- 693 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
UMUT YAĞMURLARI
UMUT YAĞMURLARI
Çocukluğumda her seferinde bizim mahalleden bir kamyonun bir yığın insanı sırtına alıp da ne amaçla nerelere götürdüğünü düşünürdüm.-Evet hep düşünürdüm bunu; koca bir kamyon ve insan yığını… Mevsimlerin ne anlama dahi geldiğini bilmeden o zamanlar alışıp kaybetmenin beni ne kadar üzdüğünün farkına varıyordum. Çıplak ayakla tozların içinde hayatın tokatlarına rastlamadan daha. Özgürlüğün tadını çıkarttığımız tüm oyun arkadaşlarımı ne için götürdüklerini düşünüyordum. Onlar benimdi bana aitlerdi, düşdaşlarımdı. Gök kuşağını yakalamak isteyen küçük yoldaşlar!
Ve onlarla gitme isteğim…
Doğanın kendini yenilediği zamanlarda kamyon geliyordu. Her bahar yeni gürleşmiş bir ağaç oluyordum, sevdiklerini anne gibi koltuk altlarında barındıran bir ağaç. Ama şatafatında sarhoşken güzelliğimin, kamyon acılarıma aldırmadan tüm dallarımı koparıp götürüyordu. Ben işte her bahar böyle çıplak bir yalnızlıkta kalıyordum ve çıplak gövdeme bir kuş olsun beklemeye başlıyordum. Böylece bütün yazın kocaman kamyonun götürdüğü o küçük yoldaşlarımı beklemekle geçiriyordum. -Aman Allah’ım bir çocuğun bekleyişinin ne demek olduğunu anımsıyorum şimdi; koca bir yalnızlık. Elimde bir yığın taş kamyona küfrederek dereye atıyordum. Bu benim her akşam vakti yalnızlık eylemimdi, sövme eylemimdi kamyona. Yüzme bilmeden tek başıma dereye girer, bazen de bilerek kendimi boğmaya çalışırdım. Düşünürdüm uzunca! Peki ya sonra? Ya sonra onlar gelirse? Neyse ki tüm yazımı bahçedeki kavak ağaçlarını sulamakla geçiriyordum…
Şırnak doğumluydum ama bajarî 1 değildim. Merak etmeyin. Mem û Zîn’i birbirine kavuşturmayan o uğursuz ve soysuz Beko da değildim. Ne çingeneydim ne de şehrin yerlisinden. Ben aslında yeri yurdu bu dağlar olan bir göçebeydim, koçer’dim. Yani onlardan bir farkım yoktu ama kamyonun beni onlarla neden götürmediğini tabi çok sonradan anlamıştım; bir aziz gibi yetiştirilmiştim çünkü. On kızdan sonra benim doğmam bir aziz olmama pekâlâ yetiyordu. Nusaybin’e zorunlu göçten sonra okula başlamıştım, şanslıydım küçük yoldaşlarıma karşı. Mahallede benden başka birkaç kişi tek okula gidiyordu onlarda bıraktılar zaten. Mahalleye adım atarken önemli biri gibi hissediyordum kendimi bir mîr2 gibiydim bu koca egoyu hak ettiğimi düşünüyordum. Ama okulda rezildim, dayak yiyordum öğretmenimden çünkü bir aziz Türkçe konuşup yazamıyordu. Babamın ölümünden sonra daha çok sevilmeye layık görülmüştüm ablalarım tarafından. O kadar korunuyor ve seviliyordum ki kendimi tutsak gibi hissediyordum bazen. Peki, herkesin beni gördüğü anda yüzlerinde beliren merhamete ne demeli? Nedenini bilmiyordum çünkü yetimin de ne demek olduğunu bilmiyordum. Ailede bir ölümün erken gelişi beni pek etkilememişti hatta kahramanımın bir daha olmayacağını ölümünden bir sene sonra anlamış ve o zamanlar daha yeni yeni ağlamaya başlamıştım. Azizdim ve de yetim. Bu yüzden beni götürmüyorlardı çünkü ağır işlerde çalışmamı istemiyorlardı. Böylece yazlarım bahçemizdeki kavakları sulamakla geçerdi, yalnız, tutsak ve içine kapanık… Zamanın bırakmışlığına veriyordum kendimi ve bunun benim yazgım olduğunu kabul ediyordum… Her bahar bir hüzün getiriyordu kendisiyle. Gidişlere mi ağlasaydım, tutsaklığıma mı yoksa da elimden bir daha tutmayacak bir babaya mı?
Nedenlerinin farkına varmıştım artık gelenek haline gelen gidişleri. Evet, bu bir tatil ya da benim düşlediğim kır gezileri değildi. Bütün meselenin ekmek parası olduğunu anlayacak yaştaydım artık. Ama bir hüzünlü bahar daha istemiyordum. Bende katılmak istiyordum küçük yoldaşlarıma ve bende katılmak istiyordum olmayacağını bile bile korkmadan hayaller kuran genç kadınlara.
Gidiyordum artık…
İlk defa uzun bir yolculuğa çıkıyordum. Yolculuk sırasında şaşkınca etrafıma bakıyordum. Yeni yerler görüyordum. Bir an önce küçük yoldaşlarıma kavuşmayı istiyordum. İtiraf etmeliyim ki yoldaşlarımı özlerken bir yandan da onları çok kıskanıyordum. Çünkü hiç denizin kokusun bilmiyordum. Hem deniz de görmemiştim ki zaten. Bana denizi anlattıklarında tüm sevincim gidiyordu diyebilirim…
Adana’ya gidiyordum tuzla diye bir beldeye. Gelecek yedi yılın yaz aylarını onlarla geçirecektim. Aziz artık bir amele olacaktı.
