- 3819 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
FAHİŞE ’nin ALTIN KALBİ
Tanrı yardımcın olsun. Mutlu ol, sevgimle kal can dostum.
Yirmi beş yaşımı henüz bitirdiğim sene Trafik Takım Komutanı olarak Kıbrıs Merkez Komutanlığı’na tayin olduğumda, pırıl pırıl giysilerimle süslü bir eskort cipin içinde yolları açıp, birkaç trafik kontrolü yaparak rahat edeceğimi zannetmiştim. İşin doğrusu, ağır şartlarda geçen kıta görevinden sonra biraz rahata da ihtiyacım vardı. Girne trafik polislerinin bana bağlı olduğu, yasak park eden, ters giriş yapan yabancı UN askerlerinin türlü uygunsuz davranışlarının hesabının benden sorulacağı hiç aklıma gelmemişti. Hatta, o görev yılının benden neler alacağını, geleceğimi nasıl karartacağını söyleseler inanmazdım. Daha ilk gün yapılan toplantıda aralarına yeni katılan beni ve yüzbaşımı diğer subaylarla tanıştıran albay, evli olup olmadığımı sormuştu da, bir anlam verememiştim. Bekar olduğumu söylediğimde, albayın suratındaki mutluluğa diğer subaylar da ortak olmuş, birbirine bakarak sinsice gülümsemişti.
Komutan, yardımcısı olan binbaşıya işaret ettiğinde masanın üzerine, haritalar, dosyalar, talimatlar, krokiler boy göstermeye başladı. Bunlar herhalde şehrin planı falan diye düşünüyordum ki, evrakların arasından çıkan açık saçık kadın resimleri dikkatimi çekti. Neye uğradığımı şaşırdım.
“Bak evladım, aramızdaki tek bekar subay sensin. Bu yüzden Trafik Takım Komutanlığı’nın yanı sıra on dokuz adet gece kulübüyle oralarda çalışan iki yüz seksen yedi kadın, dört yüz on garson, işçi, aşçı ve işyeri sahibinin çalışma ruhsatları, uyruk kontrolleri, kaçak içki konusu, kadınların lüzumu halinde zührevi hastalık taramalarının yapılması, Silahlı Kuvvetler personelinin resmi elbiseyle bu mekanlara girmemesi, gizli oynatılan kumar, kavgalar, çıngarlar hepsi senin sorumluluğunda. Bu görevin aslında binbaşı rütbesinde bir arkadaşımıza verilmesi gerekir ama takdir edersin ki, birliğimizde bekar binbaşı da, yüzbaşı da yok. Seni Barış Kuvvetleri adına süper yetkilerle donattığımızı sakın unutma. İş yerlerine iki ihtarın arkasından kapatma, kadınlara ihtarsız işten çıkartma verebilir, adadan geçici veya süresiz uzaklaştırma teklifinde bulunabilirsin. Bütün gün boyunca uyuyacak ve gece sabaha kadar dolaşacaksın. Bazı önemli günlerde seni yine uyandırabilir, göreve çağırabilirim. Sakın bu kadınlarla ilişkin olmasın. Onlar seni bir dayanak, bir güç gibi görür. Aman uzak dur. Bak yakışıklı bir gençsin, git dışarıdan bir sevgili bul kendine ama pavyon kadınlarına sakın bulaşma. Uyuşturucu kol geziyor. Seni içine çekmek isteyebilirler. Çok dikkatli ol. Polisin ahlak masasında on dört memur var. Onlar da senin emrinde. Aralarından istemediğini değiştirmek için bana söylemen kâfi gelir. Senden önce bu görevi yapan Yüzbaşı Ahmet’le devir teslim yaparken her şeyi iyice öğren, sonra göreve başlayacaksın. Haydi, Allah yardımcın olsun.”’
Benden önceki görevli yüzbaşıyla birlikte çıkıyoruz toplantı odasından Samimi bir insan. Yüzüme bakıp gülüyor.
“ Merkez Komutanlığı’nın en berbat görevini aldın. Dört mahkeme dosyası, sayısız ihtar ve hapis cezasıyla ben bu işten zor kurtuldum. Çok dikkatli ol. İlk iş olarak seni polis içindeki sana bağlı birimde çalışan arkadaşlarla tanıştıracağım. Hepsi senden daha yaşlı birer kurttur. Sakın yem olma. İstemediğin veya şüphe duyduğun memuru kim olursa olsun hemen uzaklaştır. Kimsenin sana akıl vermesine müsaade etme ve pavyon sahipleriyle sakın samimi olma. Kadınlarla çok mesafeli ol, ben bunda pek başarılı olamadım. Zayıf davranıp, bazı hatalar yaptım. Şimdi berbat bir sicille dönüyorum. Üstelik albayım beni çok da korudu. Yeni gelecek olan onun kadar anlayışlı olmayabilir.”
Polis merkezindeki ahlak polisleriyle tanıştıktan sonra Ahmet Yüzbaşı’ya bu kişilerin pek çoğundan hoşlanmadığımı, işe yedi kişiyi değiştirmekle başlamak gerektiğini söylüyorum. Kolumu sıkıyor,” Aferin kardeşim” diyor. “Ben bunu yapmadığım için Rum tarafından kaçak gelen içkilerle yeteri kadar mücadele edemedim. Çalışma izni olmayan kadınların işe alınmasını önleyemedim. Rüşvet alındı, ispat edemedim. Yakınını çok sağlam tut. Sana her mekanın zula denilen gizli yerlerini de anlatacağım.”
Bir de bana yardımcı olarak o yıl yaş haddinden emekli olacak olan tecrübeli bir astsubay veriyorlar. İhya Timuçin. 110 kiloluk, sürekli gülen, duruma hakim, sonraları çok samimi olacağımız, hayat görüşünden istifade edeceğim, bin bir maceradan birlikte çıkacağımız güvenilir bir insan.
Şu gençlik ne güzel şey! Hayat gerçekten pembe, açık mavi ve her şey bembeyaz. Kafama balyozla vursalar asfalta çakılabilirim. Bir gram yağ yok göbeğimde, sürekli spor yapıyorum. Boksta ordu birinciliğim ve ikinciliğim var. Ah zalim yıllar, beni bir de beni şimdi görmelisiniz. Şeker tepelerde geziyor, ayaklarımda uyuşmalar var, göbek saldım, hatta gıdık bile oluştu… Eh, az yaşamadık sayılır. Biraz da uzun mu ne?
Bedenimi daracık saran ince İngiliz askeri kumaşından dikilmiş İspanyol paça , cepsiz ,afili bir elbisem var. Silahımı gevşek palaskaya kovboy gibi asmış, göğsüme çift marpuçlu İnzibat brövesini ve koluma da pazıbendimi takmışım. Şapkam kısa terekli ve öne eğik. Yani, bu kıyafet yüzünden İnzibat’ın asıl yakalaması gereken benim belki de.
Yeni elbisemi giyip, Girne limanında yürürken karşılaşıyoruz okuldan can dostum Üsteğmen Muharrem’le. Onun da tayini Türkiye’ ye çıkmış. Yol kenarında durmuş, ayaküstü eski günleri anarken yanımızda bir otobüs duruyor. İçi kız öğrencilerle dolu. Otobüsten aşağıya inen üç olgun hanım, Muharrem’in Zonguldak lisesinden öğretmenleri. Saygıyla ellerini öpüyoruz. Öğretmenler de bizi yanaklarımızdan öpüyor. Kızlarsa, otobüsün camlarından bize laf atıp, komik işaretler yaparak bizi güldürüyor. Öğretmenlerine bizi rezil edecekler neredeyse. Gurbette sıcak bir tebessümden güzeli yok.
O zamanlar Kıbrıs, pek görülmemiş ve merak edilen bir yer. Üstelik çok ucuz. Battaniyeler, oval halılar, porselen takımlar, tencere, tava, tablolar falan. Oysa yıllar sonra bütün bunların çok fazlası Türkiye’den oraya gitti.
