ADI KONMAMIŞ BİR YAZI
Öyle anlar gelir ki bazen, AŞK yanlış ve yasak yerlere eker kendisini… Kimini alıp bir uçurumun dibine doğru fırlatırken, kimisi kendiliğinden takılır rüzgârın savurduğu bir yöne… Birileri kurumuş bir çiçek misali suya hasret tükenirken, birileri de suyu çekilmiş bir göl gibi çaresizce kalakalır ortada…
Yanlış yerde, yanlış insanla, yanlış zamanda… Hiç fark etmez aslında, işin içinde bir yanlışlık varsa eğer, gerisi zaten bahaneden ibarettir… Aşk bir kere sinsice gelip yerleşmiştir o savunmasız yüreğe, ruh o güne kadar tanımadığı bir kimliğe bürünmekle uğraşırken, ne benlik kalmıştır orta yerde ne de değer yargıları…
Duygu ve mantık ikilisi, içinden çıkılmaz bir kargaşanın peşine takılıp, el birliğiyle aklı işlem görmez hale getirmiştir. Ne savaşlardan başarıyla yakasını sıyıran bu insan aklı, son savaşında kalbe yenik düşmüştür… Ruhun hâkimiyetine giren beden, yanlış adrese çoktan yönelmiştir zaten…
İşte tam da böyle bir ruh halindeyken, bir de o anı yaşamak ağır gelir insana…
“O an”
Hani bütün vücut faaliyetlerinin biyolojiye inat kilitlenmesi ya da hayat hikâyenin gözünün önünden geçmesi gibi bir şey…
Sadece derin bir sessizlik… Uzun uzadıya ve bitip tükenmeyen…
Hani olur ya filmlerde, esas kızın her şeyi unutmuş bir şekilde yaşama bir yerlerden tekrar tutunduğu bir zamana denk gelir hep. Esas oğlan ise, sanki biraz sonra olacakları hissetmiş gibi hüzünlü bir ruh haliyle dolaşmaktadır ıssız sokaklarda.
Ve işte o an…
Yollar kesişir bir anda. Bir bakış, bir göz takılması, bir şaşkınlık, bir acı… Duygular sanki kördüğüm olmuştur o an. Orada öylece kilitlenip kalmıştır iki kahramanımız da… Aylar mı olmuştu bu tanıdık yüzü görmeyeli, yoksa yıllar mı? Belki de kısa bir süre önceydi son buluşmaları ama şimdi yıllar gibi gelmişti bu iki insana…
Sessizlik… Hem de uzun bir sessizlik…
Yüz yüze bakan iki hareketsiz beden, iki coşkun ruh… Zaman durdu sanki, saatlerin tik tak sesleri gelmiyor artık kulaklara, peki ya sokaklar neden boşaldı birden, insanlar neredeler?
Yıllar ne kadar da çok şey alıp götürmüş bu iki yorgun bedenden… Bütün organlar, sürekli ilerlemekte ısrar eden zaman karşısında yenilmiş de bir tek gözler yılmamış bu uzun süreçte…
İşte yine aynı özlem ve sevgi dolu bakış, yine bakarken titreyen kirpikler ve yine yalvaran gözbebekleri…
Ama işte yine sessizlik…
Birinden birisi sesini çıkarsa ya da bir laf edecek olsa, zaman tekrar kaldığı yerden devam etmeye başlayacak sanki… Oysa ne olur ki sanki zaman dursa, bir daha hiç başlamasa, o an orada öylece kalsalar bir ömür boyu… Sadece gözler birbirine kilitli kalsa, böyle anlaşsalar sürekli, ne olur sanki bir kere olsun tek bir istedikleri yerine gelse…
Sessizlik… Çare bulunamayan derin bir sessizlik…
Böyle mi olmalıydı, ödenecek olan bedel, bu kadar ağır mı olmalıydı, burada böylece kalakalmak mıydı en büyük ceza… İçten içe insanı kemiren bir sessizliğe katlanma suçu mu uygun görülmüştü bu çaresiz insanlara?
Devam eden ve sanki hiç son bulmayacakmış gibi görünün bir sessizlik…
Eğer illa ki bir benzetme yapmamız gerekiyorsa bu iki ruhu anlamanız için, işte o zaman, çölde yönünü kaybetmiş iki yabancı gibiydiler diyebiliriz. Oysa aşk çölde yön bulmaya benzer, derlerdi bize, neden yol göstermiyor o zaman bu zavallı iki bedene… Belki aşk sandıkları sadece bir yalandan ibaretti ya da belki de öyle olduğuna inanmak istiyorlardı…
Belki durumun farkında değillerdi, belki de her şeyin farkındaydılar da sadece söze getirmeye, olacaklara tanım bulmaya korkuyorlardı… Ancak her iki ihtimalde de sonuç değişmiyor sessizlik devam ediyordu…
Orada öylece sessizce kalmak… Delilikten başka bir şey değil işte… Bir şeyler yapılmalıydı ama ne?
