- 962 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
KAFES
Büyükanne sinirle parmağını salladı. Küçük kuzen, yüzüne yayılmış gözyaşları ve sümüğüyle iğrenç bir fareye benziyordu. Aslı “Benim bir suçum yok” dedi. Büyükanne yüzünü buruşturup, ince ve kırmızı dudaklarını sıktı. Sonra, birkaç yıl önce topraktan sökülüp kurumaya bırakılmış köklü kütüklere benzeyen ellerini siyah elbisesinin ceplerine soktu. Eğildi ve gözlerini olabildiğince açarak “Seni artık hiç sevmiyorum” dedi. Eğer büyükanne hızlı adımlarla yürüyor olmasaydı ya da arada arkasına dönüp neler olduğuna baksaydı, Aslı’nın küçük kuzenini kaldırımdan yürümesi için defalarca uyardığını görecekti. Fakat bunu yapmadı. Bakmak ve görmek her zaman büyükanneyi yorardı. O bilmesi gereken şeyleri başkasından duymayı bu yüzden yeğlerdi. Aslı üzerine kapanan kapıya bakarken, hiç ağlamadı.
Bay Louis, çimenlerin üzerindeki bisikletin hala dönmekte olan tekerleklerine bakarken öfkeli görünüyordu. Jorge, elindeki boya fırçasını ne yapacağını bilemedi. Babası bisiklet cesedini kaldırıp bahçe duvarına dayarken, Jorge ağlamamak için kirpiklerini birkaç kez kırpıştırdı. Bu daima işe yarardı. Kendini biraz daha cesur hissettiği bir an babasına “ Bu suç değil” dedi. Ağzından çıkan ses, bir erkeği, özellikle de gençliğinde güç gerektiren pek çok spor müsabakasında derece almış bir babayı, utanç içinde bırakacak kadar aciz ve ezik bir perdedeydi. Bay Louis ellerini kahverengi yeleğinin ceplerine soktu. Parmaklarının üzerinde yükselip alçaldıktan sonra “Jorge Hawking, Tanrı kliseye vermiş olduğum rüşveti az bulmuş olacak ki senin gibi bir oğlu bana reva gördü” dedi. Jorge konuşmanın bundan sonra nasıl devam edeceğini biliyordu. Birbirinden utanç verici benzetmeler, tükürür gibi bakışlar…nihayetinde Bay Louis, birkaç hafta Jorge etrafta yokmuş gibi davranacaktı. Oysa onun bütün istediği babasının doğum günü hediyesi olan bisikleti pembeye boyamaktı. Jantların boyasını bitirdiği sırada babası, İranlı ortağı Abbaz Nazeri’yle birlikte bahçe kapısından içeri girdi. Abbaz Nazeri “Allah” dedi gülümseyerek. “Baştan aşağı pembeler içinde bir erkek çocuğu.” Baba hiç konuşmadı. Nazikçe misafirinin koluna girip sinirli adımlarla taş yolu adımladı. Saatler sonra Bay Nazeri’nin ardından dışarı çıktı. Doğruca artık her tarafı pembe olan bisikletin olduğu yöne yürüdü. Şiddetli bir tekmeyle yere devirdiği bisikleti, kaba bir metal yığınına çevirinceye kadar çiğnedi. Jorge, hiç ağlamadı.
***
“Kafes” dedi kadın. “Gördüğümüz ve göremediğimiz her yan kafes. Etrafı çevreleyen parmaklıklara dokundukça, eksi hanemize bir çentik daha atıyorlar. Ve tabanı adımladıkça. İstiyorlar ki, seni elleriyle koymuş gibi bulacakları sabit bir yerin olsun. Öyle dur. Kıpırdamadan. Yalnız yere ve göğe bak. Sabah uykulu gözleri şiş turnalara, akşam arkalarından koşan karanlığın telaşına düşmüş suskun karıncalara bak. Turnalar ve karıncalar insanı hiçbir zaman güldürmezler. Bir karıncanın ağzındaki dev fındık parçası altında ezilişine gülebilir misin? İnsanlar bir türkü tutturdular diye, oradan oraya kanat açan, yuvasız turnalara gülebilir misin? Zaten gülme diye bütün bunlar.”
