iki basma perdenin arasından yattıkları odanın ortasındaki halının tam göbeğine düştüğü zaman, Halil ile Tombul Cevriye’nin çoktan buğday tarlasına gittiklerini anlamıştı Hülya. Önce yorganın üzerinde yatmakta olan Boncuk isimli sarı kediye özenircesine uzun uzun gerneşti. Gözlerinin üzerine dökülen buğday sarısı saçlarını arkaya attı, tam gözlerini ovuşturacaktı ki, sağ gözünün üstündeki ağrılarla toparlanıp yatağın üzerine oturdu aniden. Bir müddet öyle kaldıktan sonra, elini, yanında yatmakta olan Huda’nın altına doğru uzatınca sıcak bir ıslaklık hissetti. Yine yapmıştı yapacağını Huda. Oysa yaşıtları çoktan bırakmıştı altını ıslatmayı. Eğildi, tam da burnunun ucuna bir öpücük konduruyordu ki, uyandı.
—Anne, ibrikten üzerime su dökmüş birisi.
—Kim dökmüş acaba? Kesin sarı boncuktur. Tamam, yavrum değiştiririm şimdi üzerini.
Önce giysilerini değiştirip avluya saldı Huda’yı. Eline yüzüne çaldığı suyla ıslanan yüzünü, çeyizinden kalma işlemeli pembe havluyla kuruladı. Sonra hazırladığı düğü çorbasını içtiler Huda ile birlikte. Huda yarım bıraktığı oyununu tamamlamak üzere tekrar koştu avluya. Yeniden sarılıp oynaştılar Bulut adlı köpeği ile. Kangal kırmasıydı Bulut. İyi bir çoban köpeği olacaktı büyüyünce. Kulaklarının hassaslığı ve gözünün karalığından belliydi.
Hülya da çimen yeşili renkli, kırmızı çiçeklerle süslü çeyiz sandığını açtı. Çamaşırlarını, çoraplarını, lazım olacak diğer giysilerini, bir de çıkında sakladığı kâğıt ve metal paralarını oymalı tahta bavuluna yerleştirdi. Birkaç temiz giysi de Huda için aldı, bavula yerleştirdi acele ile.
Evin eski ahşap kapısının demir sürgüsünü yavaşça açıp, kafasını dışarı çıkardı şöyle etrafı kolaçan etti. Komşu evlerdeki ölü sessizliğini, ahşap kapının hüzünlü sesi bozmuştu…
Halil’in babası Abdullah hasta yatağında bu sesleri duyacak halde değildi. Evin dış kapısındaki Hülya geriye dönüp, onun yattığı odasının kapı aralığından baktı, horul horul uyuyordu adamcağız. Gerçi uyansa ne olacaktı ki. Ne ayağa kalkabilecek ne de kimseye haber verecek halde değildi. Üç yıldır aynı yatakta idi zavallı adam. Allah kimseye yatak eziyeti çektirmesin. Gerçi yaşı kemale ermişti fakat çekene de bakana da çok zordu bu durum. Tombul Cevriye’nin çenesiydi bu adamı yataklara düşüren. Bir de bitmeyen evlat hasreti.
Annesinin elinden tutan Huda, ne için ve nereye gittiğini bilmeden, babası Halil’in telefon tellerinden yaptığı oyuncak arabası ile peşine düştü Hülya’nın.
Varlık içindeki bir kapıdan, ana evindeki yoksulluğa kaçışın, insan yüreğini bu kadar rahatlatacağını onun yaşadıklarını yaşamayan hiç kimse tahmin edemezdi…
Bir elinde tahta bavulu bir elinde Hüda, hızlı adımlarla, hiç arkasına bakmadan, düğün dernek geldiği köyden kaçarak uzaklaşmak istiyordu bir an önce.
Köye yaklaşık dört kilometre uzaklıktaki papur dedikleri şoseye ulaşmak zorunda idi. Bunun için köy yolunu kullanamazdı. Zira her an tanıdık birileri görür, haber verebilecekleri Halil’de her an arkalarından yetişebilirdi. Halil’in yetişmesi Hülya için hiç de iyi olmazdı. Kafasına koymuştu bir kez Bedirkale ile Karkın arasındaki dereleri geçecek, çalıları dolaşacak, papur dediği şoseye öyle ulaşacaktı. Şoseye vardığında gerisi kolaydı… Yol belki biraz çetindi ama başka yapılacak bir şey yoktu.
Kesin kararını vermişti Hülya. Hüda’nın elinden tutup yüzünü bir kez boztepelere dönmüştü. Dönüşü yoktu bu yolun. Anız tarlalarındaki calazların üzerinde hışırtılar çıkararak yürüyorlardı Huda ile birlikte. Tarlaların sınırlarından geçerken Hüda mor mavi karışımı öküz boncuğu çiçeklerini toplamak istiyor, annesi ise onu habire çekiştiriyordu. Yine de birkaç tane öküz boncuğu ile kıpkırmızı gelincik çiçeklerinden koparmayı başarmıştı.
—Anne bunları kulaklarıma takar mısın? Al bu da senin olsun, saçlarına tak!
Hülya, Hüda’nın elinden alıp kokladı, öküz boncuğu çiçeklerini Hüda’nın kulaklarına taktı. Kırmızı gelincik çiçeklerinden bir tanesini de Huda’nın ısrarlarına dayanamayıp kendi buğday sarısı saçları ile pembe tülbendi arasına taktı, hızlı adımlarla yürümeye devam ettiler.
Anne oğul birlikte Arap köyünün ilerisindeki köm söğütlere ulaşmışlardı. Normal zaman olsa söğütlerin gölgesinde biraz dinlenir, soluklanır öyle devam ederlerdi yollarına. Ama bekleyemezlerdi, bir an önce gitmek gerekliydi, ulaşmak gerekliydi. Daha Bedirkale geçilecek, Karkın’a doğru tepelere tırmanılacak, öyle ulaşabileceklerdi papur dedikleri şoseye…
Cemal EROĞLU
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.