Neyse, biz tam da öğretmen ve camdan işaretler gönderen güzel kızlarla muhabbeti koyulaştırmıştık ki, karşıdan gelen iki güzel kadın dikkatimi çekiyor. Süper mini etekli, epey yüksek topuklu ayakkabılar üzerinde rüzgârda sallanan başaklara benzeyen sarı saçlarını savurarak bize doğru gelen iki afet. Aralarında ne konuşuyorlarsa, kahkahaları Girne limanını çınlatıyor. İkisi de süt gibi bembeyaz ve güzel ötesi güzeller.
Muharrem’in suratı asılıyor. Kolumu sıkarak “Eyvah! Oğlum, bunlar Necva ile Anjelik. Zurna gibi içmişler. Anjelik’e çok dikkat et, tehlikelidir” diye fısıldıyor kulağıma. Kızlar, sanki yanımızda o çok ciddi üç hanım öğretmen, bir otobüs dolusu genç kız ve hiç insan yokmuşçasına kıkırdayarak yanımıza geliyor. Muharrem’in Necva’ yı tanıdığı onu öperek selamlamasından,’ Mero’ diye hitabından belli. Kadınlar dut gibi sarhoş. Öğle vakti çekmiş kafayı haspalar.
“Yeni inzibat subayı sen misin hayatım? İyi ki defolup gitti o yüzbaşı. Soğuk nevale ne olacak. Kız Necva, bu Arap bana yakıştı mı kız? Baksana kız, boyu falan uydu değil mi? Aslında pek de beğenmedim ya, kasıntının biri bu be. Yahu moruklar, söylesenize yakıştık mı sizce?”
Denizkızı Restoran’da oturanlar, çarşıyı gezenler, öğretmenler, öğrenciler, herkes benimle boy ölçen, beni kasıntı ve çok esmer bulan bu güzel kadına bakıyor. Öğretmen hanımlar şaşkınlık içinde… Birbirimize çok yakıştığımızı onaylıyorlar mecburen. Onlar da belanın farkında.
İnsanlar bu sokak tiyatrosunu seyrededursun, Anjelik birden şapkamı kendi başına takıp, yürüyüp gidiyor. Sinirimden ne yapacağımı, öğretmen ve öğrenci kızların önünde ne söylemem gerektiğini bilemiyorum. Kalçalarını sallaya sallaya yanımızdan uzaklaşıyor.
“Getir şu şapkayı!” diye bağırıyorum ardından. Saçlarını geriye savurarak gülüyor. Güzel ağzına yakışmayan küfürler ederek, “Siktir lan Arap, gel de, al erkeksen!’’ diye cevap veriyor. Yüksek topuklu ayakkabılarına dolaşıyor ayakları. Ha düştü, ha düşecek yosma.
Olaya bakar mısınız? Bütün çarşı toplanmış, şapkasını sarhoş bir kadına kaptıran yeni inzibat subayını seyrediyor. Çaktırmadan gülüyorlar acınası, çaresiz halime. Öğretmenler utanç içinde, kaçarcasına otobüse binip gidiyor. Necva, çok kızdığımı anlayıp, şapkamı Anjelik’ in başından kaparak getiriyor. Anjelik, daha da deliriyor. “ Hepinizin anasını avradını… Ne bakıyorsunuz lan, orospu çocukları! Erkek geçinen ibneler… Açıkta bir şey mi var, puşt pezevenkler? Sen de şapkanı al, münasip bir yerine sok!”
Ne ilk gün karşılaması ama! O zamana kadar bu tip kadınlar hiç dikkatimi çekmedi, hep uzak durdum. Bu görevi bana neden kazıkladıkları yavaş yavaş ortaya çıkıyor. İzmir’li bir eczacı kızla çıkıyorum. Üstelik epey de ciddiyiz. Acaba hemen evlenip, bu görevden sıyrılsam mı ben de, diye düşünüyorum. Anjelik gibi beş kadın daha varsa yandım ben.
O gece teftiş için lk girdiğim mekan, meydandaki Kulüp 69 . En büyük gece kulübü orası. O da ne? Olacak şey değil, Anjelik sahnede şarkı söylüyor.
“Neden saçların beyazlamış arkadaş/ Sana da benim gibi çektiren mi var?”
Harika bir sesi var. Üstelik o kadar yanık ve içten okuyor ki... Kapıya yakın ve ayakta duruyorum. Yanımda mekan sahibi, Mersin ’li Cemal Bey var. Olacak şey değil, Anjelik beni görünce şarkıyı kesip, mikrofonu yere bırakarak yanımıza doğru geliyor. Gündüz bıraktığımdan bin beter halde. Kadın kafayı bana kötü taktı galiba.
“Yedik mi lan şapkanı, orospu çocuğu?”
Cemal Bey, kızın tırnaklarını öne çıkarttığı bir kamikaze saldırısını önlerken, benden özür diliyor.
“Kusura bakmayın, biraz dertli bu günlerde. Fazla kaçırıyor içkiyi de.” Adam eliyle Anjelik’in ağzını kapatmaya çalışırken, o hala bana vurabilmek için tekmeler atmaya, küfür etmeye devam ediyor.
Birden Cemal Bey’in sağ yumruğunun Anjelik’in suratında patladığını, kadının birkaç metre uçup yere yapıştığını görüyorum. Olduğu yere sapsarı kusuyor. Saçları kusmuk içinde. Rus salatasının patatesleri, ince doğranmış salamlar, bezelyeler, salatanın soğanları, domatesleri ve ne yediyse her şey… Ne çok yemişsin, be kızım. Ağzından burnundan sümükle karışık kanlar akıyor. Üzülüyorum. Kim bilir, ne derdi var garibimin. Lanet olsun böyle hayata.
Ne görev ama! Ertesi gün iki yüz seksen yedi kadına hazır bir dedikodu malzemesi. Kadınlar Anjelik’ ten nefret ediyor. Kimi müşterisini çaldığından, kimi kendisini tehdit ettiğinden dert yanıyor.
Hayyam‘ ın Yeri’nde, Pınar isminde bir kız var. Yaşı küçük olduğu için kaçak çalıştırılıyor, on sekizine basmak için iki ayı var. Hayyam’la papaz oluyoruz, bu yüzden. Biblo gibi kız doğrusu. Sabaha karşı bana ikram ediyorlar kızı. Asla diyorum. Daha en başında Ahmet Yüzbaşı gibi olmayacağım.
Hayyam, dik kafalı bir adam. Eski sabıkalılardan. Polis onu iyi tanıyor. Benim ekipten yedi kişiyi değiştirmiştim. Eskilerden biri tam sabah yatağa gireceğim sırada gelip, bu kızın o mekanın demirbaşı olduğunu, zaten bir yıldır kaçak çalıştığını, ne istiyorsam verebileceklerini söylüyor. Onu sakin sakin dinledikten sonra telefonu Merkez Komutanı’na bağlamalarını söylüyorum.
“Komutanım, Hayyam ‘ın Yeri’ni süresiz kapattım. Polis Ahlak’tan falancayı görevden aldım, Pınar isimli kıza iki ay çalışma yasağı koydum. Arz ederim.”
Polis kafayı yiyecek, söylenerek odamdan çıkıyor. Geri çağırıyorum, yanımdan bu şekilde ayrılamayacağını, görevi suiistimalden mahkemeye de vereceğimi söylüyorum. Ağlamaya başlıyor, çocuklarım var, affedin falan diye. Neyse, sadece işine veda ediyor. Bu olay daha gelişimin ikinci günü olduğu için korkunç bir infial yaratıyor. Hayyam’la uğraşmak, kimin haddine!..
Kulüp 69 ‘a gitmek gelmiyor içimden. Ama mutlaka uğrayıp, kendi koyduğum vukuat defterini imzalamam gerekiyor. Hemen imzalayıp çıkarım, diyorum.
Kapının önünde alt dudağı tavşan ağzı gibi açılmış, burnu tamponlu, normal bir günlük elbise içinde makyajsız beni bekliyor Anjelik. Dünkü kadın o değil sanki. Elini uzatıyor, başı önde utangaç. “Ben Anjelik. Senden yaptığım her saçmalık için çok özür dilerim’’
“Tamam, önemi yok. Ben de olanlara çok üzgünüm. Sana yedek şapkamı hediye edeceğim, kabul edersin değil mi? Kendimi yeniden tanıtayım, ben Üsteğmen Yaşar!”
