Roman Denemesi-6
Roman deneyimimin 6. Bölümüdür. Lütfen ilk önce başlangıç bölümünü okuyup sonra buna devam edin. Yorumlarınızı bekliyorum.. Gelen bazı eleştiriler sonrası Başlangıç Bölümünü biraz değiştirdim. Daha değişik ve yormayan bir başlangıç yaptım. Yeni başlangıç bölümünü okumak isteyenler mesaj atsın :) şimdiden çok teşekkürler..
7.BÖLÜM
Odayı detaylıca inceliyorum. Duvarlar yeni boyanmış olmalı. Restore edilmiş gibi bir havası var. Muhtara ait bir masa var. Masanın karşısında karşılıklı oturulacak şekilde yerleştirilmiş dört sandalye var. Masanın başında oldukça büyük, tek kişilik bir koltuk.. Koltuğun dayandığı duvarın üstünde Atatürk ve Türk Bayrağı resimleri olmak üzere iki tablo var. Yan duvarlara bordo kumaş çekilmiş kare şeklinde panoları fark ediyorum. Panoda bir kağıt asılı. Kağıtta maddeler halinde bir şeyler yazıyor ama tam okuyamıyorum. Bir köy muhtarlığı için fazla büyük geliyor bana oda. Açıkcası daha mütevazı; daha ufak tefek, tek odalı bir bina bekliyordum.
-Burayı bulmamız biraz uğraştırdı muhtarım, diye lafa giriyor Gökhan.
-Niye ki Memur Bey?
-Bize verilen adreste ‘jandarma yanı’ yazıyordu.
-Eskiden orası muhtarlık burası belediyeydi Memur Bey. Ama on sene önceki seçimlerden sonra belediye kapatılınca bu bina boş kaldı. İlk önce okula gelen öğretmenlere lojman olarak kullandık. Ama eski bina diye istemediler. Daha sonra kendim satın aldım. Dükkanımı ve muhtarlığı buraya taşıdım. Ama bazı adreslerde muhtarlık hala jandarmanın yanında gösterilir.
-Yani burası Belediye Binasıydı, diye giriyorum konuşmaya.
-Aynen öyle Polis Bey, diyor.
Evet şimdi anlıyorum muhtarlığın neden bu kadar büyük olduğunu. Ama aklıma takılan bir soru var. Bize en üst katta kendinin kaldığını söylemiyor. Gözlerine bakıyorum. Bir şeyler sakladığı kesin.
-Üçüncü kat, diyorum. Orada siz kalıyormuşsunuz.
Gözlerimle süzüyorum. Morali bozuluyor:
-Kiraya vermeye çalıştım Polis Bey. Ama ‘Eski binadır, yıkılır’ dendi kimse almadı. E boş mu kalsın? Baktım olmuyor bende evi taşıdım.
-Peki muhtarım. Şimdi asıl konumuza gelelim.
“Cinayetler?” diye mırıldanıyor. Durumdan hoşnutsuz olduğu çok açık.
-Evet Mahmut Bey. Öldürülen isimleri tanıyor muydunuz? Kimlerdir, nerelerde takılır, kimlerle görüşürlerdi; düşmanı, kan davalısı olan var mıydı?
Biraz düşündükten sonra cevap veriyor muhtar:
-Yok burada kan davası falan olmaz Polis Bey. Evet dördünü de tanırdım. Hatta Vedat öldürülürken ben de oradaydım. Ama nasıl oldu, katil kimdir bilmem. Kimsenin de günahını almaya niyetim yok.
-Tamam muhtar. Şu öldürülenler hakkında bilgi ver artık?
Birden yüzü ekşiyor. Gözlerinde bir anı canlandırıyor sanki:
-Ömer. Koca Ömer. Az evvel onun cenazesinden geldik. Zamanında ağa sayılırdı. Köyün yarısı onundu. Şimdi üç beş kişi gömdü. Hayat işte ‘Mal yalan mülk yalan; biraz da sen oyalan.’
Biraz durakladıktan sonra devam ediyor:
-Vedat. Çok iyi bir çocuktu kimi kimsesi yoktu. Benim evde de kalmışlığı vardır. Ne oldu bilmem. Son günlerde selam bile vermedi. Sanki hepimizden nefret ediyordu.
-Size kızmış olmasın?
- Tek bana değil ki! Herkese karşı böyleydi. İnsanlara karşı çok kinliydi sanki. Kendine bile. Öyle ki gözümün önünde kendini öldürmeye kalkıştı. İntihar mı etti öldürüldü mü bilmem ama ben onun elinde bir silah gördüm.
-Efe peki?
Ben konuşma yaparken Gökhan da söylenenleri tek tek not ediyordu.