“Neye yarar” dedi adam. “Evrenin sırrını çözse bilgeler, neye yarar? Yeryüzünün onca kitabı, kafesin kilidini açacak bilgiyi barındırmaz. Parlak derinin altında çürümeye yüz tutmuşsa ertelediklerin ve bunu yalnız sen görüyorsan, emniyeti açık unutulmuş bir silah kadar tehlikeli düşünceler dolaşmaya başlar beyninde. Niye bekliyorum ben? Nazlanan bir mutlak trajediyi niye beklemek zorundayım? Bütün ışıkları söndürüp, tek bir fare deliğine mum koyuyorlar. Boğula boğula cılız bir bataklık buharı gibi ayaklarımın dibine düşen ışığa ‘anne’ dediğimden beri, bütün trajik sonlarımı erteliyorum. Bu işkencedir.”
Kadın saçlarını yüzünden çekip birkaç adım ilerisindeki tabelaya baktı. Arabadan indiğinde tabela küçük fosforlu bir kolye ucunu andırıyordu. Yaklaştıkça irileşen harflere bakarken kalbi her zamankinden daha yavaş atıyormuş gibiydi. Nihayet köprüye varınca saçlarını nehrin kararsız gürültüsüne bıraktı. “Böyle mi oluyor” dedi. “Hiçbir şey hissetmiyorum. Buradan atlayınca, benimle aynı mezara girecek cesareti olmayan ne varsa bedenimden kopup gidecek. Düşüş sırasındaki o kısacık anda, hayatım boyunca olmadığım kadar özgür olacağım.” Birkaç metre geride kalan arabanın ışıkları nehrin engebeli yüzeyini dar bir açıyla aydınlatıyordu. Kadın boynunu uzatıp, köprünün ayaklarına baktı. Beton ayaklara vuran gümrah sular gürültüyle etrafa saçılıyordu. “Ya o kısacık özgürlük, çoktan ölmüş ruhumu yeniden diriltirse, ya tam suya düşeceğim sırada torunlarımın düğünlerini görmek isteyecek kadar yaşam isteğiyle dolarsam.” Suların ötesini düşündü. Gürüldeyen yüzeyin altında, planktonların kısmen renklendirdiği karanlık ve durgun derinliğin de ötesinde onu bekleyen bir cennetin olmadığını biliyordu. Başka ve bilinmeyen bir hayata kaçış, onun için kanlı bir oyunda kademe atlamaktan başka hiçbir şey değildi. Bu düşünce onu öfkelendirdi.
Adam yakasındaki personel kimliğini çıkartıp çekmecesine attı. Masanın üzerindeki fotoğrafa buruk bir tebessümle baktı. Babasıyla bir av partisi sırasında çekilmiş resmi ne diye çerçeveletip masasına koyduğunu düşündü. Koltuğunu pencereye kadar sürüttü ve ayağa kalktı. Holdingin yirminci katının penceresinde siyah bir gölge gibi dikildi. Başını dışarı uzatıp aşağı baktı. Mesai biteli çok olmuştu. Güvenlik görevlisi etraftaki devriye görevini bitirmiş, kulübedeki yerini almıştı.