Uzattığım elimi iki eli ile kavrayıp sağ elimin üstünü öpüyor. Şaşırıyorum. Elimin üzerinde, yarılan dudağından sızan kan lekesi kalıyor.
“Çok arpalıydım, ne yaptığımı bilemedim. Dün bütün erkekler, bütün dünya, gözüme düşman göründü. Sen bu hayatı henüz görmedin. Başka türlü geçmez saatler, günler. Geçmez lanet olası zaman. Sana denk geldi işte, ne olur kusuruma bakma.” Gözlerinden yaşlar, sicim gibi süzülüyor. Dayanamıyorum. Sarılıp, ağlamaması için başını okşuyorum. Hatta ona kızdığım için üzülüyorum bile. Ben bu hanım evlatlığımla, yufka yüreğimle bu görevi yapamam, ama hadi neyse.
Henüz 22 yaşında ve çok güzel bir kadın. Orijinal sarışın. Aslen Yugoslav ‘göçmeni bir aileden geliyor. Adana’lı bir içkici ile evlendirilmiş. Adam kafayı çekince, sürekli döver olmuş onu. İçki erkekliğini öldürünce, nasıl ispat edecek erkek cinsini? İşten atılan adama çocuk doğurmayı da kabul etmemiş bir kadınla evli bu adam. Bir gün, iş buldum masalıyla kızı kandırıp Beyrut’a götürmüş. Bir içki aleminin sonunda da imzayı attırıp, porno filmi yapımcılarına satmış uyuşturucuya da alıştırdığı Anjelik’i. Sonra da kızın pasaportunu, paralarını alarak kaçıp yok olmuş ( Pavyon kadınlarının buna yakın hikayeleri çoktur, ama zamanla ben bu anlattıklarına inanacağım).
Birkaç film’ den sonra kaçarak Kıbrıs’a gelen Anjelik, burada kaybettim yalanıyla yeniden pasaport çıkartmış. Kocası ise ona iffetsizlik ve evi terk etmekten, gıyabında boşanma kararını çıkartmış bile. İşte, bu kararı çok sonradan, benimle karşılaştığı gün duyan zavallı kız, esmerliğim kocasını hatırlatıyor diye aldığı hapların da etkisiyle kendini kaybetmiş. Çok acıklı ve benim diyen kadının dayanamayacağı bir hayat. Allah yardımcısı olsun, böyle kadınların.
Bu bela melek’le dostluğum o akşam başladı. Çok güzel bir kadındı. Küçücük ayakları, 170’ lik boyuna oranla ufaktı sanki. Şekilli ayak parmaklarına orantılı güzel tırnaklar koymuştu tanrı, kırmızı parlak ojelerle ölümsüzleşen.
Bembeyaz, uzun bacaklar, yusyuvarlak dizler, muhteşem ayak bilekleri ve pamuk gibi ak topuklar… İncecik bedeninin önü başka, dolgun kalçalarla süslenmiş arkası bambaşka güzellikti. Gözünüze batacakmış gibi duran dimdik ve dolgun göğüslerine bakmak bile cesaret isterdi.
Yuvarlak omuzlarından elde sarılmış, Kayseri işi yaprak dolmalarına benzeyen kalem gibi parmaklara ve Değirmendere Fındığı gibi uzun, seksi tırnaklara kadar her şey ama her şey pek çok kadını orta yerinden çatlatacak kadar güzeldi. Tanrı yaratırken her şeyi güzel etmiş ama felek içine zalim ve bahtsız bir kader koymuştu sanki.
Uzun kirpiklerin arasından gülen gözlerde denizin derin sularının esrarengiz mavisini görebilirdiniz. Okka bir burun, inci dişler, dolgun etli Afyon lokumu gibi ağızda emilmelik, öpülmelik ıslak nemli dudaklar...
Biliyor musunuz, hayatımda bu kadar beğendiğim, arzu ettiğim ama elimi de hiç sürmediğim bu güzel ve hırçın kadın en iyi arkadaşım oldu.
“Ben hayat kadınıyım. Sana bir şey bulaşırsa, kendimi affetmem. Sen yuva kurup mutlu olmalısın.” demişti. Aramıza bu yüzden cinselliği hiç sokmadık.
Geçen günler, geceleri sevdirdi bana. Görevimi çok iyi yapıyor, epey kadına kardeş ve ağabey oluyordum. Pavyoncuların hepsine eşit davranıyor, kurallara uymalarını kimi zaman rica ederek, kimi zaman ikazlarımla götürüyordum. Kimsenin burnunu kanatmamak benim için esastı. Kolordu Komutanı bu yüzden hem takdir ediyor, hem de seviyordu beni. Çünkü çok çalışıyor, görevimi hak yemeden yapmaya gayret gösteriyordum.
Anjelik’le, pavyon boşaldıktan sonra limanda güneşin doğuşunu izlerken oturup dertleşirdik. Çoğu zaman kaldığı pansiyonun bahçesinde elleriyle hazırlardı kahvaltımı. Bazı günler de motorla Kıbrıs’ın uzak yerlerine gider, denize girerdik. Çok mutlu hissederdim kendimi. Görev sürem hiç dolmasa, diye düşünürdüm.
“On ikiye on kala, beni biraz oyala,
sen anlarsın halimden, kalbimi getir yola.”
Bu bizim şarkımızdı, her gece pavyonda on ikiye on kala söylerdi. “Sen anlarsın” derdi. Evet, seni ben anlarım. Beni de sen, bebeğim.
Merkez Komutanı değişince, o babacan insanın yerine aksi ve ağzı bozuk biri geldi. Gece çalıştığım için birbirimizi pek görmüyorduk ama anlatılanlardan biliyordum, uzak durmam gerektiğini. O da güzel giden pavyon işlerine karışmıyor, hatta birkaç kere yaptığı genel toplantılarda herkesi çıtır çıtır yerken, bana teşekkür ediyordu.
Sıkıntılı bir hali vardı o gün Anjelik’ in. Beni oturttuğu masada çayımı doldurmuş, lafa nasıl başlayacağını bilemez halde gözlerime bakıyordu.
“Ne oldu .bebeğim? Söyle, demek istediğini. Halinden belli, seni üzen bir şey mi var?” diyebildim.
“Evet, sana söyleyemiyorum. Hatta söylemesem mi diyorum. Ama duyarsın, biliyorum. Bak hayatım, ben bir pavyon kadınıyım. Bizim işimizin en kazançlı yanı ekstra iş almaktır. Sen varsın diye bunlardan uzak durdum. Birkaç gün sonra Kıbrıs’a bir Arap şeyhinin oğlu yatıyla gelecek. Ona resmimi göstermişler, çok beğenmiş. Benim iki gece için onun kalacağı otele gitmem gerekiyor.”
Tanrım, yemek yiyemiyorum. Konuşmak istemiyorum. Yürümek, müzik dinlemek, eski dostlarım, kadınlar, hiç biri umurumda değil. Çalıştığı pavyona yardımcımı görevlendirdim. Başım dönüyor, midem bulanıyor. Cemal’in getirdiği kebapları bile yiyemeyecek kadar iştahsızım. Ada’dan kaçmak istiyorum. Kâbuslar görüyorum, 106 milimetrelik tanksavar topuyla tek atışta şeyh oğlunun yatını Kıbrıs açıklarında batırmayı düşünüyorum. İzmir’deki kızla da telefonda kavga ediyoruz. Sözü bozuyormuş, bozmazsan ananı…
Köpeğim Kontes bile bendeki değişikliğin farkında. Yanıma uzanıp sessizce yatıyor, yavrum. Onun başını okşarken bu ilişkisiz ilişkiye neden ve nasıl düştüm, diye kızıyorum kendime. Bu kadar zayıf mısın sen, budala! Kadın, sana daha ilk gün ben hayat kadınıyım, demedi mi? Başka nasıl kazanabilir masraflarını, geleceğini? Sen mi vereceksin ona?
Üç gündür onu görmüyorum. Gündüzleri beni görmek için geldiğini, askerlere sorduğunu duyuyorum. Cemal, yüzüme bakıp bakıp yutkunuyor.