-Efee. O çok değişikti Polis Bey. Deli Efe. Babası askerdi. Doğu’da terörde şehit düştü. Olan bu yetime oldu. Dağ eteğinde tek odalı evleri vardı. Anasıyla beş yıl yaşadı. Kendini okumaya mı vermiş dendi. Sabah akşam okuyormuş. Geçen yıl anasını da kaybetti. Zaten babası öldükten sonra kafayı sıyırmıştı. Hepten delirdi tek başına. Onun yakın bir arkadaşı var; Yiğit. Onunla kalmaya başladı. Evden çıkmazlardı pek. Bazen bahçede çalışırlardı. Zaten Yiğit İstanbul’da okula giderdi arada.
İyi bir bilgi yakaladık. Kimmiş bu yiğit neyin nesiymiş araştırmak gerek.
-Peki şuan burada mı bu Yiğit?
-En yakın arkadaşının cenazesine gelmiştir her halde, diye lafa giriyor Gökhan.
-Burada burada. Dün pazarda gördüm.
-Tamam şu kağıda adresini yaz muhtar, diyor Gökhan.
Eli ne kalemi alıyor muhtar. Kağıda birkaç harf yazdıktan sonra kalemin ucunu, ağzına götürüp, ıslatıyor. Şimdi daha rahat yazıyor olmalı ki hareketini tekrarlamıyor. Kağıdı Gökhan’a uzatırken ben devam ediyorum:
-Ya Alim? O nasıl biriydi, kimlerle takılırdı?
-Bırak uğursuz Alim işte, diye gürlüyor birden muhtar. Kendisi gibi huysuz, bir eşeğinden başka varlığı yoktu. Herkesle kavgalı, herkese laf atan asabi adamın tekiydi Polis Bey. Kim neyi için öldürdü bilmem, zaten o kafayla kendini öldürtecek belayı bulmuştur o, ama kim yaptıysa.. Açtırma ağzımı benim memurum!
Muhtarın sakinleşmesi için biraz duraksıyorum:
-Tamam muhtar. Bize Vedat’ın adresini de ver. Artık göreve başlayalım.
Cevap vermek yerine bir kağıda adres yazmayı tercih ediyor muhtar. Kağıdı bana uzatıyor ama Gökhan uzanıp kağıdı muhtardan alıyor ve ajandasına katıyor. Oda da son kes göz dolaştırdıktan sonra ayağa kalkıyorum:
-Sağ ol muhtar. Yine görüşmek üzere
Uzattığım eli sıkıyor. Üç gün önceki yarasından eser yok elinde:
-Kolay gele
Gözlerimi panodaki maddelerden alıp arkamda kalan kapıya doğru yürüyorum. Gökhan hala sandalyesinde, aldığı notların yanlarına adres kağıtlarını koyuyor. Ajandayı güzelce kapıyor. Ayağa kalkarken:
-Muhtar Bey, diyor.
Sesinde biraz alaycı tını seziyorum. Ayağa kalkınca devam ediyor:
-Biz odaya gelirken biriyle mi konuşuyordun?
Aslanım Gökhan. Nasıl unutmuşum bunu, artık yaşlanıyor muyum ne? Gözlerimi hesap sorarcasına muhtara dikiyorum. Rahatsız olduğu apaçık. Adeta aklından yalanları seçiyor.
-Şey. Evet, diyor en sonunda muhtar. Zaman kazanmak için duraksıyor. Sonra devam ediyor; Kaymakam Bey’i aradım. ‘Kutlamalar için hiçbir engel yok’ dedim. O da bugün bir komiser yolladığını ve gelen rapora göre hareket edeceğini söyledi.
Bir suç işlemiş ve itiraf eden çocuk gibi göz ucuyla bakıyor bize. Yüzünü inceliyorum. Doğruyu söylüyor gibi ya da çok iyi bir yalancı:
-Tamam muhtar görüşmek üzere, deyip açıyorum kapıyı. “Allah’a emanet olun!” diyor arkamızdan. Gökhan’la merdivenleri hızlı hızlı iniyoruz. Gökhan da muhtarın söylediklerini mantıklı bulunca iyice kafası karışmışa benziyor. Aklındaki denklemlerle boğuştuğuna eminim. Binanın hemen yanından yukarıya çıkan yola park ettiğimiz aracımıza varıyoruz. Gökhan kilitleri açıyor. İkimiz de koltuğa yerleşiyoruz. Sağ elinde taşıdığı ajandayı direksiyona yaslıyor. Ve gözlerini sayfadan ayırmadan benimle konuşuyor:
-Vedat Uzun; Kendi halinde bir köylü. Son zamanlarda aksileşmeye başlıyor. (Kafasını geri iterek muhtarın yazısını okumaya çalışıyor) Celal Paşa Sokak’ta, eski değirmenin yanında iki katlı bir binada oturuyormuş. ‘Meydanın solundan devam et’ demiş. Araştırmaya buradan başlayalım mı Başkomiserim?