“Belki de o zaman bu zamandır” diye düşündü. Aklındaki gölgelerin fısıldaştığını duyar gibiydi. Sesleri dinledi. “Evet” dedi. “Trajediler uzayan zamanla beslenirler. Artık sonumu beslemeyeceğim. Daha fazla delirip sürekli bir noktaya bakar hale gelmeden önce zaten hiç dahil olamadığım bu hayatı terk etmeliyim.” O başka bir hayatın peşinde değildi. Düşerken otuz küsur saniye içinde düşünmek istediği tek şey annesiydi. Tam ayağını pencereden dışarı atacağı sırada durdu. Biraz sonra ayağını geri çekti. Ofisin kapısını kilitleyip, panjurları kapattı. Kemerini çözerken mırıldandı: “Senin için son bir iyilik daha baba.” Aceleyle sıyırdığı pantolonunun altındaki pembe iç çamaşırını çıkarttı ve tekrar pantolonu üzerine geçirdi. İç çamaşırını çöp kutusunun en dibine sakladıktan sonra yeniden pencerenin başına geldi. Kendini tuhaf hissediyordu. Kilisede dinlediği vaazlar aklına geldi. Bugüne kadar kendine itiraf etmemiş olsa da, Tanrının gazabından daima korkmuştu. Babasının iki gün önce Abbaz Nazeri’nin cenazesinde kulağına fısıldadığı sözleri düşündü. Tanrı onun ruhunu beklettiği kavanoza kazara çarpmış ve henüz harekete hazır olmayan ham beyin hücreleri birbirine karışmış olabilirdi. Öyleyse daha doğmadan belirlenmiş bir yazgı için suçlanan neden Tanrının yerine kendisiydi?
Kadın başını göğe kaldırıp “Allah’ım” dedi. “Yazarın dediği gibi “Çok eğlendim. Teşekkür ederim.” Köprünün gri demirlerine tırmandı. Gelip geçen arabaların kornalarını duymuyordu artık.
Adam bir kere daha başını pencereden uzattı. “Ya otuz saniyeden uzun sürerse” dedi. Bir anda, tahammül edemediği sonsuz ve delirtici kafesi unuttu. Saklı yaşantısını, babasının tükürür gibi bakışlarını, aklında gezinen gölgeleri…unuttu. Elini çimdikledi. “Acıyorum” dedi. “Acımak kuvvetli bir duygu. On altıncı katta pişman olmak var. Belki de mutlak trajedinin zamanı şimdi değildir.” Kendine kızdı, kendini sevdi, kaşlarını çattı, gülümsedi…Sonra pencereyi kapatıp sandalyesine geri döndü. Çekmeceden çıkarttığı küçük bir şişeyi başına dikti. Alkol her zaman uykusunu getirirdi. Aklındaki karmaşık düşüncelerin bir yerinde gözleri kapandı. Kendine geldiğinde gün ağarmak üzereydi. Ellerine baktı, bedenini yokladı. Altında iç çamaşırı olmadığını fark edince gece olanları düşündü. Çöpün en dibine sakladığı çamaşırını çıkartıp giydi. Kapıdan çıkarken kararlıydı. “Yarın kesinlikle bu iş bitecek.”
Güvenlik kulübesinden televizyonun sesi geliyordu. Nedense ses duyduğuna sevindi. Kravatını bağlarken bir yandan da televizyona bakan görevli, onu görünce ayağa kalktı. “Bay Jorge, sizi fark etmedim. Ne zaman geldiniz?” Jorge cevap vermedi. Televizyondaki genç kadına bakıyordu. Görevli eliyle kadını işaret ederek “Bizim memleketten haberler” dedi. “Yazık ki genç bir kadın intihar etmiş.” Jorge adama gayri ihtiyari gülümsedi, kapıdan çıkarken dün geceyi bir kere daha düşündü. Arabasına binmeden önce başını kaldırıp yirminci kattaki ofisine baktı.