“Komutanım. Yani, şey… Yok bir şey…” Anlıyorum. Çok sinirliyim. Odamdan çıkmak gelmiyor içimden. Görevimi yapıp yatıyor, uyuyamadan tekrar sabahlıyorum.
Yüzbaşım beni çağırıyor. Ona Amasya’dan altı yüz acemi erin getirilmesi görevini vermişler. Bölüğe vekalet edecekmişim.
“Ben gideyim sizin yerinize, eşiniz de yeni gelmişti…” deyince, hemen merkeze bildirip, emri göreve benim gideceğim şekliyle yeniden yazdırıyor. Cemal’i çağırıp, on kişi daha ayarlamasını, Türkiye’ye gideceğimizi söylüyorum.
Önce Ankara’ya, sonra da otobüsle Amasya’ya gidiyoruz. Beklendiğimiz tarihten erken geldik. Duramadım adada. Yakın yerlerdeki erleri evlerine gönderiyorum. Cemal gitmiyor. Beni bırakamazmış. Bu çocuğu çok seviyorum. Aslan parçası, kardeşim benim.
Sanki Kıbrıs’a hiç dönmesem daha mutlu olacağım. İhya ile telefonda konuşuyoruz. Şeyh oğlu, Dome Otel’ de yemek vermiş. Dış güvenliğe de İhya’ yı vermişler. İyi kurtarmışım kendimi Kıbrıs’ tan. Anjelik’ in otele gelişini de seyrederdim artık. Onu o herifin yatağında hayal etmek çok acı. Peki, ama sen bunları bilmiyor muydun, kadın sana çok açık oynamadı mı? Önceleri kabullendiğin bu pavyon kadınından neden şimdi nefret ediyorsun? Yoksa sen?.. Sana söylüyorum, kaçırma bakışlarını aynadan. Yoksa, yoksa onu seviyor musun?
Üç gün ve üç gece boyunca Amasya askeri gazinosunda durmadan içtim. Sonunda komutan ertesi gün kafileyi teslim alacağımı söyledi. Masadaki mezelere, rakının dibi görünen şişesine de yüzünü buruşturarak baktı. Lanet olsun, adaya dönmek istemiyorum! Bu görevi sürdürmek istemiyorum, onu görmek istemiyorum. Hiç bir şey istemiyorum.
Altı yüz kişilik acemi er kafilesini tren, otobüs ve feribotla büyük bir keşmekeşlik içinde getiriyorum. Oğlunu görmek isteyen analar, çocuklarına yemek taşıyan, yün çamaşır getiren (Kıbrıs’ta yün don !) babalar, kardeşler herkes beraber yollardayız. Sıçmasını bilmeyen halkım sürekli tuvaletleri tıkıyor. Bu bozuk kafamla sabırlı olmaya çalışarak, günde üç öğün tuvalet temizletiyorum. Seyyar satıcılar, firar edenler, trenden atlayanlarla dört gün içinde Magosa’ya varıyoruz.
Yeni askerlerde masum sevinçler var.
“Komutanım, Paşa köy iyi midir? Lefkoşe nasıl bir yer? Ben Girne’ye, merkeze düşmüşüm, yanınıza alır mısınız? Çok sıcakmış komutanım, askerlik biter mi?”
Kafileleri gidecekleri yerlere göre gruplar halinde ayırıyor, dosyalarını gelecek subaylara teslim edecek şekilde tasnif ediyorum. Magosa limanı askeri araçlarla dolmuş, birlikler acemilerini almak için araç ve görevlilerini yollamış.
Feribotun üst salonunda tasniflediğim dosyaları gelen subaylara verip, tutanakları imzalatıyorum. Bir tutanağı yazarken masamda oturan subayların komutan gelmiş gibi ayağa kalktıklarını gördüm. O muhteşem kokunun yayılışını burun deliklerimden sonra ciğerlerimde de hissediyorum. Kapalı bir günlük elbise, toplanmış ipek saçlar, alçak topuklu bir ayakkabı ve ıslak ağlamaklı masum gözleriyle tam karşımda duruyor. Güzelliğinden etkilenen subay ve astsubaylar yerlerini ona vermek için yarış ediyor. Arkasından koca göbeğinin üzerindeki gülen ve ne yapabilirdim, diye soran gözleriyle yardımcım İhya Başçavuş duruyor. Bakakalıyorum. Dolma kalemi bastırdığım yerde mürekkepten bir göl olacak, yanımdaki yüzbaşı elimden almasa.
Gözlerine bakıyorum. Ne günahı var ki? Bu zaten onun yolu değil miydi? Islak mavi gözlerinde eriyorum, yanıyorum, donuyorum. Gözlerinden akan yaşları parmaklarımla durduruyorum. Dosyalarını alanlar kısa bir teşekkürle ayrılıp bizi yalnız bırakıyor.
“Seni çok üzdüm, özür dilerim. Bir daha hiçbir ekstraya gitmeyeceğim.” diyor.
On gündür neler kurdun, neler düşündün, ne kadar zayıf bir erkeksin? Hani görmeyecek, aramayacak, unutacaktın? Hani karar almıştın, o sekreter kıza veya hastanedeki hemşireye gidecektin? Bu ne şimdi? Kızın içine düşeceksin. İhya’ yı sakın suçlama, eminim adamın başının etini yemiştir getirmesi için. Bari konuş be adam, birkaç kelime söyle.
O gece, Kulüp 69’ a sivil gidiyorum, bir günlük izinliyim. En öne çiçeklerle, meyvelerle süslenmiş bir dost masası kurulmuş. Cemal Bey, barmen Atıf, orkestra şefi Kamuran ve İhya, bu gecenin mimarlarından. Biraz şaşkınım. Önce Cemal Bey geliyor.
“Neredesin, be komutanım. Sen yokken Anjelik’e şarkı bile söyletemedik.” Barmen Atıf, çok sevdiğim kokteylinden yolluyor koca kadehlerle. Kamuran ise, bizi anons ederek, dansa davet ediyor. ( Fecri Ebicioğlu’ nun , içmişim başım dönüyor / dönüyor, dünya durmadan dönüyor dönüyor/ bana dönmeyen yalnız sensin/ bekliyorum sen neredesin?..)
İkinci parça bizim şarkımız. Hem dans ediyoruz, hem de Anjelik sadece ağzı ve ciğerleri ile değil, ruhu, beyni, gözleri ve saçlarıyla söylüyor.
“Aşkımızın üstünde, dolaşsın bu dudaklar,
Sesimi bile çıkartmam, istersen sabaha kadar.
On ikiye on kala, beni biraz oyala
Sen anlarsın halimden, kalbimi getir yola”
Bu kadar güzel bir gecenin sonunda onu oteline bırakıp, yalnız yatağıma dönüyorum. Her güzel arzu bedenimde saklı. Neydi, peki günlerdir çektiğim huzursuzluk? Neden, neyi kıskanıyorum? Kız sana çok değerli koca pırlanta taşlı bir erkek yüzüğü hediye etmek istedi. Ya sen ne dedin? Arap şeyhinin orospu parasıyla almışsındır, hemen kaldır onu. Yoksa orana sokarım.” Normal değilsin be, oğlum!
Günler ümitsiz ve kabullenemediğim kara bir sevda üzerinde akıp gidiyor. Pavyonlara Mısır, Lübnan, Hindistan ve Türkiye’den yeni kadınlar geldi. Bunlardan biri de İzmir’li Nihal. Çok güzel bir kadın. Durmadan gülen, şakalar yapan, sıcak ve neşeli bir kız. Bana fıkralar anlatıyor, espriler yapıyor, İzmir’ den bahsediyor, güldürüyor beni. Anjelik, bu kızı hiç sevmedi. Onunla görüşmemi istemediği belli.
O gece henüz pavyon için erken bir saatte, Anjelik orkestrayla yeni bir şarkının provasını yapıyor. Cemal Bey, barmen Atıf ve ben girişte takılıyoruz. Nihal, beyaz uzun ve dekolte bir tuvalet giymiş yanımıza geliyor. Üçümüz de ıslık çalarak çok güzel olduğunu, yakıştığını söylüyoruz. Fakat ortaya birden Anjelik çıkıyor. Islıkları mı duydu ne, Nihal’e saldırıyor. Kızın kolunu, omzunu ısırarak elbisesini parçalıyor. Üç erkek Nihal’i zor kurtarıyoruz.