Az düşünüyorum. Evet Vedat ‘tan da başlayabiliriz.
-Olur, diyorum
El frenini kaldırıp arabayı birinci vitese alıyor Gökhan. Ayağını yavaşça frenden çekerek arabayı salıyor. Direksiyonu sola kırınca eski belediye binasını arkamızda kaldı. Az sonra meydana tekrar vardık. Çeşmenin önüne geçmeden, meydandan sağa döndüğümüzde, bizi yine hafiften bir yokuş karşılıyor. Yokuşu aşınca asfalt yerini toprağa bırakıyor. Solumuzda yer yer evler geliyor. Sağ tarafımız ise dağın eteği. Dağ yol için yarılmış ve üç dört metrelik topraktan duvar haline getirilmiş. Duvarın üstünden dağ; zeytin ağaçlarıyla, çimenleriyle tekrar devam ediyor.. üç yüz metre kadar ilerledikten sonra sol tarafa geniş bir yol giriyor. Yolun ucunda eski taştan bir değirmen. Gökhan direksiyonu sola kırıp sokağa giriyor. Bu sefer sağ tarafımızda da binalar oluşmaya başlıyor. Az daha sonra arabayı yol kenarına park ediyoruz. Arabadan iniyoruz. Vedat’ın evinin karşısındaki ev sahibi kapı önüne plastik bir sandalye koymuş. Elinde bir bulmaca eki, çoğu boş. Ona baka baka eve doğru ilerliyorum. Değirmenin yapıldığı duvarın sonundaki kapıyı çalıyorum. Arkamdan “Uyuyordur” diye bir ses geliyor. Dönüp bakınca bulmaca çözen adamla karşılaşıyorum:
-Bu saatlerde uyur Eren abi. Siz kimsiniz?
Yanlış eve geldiğimizi düşünüyorum. Gökhan’a bakıyorum, “Adres burası Başkomiserim” diyecek gibi bakıyor.
-Yanlış geldik galiba, diyorum; Vedat Uzun’un evini aryorduk.
Elini köyün en ucunu gösterecek kadar kaldırıyor:
-Onun evi oradadır bak, diyor alaycı bir tavırla; Köyün girişinde.
Mezarlığı belirttiğini anlıyorum. Hafiften gülümsedikten sonra:
-Ama ölmeden önce burada oturulduğu söylendi.
-Evet öyleydi.
-Kiminle kalırdı Vedat; ailesi, karısı, annesi var mıydı?
Gazetesini katlayıp yanındaki tabureye koyuyor. Gözlüğünü çıkarıp cevap veriyor:
-Şehirden bir avrat buldu. Evlendiler. Kadın iblis çıktı. Her günü haram etti Vedat’a. Her şeyi istedi. Burayı sevmedi, şehre taşındılar. Vedat bir yıl sonra boşanıp geri geldi. Bir daha da evlenmedi. Anasıyla babası o küçükken öldü. Amcasıyla kalırdı burada. Eren abi sağ olsun açıkta bırakmadı yeğenini. Yedirdi, giydirdi. Ne yalan söyleyeyim Vedat da hakkını verirdi. Eren abi pazarcıydı. Zeytincilik yapar pazarda satardı. Vedat hemen her işini hallederdi Eren abinin. Sabahın köründe kalkıp komşu köylere, şehirlere pazar açmaya gider; Kışları dağa zeytine giderdi. İyi çocuktu, Allah mekanını cennet etsin.
-Son günlerde değişikmiş Vedat?, diyorum.
Adamın da canı sıkılıyor. Yanındaki tabureyi gösteriyor. Oturuyorum. “Elvan çay koy misafirlere” diye bağırıyor içerideki karısına. Sonra bana dönüyor:
-Sen polis misin?
-Evet. Başkomiser Harun.
-Tamam kardeşim. Ben de Nusret. Bu köyde geçti ömrüm. Buradan dışarıya çıkmadım.
Tamam işte. Tam da bize lazım olan kişi.
-Vedat diyorduk, son günlerdeki sinirinin nedenini biliyorsun sanırım?