A. ENGİNDENİZ
YORUMLAR
çok güzelbirhkaye okudum ama intihar eden kadın yani İranlının karısı zannediyorum yada kızı jorge arasında bir bağlantı var bence adam neden iççamaşırını çıkardı kırmızı diye ve ölünce babası iççamaşırını görecek yine kızacaktı zannedersem adam cinsel tercihleri farklı bence ve 20.kattan atlayınca 30 saniyeden az sürüyor zannedersem 5 saniye falan ve insan yere düşene kadar kalbi duruyormuş zaten
sevgiler sizi okumayı seviyorum
Aynur Engindeniz
Teşekkür ederim okuyup değerlendirdiğiniz için. Beni mutlu ettiniz. Sevgimle.
Nedense konuşulan sözlerin arkasını irdelerim ,neden bisiklet pembeye boyayınca baba o kadar tepkiseldir ,acaba bunun altında yatan neden ,oğlunun iç dünyasında sapkınlık mi gördü ,yani pembe genelde kızlara yakıştırılan bir renk dünyası / Tuhaf tabii babanın tepkisi
.
Sevgiler toprak
Bu öykü Inarritu filmlerinde hayran olduğum muhteşem kurgu tekniğinin zevkini yaşattı bana. Aynur Hanım siz dizi senaryosu yazsanıza, çok başarılı olacağınıza eminim. Çünkü yazılarınız sayfada kalmıyor, zihnimizde bir sürü film sahneleri yaratıyor. Sizi en etkili kılan taraf bu bence. Ellerinize sağllık.
''“Allah” dedi gülümseyerek. “Baştan aşağı pembeler içinde bir erkek çocuğu.” Baba hiç konuşmadı. Nazikçe misafirinin koluna girip sinirli adımlarla taş yolu adımladı. Saatler sonra Bay Nazeri’nin ardından dışarı çıktı.''
armut dibine düşmüş ... ve bu kez düştüğü daldan daha dürüstmüş ...
iki farklı hayat ... iki farklı dünya
dikkatimi çeken ... kiminin yapabildikleri, bir diğerinin ''iyi ki yapamamışım''ları oluyor bazen ...
gülkurusu tarafından 9/14/2012 5:57:46 PM zamanında düzenlenmiştir.
Kelimelerin gücü adına :)
Birbirine hiç benzemeyen ama nedense hep aynı paralellerde keşişen, benzeyen, yaşanan hayatlar. Özgürlük sandığımız yahut yaşam dediğimiz şey bir kafesten mi ibaret sorusunu akla getiren satırlar.
Tabuların, dayatmaların insanı can denilen o kafesin kapılarını açmaya zorlamasının psikolojik bir anlatımını okudum kendi algım yeterliliğince. Ve yine her zamanki gibi çok beğendim.
Artık seni anlatacak hiç kullanılmamış cümlelerim yok gözümün nuru.
Kutluyorum kalben. Eline, yüreğine sağlık.
Çokça sevgimle...
öncelikle ne zamandır sizi takip ediyorum bilmiyorum ama işte o zamandan bu zamana okuduğum yazılarınız içinde en beğendiğimdi..bunu söylemeden geçemeyeceğim..
izlenimlerime gelince...
büyükanne belki de artık 'büyük' olduğu için görmeyi sevmiyordur,kolayına geliyordur..çünkü gerçekleri görmek insanı hakikaten yoran bir eylem:(
jorge..nasıl da güzel bir örnekti..çocukluğumuzda yaşadığımız iyi-kötü ne varsa..o kadar önemli ki kişiliğimizi şekillendirmede..işte bu çocuk için de 'büyük adam' olduğunda bile babasına kafa tutar gibi ama bir yandan da hala içinde o pembe utancı..insan neden pembe iç çamaşırı da ,pembe bir pantolon veya kravat değil demekten de kendini alamıyor..
ve son olarak..ben burda bunları yazarken Dünya'da neler oluyor..başkaları napıyor..hep merak etmişimdir..biz insanlar,doğru çok komplex yaratılmışız ama bir o kadar da hepimiz insanız..her birimizde aynı hisler,aynı düşünceler..birimizin düşündüğünü,senaryoladığını diğeri işler...
saygılarımla sevgili yazarım..