Çok canım sıkılıyor. Hay lanet, dışarı çıkıp hava almak istiyorum. O gece Fin askerleri özel olarak oraya gelecek. Bu yüzden ayrılmam da imkânsız. Cemal’ den bir sigara istiyorum. Hiç içmediğim için çocuk da şaşırıyor. Dış cepheyi kalın ve kaba bir fasaritle kaplamışlar. Duvara yakın durarak sigaramı acemi tutuşlarla içime çekmeden içmeye çalışırken, Anjelik karşımda beliriyor.
“Seni o orospuya kaptırmam. Sen sadece benimsin anladın mı?” diye bağırarak, iki eli ve bütün gücüyle yüzümü itiyor, kafamı fasarit duvara vuruyor. Gözlerimin karardığını, duvarı sıyırarak yere doğru alçaldığımı hatırlıyorum. Çöküp kaldığımda, sırtımdan popoma kadar akan kanın ılıklığını hissediyor, bayılıyorum.
Gözümü ertesi gün hastanede açıyorum. O gece ameliyat olmuşum bile. Anjelik, başucumda oturuyor. Ağlamaktan gözleri şişmiş. Makyajı bütün yüzüne dağılmış, perişan halde.
“Beni affet, seni çok seviyorum. Seni kimseyle paylaşamam. Üstelik bir şey vermeden, buna hakkım olmadığını bile bile. Anlıyor musun? Yaşamam, gülmem, şarkı söylemem, nefes almam, uyuyabilmem bile sadece elini bile tutabilsem de sana bağlı. Bir gün ayrılacağım senden, uzaklara gönderecekler seni. Evleneceksin, çocukların olacak, her şeye razıyım. Ama seni Kıbrıs’ta başkasıyla görmek beni öldürüyor. Özür dilerim aşkım. Beni affet!”
Kafamın arka tarafında, saçların girdap yaptığı yerde beş adet üçer santimlik beton uzantısı saplanmış vaziyette. Baş ağrısı ve bulantıdan duramıyorum. Bu durumda beni beş gün daha beyin kanaması korkusuyla taburcu etmiyorlar. Hanım hanımcık giysileriyle başucumda bekleyen, elleriyle çorba pişirip, bana kaşık kaşık içiren Anjelik’i, bazı doktor ve hemşireler eşim zannedip, ”Yenge, hanımefendi, eşinize geçmiş olsun efendim.” falan diyor. Yüzünde tatlı bir mutluluk oluşuyor o zamanlar.
Ziyaretime gelen arkadaşlarım, “Anjelik’ den dayak yemişsin, seni iyi benzetmiş.” diye dalga geçiyor benimle. Cemal, komutana ayağımın kayarak sırt üstü düştüğümü, yerdeki taşa kafamı vurduğumu söylemiş. Ah Anjelik, beni Girne‘nin diline düşürdün be yavrum. Sana yine de hiç kızamadım. İçi boş olduğu için karpuz gibi patladı aptal kafam. Senin suçun değil valla.
Yine hayat normale dönüyor. Mutluyum kadınlığına sadece kavanozun dışını yalar gibi baktığım Anjelik’ le. O sırada yüzbaşım Türkiye’ye izne gidiyor. Ben de bu kadar işin arasında bir de Bölük Komutanlığı’na vekalet ediyorum. Ama olacak önceden yazılmış bir kere. Program çoktan belli olmuş, biliniyor felek tarafından. Bu akışı kimse değiştiremez.
Merkez Komutanı telefonda,
“Beşparmak Dağları’ndaki FİN (UN) kampının gözetleme nöbetçisi, Kolordu Komutanı oradan geçerken elli metre uzakta önüne eğilmiş botunu bağlıyormuş, selam vermemiş. Fin ‘liler bunu gördüyse, bizi disiplinsiz ordu belirler, alay eder.” diye bağırıyor.
Benden on beş kilometre uzaktaki dağ başında nöbete koyduğumuz adam selam vermediyse, ben ne yapabilirim? Buna nasıl bir cevap vermeliyim? O er kimdir, nerelidir, tanımıyorum. Üstelik ben o erin komutanı da değilim.
Özür diliyorum, daha da sertleşiyor. Gerekenin yapılacağını söylüyorum, ağzını iyice bozuyor. İki tarafın santrali de bizi dinlemekte. Onlara, devreden çıkmalarını söylüyorum. Bu sefer de küfürler havada uçuşuyor. ” Ben böyle bölüğün de, subayının da, erinin de…”
Birdenbire çıldırıp, ”Ben de senin … Bekle ulan, oraya geliyorum. Bu küfürü kan temizler.” diye, karşılık vermez miyim? Allah’ım, benim başım beladan hiç kurtulmayacak galiba. Santraller devreden çıkmamış. Önce onun küfür ettiğine şahitlik yaparız diyorlar. Ulan, ye küfürü otur yerinde be salak! Neredee…
Cipime atladığım gibi Cemal’e, “Merkeze çek” diyorum. Çocuk yalvarıyor.
“Komutanım, önce sahilde bir tur atalım, sonra gidelim. Ne olursun komutanım!’’ ‘’
Olmaz Cemal. Bekle dedim bir kere, ölsem dönemem artık.
Son hızla merkeze gidiyoruz. Daha kapıdan girerken bir binbaşı, bir yüzbaşı ve iki astsubay üzerime atlıyor. Dört kişiye, onlara elim de kalkamayınca yenik düşüyorum. Subaylar, çok sevdiğim, saygı duyduğum insanlar. Silahımı alıp, zorla çay içirerek bir faciayı önlüyorlar. Ağzımı da kapatıyorlar ama küfürler yine de koridorları çınlatıyor. Aslında, küfürbazın böyle birine çatmasından çok mutlu oldukları belli subayların. Onlara edilenlerin mislini iade etmiş oldum. Sonunda tutuklanıyorum.
Hapishanede tek subay benim. İzinden geç döndüğü için yedi gün hapis cezası alan bir üstçavuş da diğer koğuşta yatıyor. Gardiyan erler ve sorumlu herkes bana çok iyi davranıyor. Onların gözünde küfür eden komutanına posta atan bir kahramanım. Ama savcı ne diyecek bu işe, bakalım. Artık askerliği dört veya altı yıl hapisle noktalayacakmışım gibi geliyor bana. Savaş sonrası devam eden harp şartlarına göre her ceza iki katı olarak çekiliyor çünkü. Bir de, saldırıyı silahla yaptığım eklenirse, yandım gitti.
Yemekleri hiç hoşuma gitmiyor. Adeta sadece ekmek ve kireç gibi bir peynirle gün geçiriyorum. Dışarıdan hiç bir yiyecek alınmıyor. Gardiyanlar bazen çaktırmadan çikolata ve akide şekeri getiriyor, moral oluyor. Ziyaret yasağı koymuşlar, arkadaşlarım bile gelemiyor. Gece uykusuzluğuna alıştığım için büyük sorun yaşıyorum. Gardiyan ve erlerle sohbet etmek biraz moralimi düzeltiyor.
Altıncı güne girerken yüzbaşım geliyor. Elinde bir sarı zarf var. Yüzündeki ifade, hiç de samimi gelmiyor bana. Senden kurtulmam gerek. Sen başıma iş açarsın. Küfür sana değil, bana gelmişti. Neden üzerine alıyorsun, gibi bir havası var.
Zarfı açıyorum. Heyecanla Magosa Merkez Komutanlığı’nın emrine sürgün edildiğimi öğreniyorum. Kolordu Komutanı, santrallerden ilk önce benim küfretmediğimi öğrenince mahkemeye vermeyi kabul etmeyerek, bu kararı vermiş. Bu, baba komutanın beni ikinci kurtarışı. Üçüncü de olacak.