-Biliyorum Harun. Olay on yıl öncesine dayanıyor. Vedat daha gençti. Delikanlıydı. (Bir isim düşünüyor. Aklına gelmiyor) iktidar olan partinin üyesiydi. Bayağı da girişken biriydi. Her yere afiş asar, kahvelere gelir halkla konuşurdu. Ali Bey vardır. Eski bilmem ne başkanı. Belediye Başkanlığına adaydı. Köylü onu çoktan başkan seçmişti. Vedat’ın kendisi hakkında yalan yanlış konuştuğunu duymuş. Biraz atıştılar. Seçim günü Ali Başkan seçildi. Ama devlet bu sefer bir oyun yapıp köyün belediyeliğini kapattı. İşte Vedat son zamanlarda her yerde iş arıyordu. Belediyelere başvuruyordu ama hep onaylanmıyordu. Bir gün şehre kaymakamla konuşmaya gitti. Geri bir geldi sinirden patlayacak. Meğerse Kaymakam, Ali Bey’miş. Bana da Eren abi anlatmıştı. İşte üç gün sonra da öldü zaten.
Anlatılanlar öyle dikkatimi çekiyor ki, bir an düşüncelerimle kalıyorum. Düşünüyorum; Ali Bey’in duygusallığını, olabilme olasılığını. Tam bu sırada Nusret’in eşi çayları getiriyor ve kafamdaki düşünceler dağılıyor. Çayı alıyorum bir kaşık şeker katıp karıştırıyorum.
-Peki Eren nasıl şimdi?
Saatime bakıyorum. Akşam, sekize çeyrek var. E bu kadar da erken uyulur mu? Hava daha alacakaranlık. Düşüncelerim Nusret de duyuyor sanki:
-Sabah erken kalkıyor Eren abi. Hatta gece kalkıyor. Uzak pazarlara gittiği oluyor. Geleli daha yarım saat oldu. Gelir gelmez uyuyor hep.
-Ama uyandırmamız gerek, diyorum emin bir ses tonuyla.
-Siz bilirsiniz işiniz aceleyse uyandırın. Ama önce çaylarınızı için.
Çayı unutmuşum. Birkaç yudum alıyorum arka arkaya. Biraz soğumuş ama tadı güzel. Gökhan arabaya yaslanmış ajandasına harıl harıl notları kaydediyor. Kafasındaki çözümleme de çıkmazda olduğu kesin. Muhtarın söylediklerinden sonra kaymakama duyulan şüphe epey azalmıştı ama yine bir numaralı şüpheli konumuna geçti.
Kalkıyorum:
-Verdiğin bilgiler çok yardımcı olacak. Çay için çok teşekkürler. Şimdi görevimize devam etmeliyiz.
-Ne demek. Sorun olursa haber verin
Gülümsüyorum. Tekrar büyük ahşap kapıya doğru ilerliyorum. Kapıyı açmanın yollarını arıyorum. Kapı iki gövdeden yapılmış. Biri kazıkla sabitleştirilmiş. Diğer gövdede bir kol var ama açmak için değil. Kalın, otuz santim bir demir parçası, kapıdan boydan boya uzandırılmış. Demirden tutup kapıyı kendime çekiyorum. Diğer gövdeyle aralık oluşuyor. Ve aralıktan uzanan ipi asılıyorum. İpe bağlı olan tahta parçası iki gövde arasından çekiliyor ve kapı açılıyor. “Katil pek zorlanmamıştır cinayetlerde” diye düşünüyorum. Taştan yapılmış, dar ama uzun bir yol karşılamakta bizi. Yol kenarları çiçeklerle süslenmiş. Çiçekler ilerleyerek bir bahçeye kavuşuyor. Bahçenin en ucunda büyük bir erik ağacı var. Gözümü çiçeklerden alıp yolu takip ediyorum. Bir odaya varıyor. Odanın kapısına varıyoruz. Bir ses geliyor. Belirli aralıklarla gelen baltayla sert bir yere vurmayı andıran seslere “ahht” sesleri de karışıyor. Gökhan’a dönüyorum. O da sesleri duyuyor. Eren’in bu saatte uyuması gerekmiyor mu?
Belimden silahı alıyorum. Sırtımı duvara yaslayarak ilerliyorum sol tarafa, evin arkasına doğru. Sesler netleşiyor. Silaha kurşun veriyorum. Ses çıkarmayacak şekilde evin en ucuna kadar ilerliyorum. Vücudumu bozmadan kafamı ileri itiyorum. Evin arkasını izliyorum. Bir adam var. Kazı yapıyor. Kafamı çekip Gökhan’a seslerin oradan geldiğini belirtiyorum. Her ihtimale karşı silahı bırakmıyorum. Sesler duruyor. Kafamı bir daha ittiğimde, beyaz sakallarıyla birini yanımda görüyorum. Korkudan silahı ona yöneltiyorum aniden:
-Kimsin!
Gayet sakin karşılıyor beni. Önce silahımın ucuna bakıyor. Sonra silahın gövdesini takip ediyor gözleri. Bedenimi inceleyip suratıma bakıyor. Sevecen bir tavırla gülümsüyor:
-Hoş geldiniz.