Esas oğlan aldı görevi üzerine her zamanki gibi, titreyen dudaklarının arasından son bir cümle döküldü sessizce…
“Unutulmayı hak etmeyecek kadar özel bir aşktı bizimkisi…”
Sonra da kalbinde hançer yemiş gibi bir sancıyla yoluna devam etti… Nereye gittiğini, kim olduğunu, ne yapacağını bilmeden… Gene sessizce, gene yürek acısıyla…
Esas kıza düşen ise yanağından süzülen yaşları silmek oldu… Aslında ikisi de biliyordu bunların olacağını, zaten hep bu yüzden gitmek istememişler miydi bu şehirden… Her attıkları adımda, her baktıkları sokakta, her geçtikleri caddede birbirlerini tekrar görmek korkusu kemirmiyor muydu bedenlerini içten içe…
Aşk neydi?
Aşk sevmekti, aşk güvenmekti, aşk emekti, aşk fedakârlıktı…
İşte böyle demiyor muydu Selvi Boylum Al Yazmalım filmindeki esas kız bile. Sonra da aşkı arkasında usulca bırakıp gitmiyor muydu?.. Belki de vicdanı evet doğru yaptın dese de, yüreğinin bir tarafı ne olur aşkı ve bütün olanlara rağmen diğerini tercih et diyordu…
Hepsi yalanmış meğer… Kendimizi kandırmışız yıllarca, esas olan aşk imiş… Aksini düşünüp hep ziyan etmişiz hayatlarımızı… Unutmanın gerekliliğine inandırmışız kendimizi yıllar boyunca… Ne olurdu sanki Türkan ŞORAY geri dönseydi ve aşk kazansaydı bu filmin sonunda, ne olurdu sanki bir kere olsun delinseydi yasaklar ve zorluklar…
Olmuyor işte… Dayanabilirsin diyorlar, dayan diyorlar, dayanacaksın diyorlar… İyi ama nasıl? İhtiyaç duyulan bir öğüt değil aslında, bir yol gösterme ancak kelin merhemi olsa kendi başına sürermiş hesabı işte…
Sonuçta gene sessizlik, gene melankoli bir ruh hali…
Hepsine çare bulduk da, bu sessizlikle başa çıkamadık bir türlü…
Zaten gece ve sessizlik değil midir insana yazı yazdıran…
Hani bir söz var ya, o geldi yine aklıma;
Gece midir insanı hüzünlendiren,
Yoksa insan mıdır hüzünlenmek için geceyi bekleyen…
Pelin...
25 Ocak 2008
YORUMLAR
Gece midir insanı hüzünlendiren,
Yoksa insan mıdır hüzünlenmek için geceyi bekleyen…
Burası benim "şair hüznü sever; yada hüzünlendim diye kendini şair zanneder" sözümle aynı hissiyatı uyandırdı.
Her zaman söylerim hüzün kedere dönüşmediği sürece güzeldir.Hüzün geceyede şairede çok yakışır.Çünkü üretken kılar.Uzun zamandır seni görememiştim.Kutluyorum yazını
Gece midir insanı hüzünlendiren,
Yoksa insan mıdır hüzünlenmek için geceyi bekleyen…
Ya da beklerken aşkı gelmesimidir gecenin ..
Bence bulduysan eğer aşkı ne hüzün için geceyi bekliyeceksin ne de gece de hüznü yaşayacaksın , gecenin içinde çığlık atacaksın ve sevdiğinide asla bırakmıyacaksın ve hem esas kız hem de esas oğlan kimliğini kendi öz benliğinde harmanlıyacaksın ve o gurur denen ucube şeyi hiçe sayıp ona sevdiğini söyleyeceksin karşılığını bulmasan bile yani kısaca sessizliğin içinde Edvard Munch'un tablosun adı gibi olacaksın ......
Sayfanda yine çok güzel bir yazı okudum pelin , kutluyorum seni ve içindeki o bitmeyen aşkı , sevgilerimle ........
"Sessizlik… Hem de uzun bir sessizlik…
Yüz yüze bakan iki hareketsiz beden, iki coşkun ruh… Zaman durdu sanki, saatlerin tik tak sesleri gelmiyor artık kulaklara, peki ya sokaklar neden boşaldı birden, insanlar neredeler?
Yıllar ne kadar da çok şey alıp götürmüş bu iki yorgun bedenden… Bütün organlar, sürekli ilerlemekte ısrar eden zaman karşısında yenilmiş de bir tek gözler yılmamış bu uzun süreçte… "
yaşamayı sevgili bildiğimizde daha çok anlarız, yalnızlığın anlamını... ne yazıkki bazı anlamlar derin çukurlar açar hücrelerimizde...yeniden başlamayı bazen kaybetmek görürüz oysa zaten kendimizden sakladığımız o cennet yüzle zaten kaybetmişizdir asırlar boyu... her haykırışta seni seviyorumlarda çoğalmak dileğiyle...
sevgilerle dost...