Emirde yirmi dört saat içinde Magosa’da olmam gerektiği yazılı. Hapiste olduğum her gün kapıya gelip, görüşmek için ağlayan Anjelik nasıl acaba, ne yapıyor? Onu çok özledim. Yüzbaşı, hemen Girne’ den ayrılmam için belirsiz baskılar yapıyor. Görünmesen iyi olur, falan… Ama felek onu haklı çıkartacak. İbne felek!..
Sivil elbisemi giyip, erlerimle ve diğer arkadaşlarımla vedalaşıyorum. Kontes öyle bir boynuma atlıyor ki, onu adeta hamur gibi yoğuruyorum. Sonra Kontesi ‘de alıp, Anjelik’ in pansiyonuna gidiyorum. Orada değil. Hapishaneye gitmiş yine. Limana inip bir tur atıyorum. Butikçi Necla’ nın dükkanı’nın önünde oturup onu bekliyorum.
Kollarını açmış çığlıklar atarak bana koşan bu güzellik, çok da üzgün. Sulu güzel gözleri yine yağmurlar yağdırıyor.
“Sen benim her şeyimsin. Çok korkuyorum, çok üzgünüm. İçimde kötü bir şeyler olacakmış gibi hisler yaratıyorum. Altı gün nasıl geçti bilemezsin. Sensiz öksüz bir çocuk gibiyim, beni bırakıp gitme bir daha. Bizi ayıracaklar diye korkuyorum.”
Ona, Magosa’ya sürgüne gideceğimi, ama her fırsatta gelip onu görebileceğimi söylüyorum. Deliriyor adeta. Gözyaşları sel oluyor, ağlıyor ağlıyor. Bizi ayıran kadere küfürler savuruyor.
“Ağlama bebeğim, Magosa dediğin bir saatlik yol. Motora atladığım gibi sana gelirim. İnan ki, değişen bir şey olmayacak. Bizi bedenen ayırabilirler, ruhen asla bebeğim!”
Başını omzuma dayıyor, “İçimde çok kötü hisler var. Sabaha kadar kâbuslar gördüm, çok korkuyorum. Bizi ayıracaklar diye çok korkuyorum. Senin yerine bir yüzbaşı vermişler. Bütün kızlar çok üzgün. O bizim ağabeyimizdi, kardeşimizdi, pavyonculara bile el kaldırtmadı bize diyorlar. Hepsinin çok selamı var, benim için öp diyenlerin yerine seni öpersem boğulursun valla.” Gülüyoruz.
Gömleğimin önü onun göz yaşlarıyla ıpıslak. Butikçi hanım dükkan’ının önünde bize çay ve simit ısmarlıyor. Kontes de, onu çok seven Anjelik’ in gözyaşlarını yalıyor. Başını karnına sürterek sanki üzülme, seni ikimiz de çok seviyoruz, demek istiyor.
Girne Limanı’na giren teknelere dalıp susuyoruz, çaylarımızı yudumlarken. Cinsel tarafı olmayan, sadece elini tutabildiğim bir pavyon kadınına böylesine tutulacağıma ve onun da beni seveceğine asla inanmazdım.
Lanet saatin yelkovanı nasıl da hızlı dönüyor. Daha gidip resmi elbisemi giymem, tıraş olmam, eşyalarımı toplayıp Magosa’ya gitmem ve oranın Merkez Komutanı’na teslim olmam gerekiyor. Zaman şu limanda dursa keşke! Anjelik’i okşasam… Saçlarını, dudaklarını öpsem… Onu koluma yatırıp, liman taşlarının bir kovuğunda yemeden, içmeden kimseyle konuşmadan bir tek Kontes, o ve ben yaşasak.
Aman Allah’ım, gözüm forsu dalgalana dalgalana gelen siyah Volvo’ya takılıyor. Bu, Merkez Komutanı’nın aracı. Hiç gelmezdi buralara, ilk defa limanda görüyorum. Fors açık olduğuna göre, içinde o var. Anjelik’ e hemen içeri girmemiz gerektiğini söyleyip, elinden tutarak butiğin arka tarafına çekiyorum.
“Seni sürgüne gönderen, bu adam değil mi?” diye soruyor.
“Tamam kızım, boş ver. Bırak geçsin, dışarı çıkar, otururuz tekrar. Seni göreli yarım saat bile olmadı, bir dur. ‘’
Ya rabbim, yanımdan fırladığı gibi koşarak Volvo’yu durduruyor. Açık olan arka camdan içeri uzanıp bütün gücüyle küfürcü komutanın gözünün tam ortasına yumruğu patlatıyor. İnanamıyorum, böyle bir şeyi nasıl yapabilir? Üstelik savaş kurallarının devam ettiği bir ortamda. Kadın benden çok daha deli. Kafayı mı yedi yoksa? Lanet olsun bu kadere, daha ben içeriden yeni çıktım, şimdi sen mi gireceksin be kızım?
Önde oturan koruma yerinden fırlayıp, elindeki silahın dipçiğiyle ense köküne kuvvetlice vurarak, onu yere düşürüyor. İkinciyi vurmasına ramak kala fırlayıp araya girerek, müdahale ediyorum. Arkadan gelen polisler hemen Anjelik’i tutukluyor. Benim de merkeze gelmem emrediliyor. Kaderime lanet olsun!..
Ne talihsiz bir rastlantı. Henüz onu göreli yarım saat olmuştu, kokusuna bile doyamamış, bir hoşça kal bile diyememişim. Bu sürgün ayrılığını nasıl yapar da azaltırız derken, şimdi ikimiz birden atladık belaya. Sanki ben azmettirmişim gibi bir kez daha suçlanacağım. Ah deli kız, ne yaptığını bir bilsen!
Bu sefer yanıma bir yüzbaşı vererek, hemen hareket ettiriyorlar. Çantama yalnızca birkaç çamaşır koyuyor ve Kontes’i alabiliyorum. Tanımadığım yüzbaşıyla yolda konuşuyoruz. Çok üzüldüğünü söylüyor. İyi bir insan sanki.
Merkez Komutanlığı’na varıyoruz. Bu emirden haberi olup huzuru kaçmış olan komutan, yüzbaşının uzattığı sürgün emrini okumadan fırlatıp yere atıyor. Bir belaya daha çattık. Albayına küfür eden bir subayla çalışmazmış. Beni birliğine istemiyor. Defolup gitmeliymişim. Hop oturup hop kalkan bu adam umurumda bile değil. O böyle yırtınırken, ben Anjelik’ i düşünüyorum. Gözüm hiç bir şey görmüyor. Yolda beni getiren yüzbaşı söz verdi, “ O’nun kılına bile dokundurtmayacağım. Elini sürenin kolunu kırarım.”
Ordudan henüz atılmadığımı, benimle çalışmak istemiyorsa bunu sürgün emrini imzalayan Kolordu Komutanı’na bildirmesini, aksi halde benim bildireceğimi söylüyorum. Ne cünüp bir gün, bitmiyor da üstelik. Tanrı bu sefer beni de, Anjelik’i de kazandan düşürdü galiba.
Albay yutulur lokma olmadığımı anlayınca biraz yumuşuyor. Bana bir araç ve şoför vereceğini, ancak hiç bir görevimin olmadığını söyleyerek bizi adeta odasından kovuyor. Yüzbaşı kan ter içinde kalmış.
“Nasıl konuşabildin o lafları? O bağırırken, sen tebessüm ediyordun. Hiç böyle bir şey yaşamadım. Ama seni çok takdir ettim… Yedirmedin kendini.”
İki ay boyunca görevsiz ve gayesiz öğlene kadar uyuyup geceleri barlarda takılarak gezdikten sonra, rahmetli Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, Kolordu Komutanı’yla yaptığı bir sohbette, artan mülteci ve asayiş sorunuyla ilgili olarak beni soruyor.
Babamın dostu olan komutan da yerimi söylüyor ve bir emir hazırlatıyor. Beni istemeyen Magosa Merkez Komutanıyla birlikte onun yanına, Lefkoşe’ye gidiyoruz. Yine çok candan ve insana, insan olduğunu hatırlatan muhteşem bir karşılama… Yanımdaki gibi insanlara ders verir nitelikte. Sürgüne de, gönderildiğimi öğrenmiş gülüyor, “Çok şanslısınız albayım. Bu subay gerçek bir iş kolik ve aldığı görevi son derece dürüst yapan pırlanta gibi bir gençtir.” Ah anasını satayım. Kafalar sallanıyor, sözleri onaylıyor. Yoksa sürgün emrini okumadan yerlere fırlatan başkası mıydı?
Durumu anlatması için, Emniyet Müdürü de yanımıza çağırılıyor. Asıl asayişsizliğin olduğu yer Türkiye’den gelen binlerce insanın ilk çıktığı Magosa şehri. İlk gece, iki gasp amaçlı cinayet ve iki tecavüzle, dört kız kaçırma var. Kızların hepsi Kıbrıs’lı. Yani demek istiyor ki, Merkez Komutanı olarak bir bok yiyemediniz, ben de bu 26 yaşındaki genç subaya özel görev veriyorum.
Kırk muhtelif araç, yüz yirmi subay ve er, yetmiş erkek, on kadın polis ve bol benzin istiyorum. En seçme polislerin derhal görevlendirilmelerini emrediyor. Albayım da yardımcı olacağını, beni destekleyeceğini söylüyor. Kafamdaki on astsubayın isimlerini yazdırıyorum ona. Bana görev bile vermeyen komutanım meğerse beni ne çok severmiş. Denetlemeye gelen Kolordu Komutanı “ Aferin Karaoğlan!” dedikçe, bir aferin de ondan alıyorum. Tanrılar şaşırmış olmalı!
Son gücümle çalışmaya başlıyorum. Bazı polisler bu tempoya dayanamıyor, onları değiştiriyorum. Aklımın yarısı da Anjelik ‘de. Onu göremiyorum ama iyi olduğu haberleri geliyor. Her gece yaptığımız en az yirmi baskınla çapulculara aman vermiyoruz. Adadan bin kişiyi gönderdik neredeyse. Cumhurbaşkanım, telefonla hatır sorup, ihtiyacım olup olmadığımı bildirmemi istiyor. Çalışmalarım için teşekkür ediyor. Kahvede konuşma yapan bir vekili de tutuklamışız. Gülüyor. Teşekkür ediyor. Kıbrıs’ın şansı bu adam.
Eski bölüğüm Girne’den intikal ederek Magosa İnzibat Bölüğünü değiştiriyor. Astsubay İhya ‘yı ve şoförüm Cemal’i hemen benim ekibe alıyorum. Anjelik’i ziyaret yasağına rağmen, Cemal, benim namıma her ihtiyacını göndermişti. Ona verdiğim paranın kalanını iade ediyor. İyi de, kıza bakacak birini daha bulmalıyım. Onu sigarasız, yemeksiz bırakamam. Beni sürgüne getiren yüzbaşı’yı arayarak ondan yardım istiyorum. Zaten epey yardımı dokunmuş. Merak etmememi söylüyor.
Anjelik’i üç ay sonra, adadan çıkarıma kararıyla Türkiye’ ye sürüyorlar. Polis eşliğinde Girne’den getirilip, akşam feribotuyla Mersin’e gönderileceğini öğreniyorum. O günüm, sadece onu anmak, onu yaşamak, onu sevmekten hiç pişmanlık duymadığımı hissetmekle geçiyor. Kaç aydır beni görüştürmediler. Küfürcü komutanın bu yasağı özellikle benim için koyduğunu biliyorum. Cemal, için için kaynıyor. Bana Magosa’ya yaklaştıklarını söyleyip, karşılamaya gitmek istediğini söylüyor. Çok neşeliyim, ona takılıyorum.
“Padişah mı geliyor Cemal, eskortsuz gelemez mi yani? Neymiş lan bu Anjelik?”
“Padişah değil ama sultan geliyor Komutanım.”
Önde eskort ciple İhya ve Cemal, siren çalarak liman içine giriyor. Arkalarında bebeğimi taşıyan polis arabası var. O tutarken yumuşaklığına doyamadığım, pamuk ellerin badem tırnaklarını kısacık kesmişler. İnce narin bileklerinde kadana nalı gibi duran koca kelepçeler var. Saçları kısaltılmış ve darmadağınık.
İki Kıbrıs’ lı polisin ortasında beni görünce aralarından sıyrılıp, koşarak üzerime atlıyor. Kelepçeli kollarını boynuma doluyor. Doya doya ağlıyor, onun ağlamasına dayanamıyorum. Kadersiz yaşamında bu güzellik ağlattı onu hep.
Polislere, kelepçeleri açmalarını söylüyorum. Hık mık edip, çok tehlikeli olduğunu, albaya bile saldırdığını söylüyorlar. Cemal’e işaret ediyorum, hemen kendi kelepçe anahtarı ile açıp, kelepçeleri polisin kemerine sıkıştırıyor. Hep birlikte feribota giriyoruz. Kaptanla konuşarak teslim belgesini imzalatıyor ve polisleri de yardımları için teşekkür ederek gönderiyorum. Kamarada kapalı tutulup, Mersin Emniyeti’ne teslim edilecekmiş. Kaptanı ikna ediyorum, kamarayı kilitlemeyecekler.
Beni Magosa’ya teslim eden yüzbaşı sözünü tutmuş, kıza içeride kimse eziyet etmemiş. Teşekkürler yüzbaşım. Beni bir kere motorla cezaevine geldiğimde görmüş. İçeriye almadıkları yemekleri yerlere savurup, küfürler ediyormuşum. Hayat akıyor ve ben asla unutmam, her şeyin hesabı sorulacak bebeğim.
Karşılamaya gelirken ona bir kuyumcudan Kıbrıs hasırı dedikleri, o zamanlar moda olan sarı, yeşil ve kırmızı altından örme bir kolye ve takımı olan bilezik almıştım. Hediyemi verdiğimde, hüngür hüngür ağlıyordu.
“Hapiste bana yolladıkların yetmedi mi? Gece beni görmek için geldiğinde nöbetçiler az daha seni vuracaktı. Deli ne olacak, neleri göze alabiliyorsun? Senin sevgin bana içeride saygı duydurdu. Diğer kadınlar imrendi bana. Herkes bir şeyler verir, sonra karşılığını ister. Sen, her şey bitip, birbirimizi bir daha hiç görmeyeceğimiz bu ayrılıkta bunu neden yapıyorsun? Ne biçim bir delikanlısın? Üstelik bütün maaşını buna vermişsindir. Keşke, beş yıl öncesine dönebilseydim. Yemin ederim ki, kulun kölen olurdum. Kadının olmak için her şeyi feda ederdim. Seni ben boş yere sevmedim canım.”
Üzme beni be kızım, bu yazıyı ben yazmadım ki. Koca pabuçlu Allah, bu işleri taş yürekli, sevgi nedir bilmeyen, benim çıktığım gün seni içeri sokan çaylak kâtibine bırakmış. Ama arada bir şöyle bir dolaşsan, kâtibin yaptığı saçmalıkları, acımazlıkları bir kontrol etsen ya, değil mi?
Nihayet zaman çabucak geçiyor. Anonslar, yolcu olmayanların feribotu terk etmelerini söylemekte. Onu son bir defa öperek, rıhtıma iniyorum. Bacaklarım dolaşıyor. Sevgimi, aşkımı, canımı bir tabuta koyup gömmek, üzerine kürek kürek toprak atmak gibi bir şey bu.
Yakınlarını uğurlamaya gelen yüzbaşım ve eşiyle, bir aile daha beni yanlarına çağırıyor. Gitmek istemesem de mecburen gidiyorum. Anjelik, feribotun kıç tarafına gelmiş, güzel yüzünde tarifsiz bir hüzünle bize bakıyor. Artık halatlar çözülmekte… Kaptan beni görüp, el sallıyor. Ben ona dalmışım. Ruh gibiyim. Bana sorulanlara kısa ve tuhaf cevaplar veriyorum. Bir susun lan. Laf olsun diye konuşmanın, bu vedalaşmada ne anlamı var ki?
Aklım denize düşecekmiş gibi güverteden sarkarak el sallayan Anjelik’te. Birden ellerini ağzının iki yanına koyarak ;
“Yaşaarrr, seni seviyorum.” diye bağırıyor. Yüzbaşı ve eşi, yanındaki diğer aile utanç içinde. O kadın yüzünden sürgüne geldiğimi, hayatımın kaydığını, İzmir’deki kızı onun bıraktırdığını konuşuyorlar fısır fısır. Duymak istemiyorum.
Bir pavyon kadını yanlarındaki üsteğmene cırlak sesi ile seni seviyorum, diyor. Neayıp, ne günah, ne utanç verici. O kadının yerinde sizler olamaz mıydınız, muhterem hanımefendiler. Bakın, ben üç yüzden fazla hayat kadınının derdini dinledim. Orospuluğun dışta değil, içte olduğunu çok iyi biliyorum. İyi bakın, sizlerin ondan en ufak bir üstünlüğünü görüyor musunuz? O kadının ruhu, kadınlığı, kancıklığı, sizlerinkinden daha mı hafif?
Onun altın kalbinin, delikanlı mert yüreğinin gramı var mı sizlerde? Kaderi küçümsemenin, bu zalim yazıyla alay etmenin, kendini bir bok zannetmenin, yüksek görmenin bir gün cezası da olmaz mı? Sizlere veya çocuklarınıza..?
Yolcular ve uğurlamaya gelen kalabalık, kadının taa yüreğinin içinden, beyninden, ciğerlerinden, yumurtalıklarından gelen, bir erkeğin ömrünce çok az duyabileceği gerçek “ Seni seviyorum” kelimelerinin kimin için çıktığını merak ediyorlar. Kafalar sürekli öne ve arkaya çevriliyor. Gözler bu şanslı erkeği aramakta.
“Kim bu Yaşar, çıksana ortaya kardeşim…”
“Haydi utanma, çık ortaya!”
“Bana bağırsa, denize atlarım be. Utanma çık ortaya.”
Ah, askerlik! Ellerimi pantolonun iki yanına bağladığın gibi, ağzımı da bantlamışsın. Kaptan durumu anladığı için feribotu iskeleden bir türlü ayırmıyor. Bana da işaretle Anjelik’ i göstererek, cevap vermemi söylüyor.
Ne oluyor bana, karşımda düşman vardı da, ondan mı kaçtım? Çalıp çırpıp, hak yedim de utanç içinde miyim? Sürgünmüş… Bana ve erlerime küfür edene cevap verdim. Başkası neden yapamadı, büzük yemediği için. Yoksa hayatın meyhanesini, kerhanesini görmemiş, sadece işemeye mahsus kullandıkları o aleti taşıyan erkek bozuntularından mıyım? Yoksa kocalarına orgazm taklidi yaparken arkadaş erkeğini hayal eden, yüzüklü orospulardan mı çekiniyorum?
Adalelerim kasılıyor. Dişlerim kenetlenecek neredeyse. Gözlerim kısık kısık, duman içinde görüyorum cenabet dünyayı. Bir ses var içimde, beynimi delerek fırlayıp, rıhtımı bir birine katacak kadar güçlü.
“Sen, şu an on delikanlıya bedelsin. Seni asla düşüremezler dizlerinin üzerine. Korkma hiç bir şeyden. İçinden geleni, doğru bildiğini yap aslanım. İçlerinde, ruhlarında, korkaklık olanların yaptığı gibi saklanma” diyor o ses.
Anjelik’ in sesi, daha gür çıkmaya başlıyor. Yüzbaşı da kızmış, “Sustur şu kadını, ayıp yahu!”’ diyor. Öyle ya, o bir orospunun nasıl sevmek diye bir hakkı olabilir ki ? O, parayı alıp, masanızda meze olmalı, arzularınıza kusursuz hizmet etmeli, mutlu olmalısınız. Burnunuzu sildiğiniz selpak mendil gibi fırlatıp atmalısınız, onun insan olduğunu unutarak.
Merkez Komutanı da rıhtıma gelmiş, meslektaşına yumruk atan, gözünü şişiren fahişeye bakıyor gerilerden sinsice. Ne yapacağımı bekliyor. Çaresizliğimi seyrederken gördüklerinden mutlu olduğuna, zevk aldığına eminim.
Birden, bu kadar erkek ve kadının içinde beni sevginin en yüce tahtına yücelterek çıkartan meleğe cevap vermem gerektiğini, onun benim için üç ay içeride yatıp, işini kaybettiğini ve benim yüzümden adadan çıkartıldığını, ona şu an cevap vermezsem, kendimi ömrümce asla affetmeyeceğimi düşünüyorum.
Onun beni görmemesi için önümü kapatan yüzbaşıyı biraz itip, iki elimi sela verir gibi ağzımın yanlarında tutarak, cevabımı bas bariton sesimle patlatıyorum.
“Ben de seni seviyorum Anjelik.”
“Ben de seni seviyorum Anjelik”
“Ben de seni seviyorum Anjelik
Gemidekiler, rıhtımdakiler bıkmadan bağıran bu kadının kimin için çırpındığını da görmüş oluyor böylece.
Utanarak kaçan yüzbaşım ve eşi, öldürecek gibi bakan Merkez Komutanı, omzuma dokunan bir kol, sonra da beni öpen şoför Cemal. Ardından, kısa bir tereddüt geçirip bütün güçleriyle alkışlayan Kıbrıslılar, yolcular. Helal olsun diye sesi kısılana kadar bağıran Ramiz Kaptan…
Askeriye’yi rezil ettik. Komutanları utandırdık ama bir daha hiç göremediğim, bütün İstanbul pavyonlarında arayıp bulamadığım bu altın kalpli fahişeyi ömrümce unutamadım. Bir erkeğin cinsellik olmadan bir kadınla arkadaşlık edebileceğini, seven bir insanın neler yapabileceğini, fedakarlığı, korkusuzluğu, dostluğu o öğretti bana. Eğilmemeyi, bükülmemeyi, çökmemeyi de.
O sene hiç iyi bir sicil alamadım. Helikopter pilotu olmayı çok isterdim, kazandığım halde sicilim berbat olduğu için okula kayıt bile yapmadılar.
Ama rıhtımda korkusuzca, her kesin içinde “Seni seviyorum” diye bağırdım ya, işte o benim delikanlılık madalyamdı. Tanrı’nın senin elinle göğsüme taktığı övünç madalyam.
Sevmek işte böyle bir şeydir.
Neden’i, niçin’ i sorulamaz.
Bazen kalbi, bazen beyni, bazen de hiçbir şeyi dinlemeyen ruha üflenmiş tanrı’nın en büyük lütfüdür sevgi.
Yaşamayan eksik almıştır nimetleri bu dünyadan.
Hiç, tuzu olmayan İskender kebabın veya tuza boğulmuş kuzu pirzolanın tadı olur mu?
Hayatıma kattığın tuz için, verdiğin lezzet için, seni tanıdığım, seni sevdiğim için, bana aykırılığı, aşırı cesareti yaşattığın, ilişkisiz ilişkiyi bile sevdirdiğin için sana minnettarım.
E.Yaşar Ovalı 16.09.2012
YORUMLAR
yürekten alkışlıyorum cesarete ve ruhunuzdan dökülenleri söyleyebilmenize...alkışlıyorum saygılarımla...
kukurikuu
Sayfamda olmanızdan mutluluk duydum.
Destek ve güzel yorumunuz için teşekkür ederim.
Saygılarımla.
kukurikuu
Sizin gibi, fahişeliği sadece umumi dedikleri kadınlarda kullanmayıp,
insanların tümünün zayıf karakteri olarak ele alan , kafası yorum yapan insanlar beni çok mutlu ediyor.
Saygılarımla.
İnsanın ruhunda fahişelik olmasın...Görünürde satılık,ahlaken bukalemun yaşamda ihtiyaç.Ne kadar basamak atlarsan o kadar düşersin.Düşerken dallara sarılmaya çalışsan da yada o dallardan biri seni tutmak istese de hayır dediğinde vardır ruhunda bir fahişelik.
kukurikuu
Güzel yorumunuz için teşekkür ederim.
Her fahişe , fahişe olmadığı gibi, her adam sandığımız da adam
değildir.
Saygılarımla.