Bütün mutluluğumu, uzun, pis bir kanal boyunca kurulmuş çadır kentleri gördüğüm yerde bıraktım. Gözlerim görebildiğince çadır görüyordu. Ağladığımı hatırlıyorum o zaman. Kaçmak istiyordum ama nereye. Peki ya düşdaşlarım ne olacaktı, peki ilerde onlar için intihar etmeyi düşüneceğim kadınlar ne olacaktı. Ağlaya ağlaya çözülen bağlarımı düğümleyerek varmıştım akrabalarımın kaldığı ÇADIR KENT 3 e. Ağlıyordum, çünkü bir aziz bu pis yerde yaşayamazdı.
Zamanın tekmeleriyle beraber alışıyordum artık 40 derece sıcaklığın ( batasıca nemiyle beraber) altında, sabah beş ten akşam saati belli olmayan günlere. Alışıyordum yapış yapış olmuş domates tarlalarında çalışmaya. Ve alışmıştım artık çocuk umutlarımı vücudumda aktığım her damla terde yitirmeye. Aziz de değildim artık. Nasır tutmaya başlamış kapkara bir yüz, sıcaktan uyulmayan gecelerde sıçan ve yılan korkusundan battaniyeyi her tarafına sardıran kapkara bir korkak. Korkak tütün oluyordum battaniye içinde; kendim sarar kendim yakardım vücudumu geceleri. Küllerimi de sabahları bilmem hangi patronun tarlasında topluyordum. Bir mevsimlik işçisiydim ve her terimde yok oluyordu umutlarım. Acıya acıya, genzimi düğümleyerek diğer işçiler gibi.
Yedi sene boyunca okulun bitimine bir ay kala Adana’ya onların yanına gider okul açıldıktan bir ay sonra eve dönerdim. Kurtarıyordum kendimi. Kurtuldun diyorlardı. Kışı evde geçirir, sakin ve çalışkan bir öğrenci oluyordum. Baharları umursamıyordum artık babamın sesini unutmuştum. Mutluydum onların yanında olmadığım için. Çadırlarda, sıçanların, yılanların, sıtma olmuş insanların arasında olmamak beni mutlu ediyordu. -O ilkel ve cahil insanların yanına gitmek istemiyorum- diyordum kendi kendime. Bencilliğimi, kıskançlığımı, gücü ve zaferimi kutluyordum. Bu çirkin duygular her insanda olduğu gibi bana da işlenmişti ve hayatımın sonuna kadar benimle yaşayacaklardı.
Ben kurtulmuştum. Cahil kalmayacak büyüyüp ‘her neyse’ olacaktım. Tarlalarda çalışmayacak, rahat bir gelecek yaşayacaktım. Peki ya küçük yoldaşlarım, peki ya yaşlılar ve genç kadınlar? Lise yıllarımda okudukça daha iyi anlıyordum kamyon şoförünün aslında devlet olduğunu. Bunun bir yazgı olmadığını kavrayabilecek yaştaydım. Bu insanları bu duruma mahkûm eden ancak bir devlet olabilirdi. Doğru bir tespit olduğuna inanıyordum. Çünkü o insanlar yurtlarından, bostanlarından, geleceklerinden, umutlarından sürülmüşlerdi. Emekleri ve ekmekleri yakılmıştı. Umudu unutmuşlardı o insanlar ve umudu unutacaklardı küçük yoldaşlarım.
Artık ne onların yanında ne de okulda olmak istiyordum. Mutluluğum hala o ilk bıraktığım yerdeydi. Şimdi bile çadırlara ziyaretlerim sırasında ağladığım o yerde biraz durur, sigara tüttürür, bazen de göz çukurlarımı doldurmak için çaba sarf ederim. Niye yazdığımı hala anlayamadığım notlar tutarım orda. Bilmiyorum belki bir gün intihar edersem bırakacaklarım arasında bu anlamsız ve yorgun notların bulunmasını da isterim. Gerçi bıraksam ne olacak. Hem insanlardan bir velhasıl kelimesi kâfi o zaman.
Okudukça okuyordum. Bir şair oluyordum sıkılır bir yazar bazen de müzisyen, sanatçı ressam. Her bir şey oluyordum. Devlet olduğum zamanlar da oluyordu. Okudukça kamyon şoförünü daha da tanıyordum artık. Yaz tatillerinde onların yanına gittiğimde (mevsimlik işçi unvanını boynuma takarak) – bu insanlar nefes alan birer cesetten başka bir şey değiller- diye düşünüyordum kahrolarak. Sohbetlerine pek katılmıyor, onlarla da gezmiyordum. Her sabah beşte kalkar kamyonun kupasına tırmanır bir tütün sarardım. Yorgunluktan nasıl paydos vaktinin geldiğini de bilmiyordum. Aslında paydos ya da domates kasaları umurumda da değildi. Hazır yorgunluktan felç olmuş vücudumu hissetmezken patronların gözleri doysun diye tarlayı bitirmek istiyordum. Böylece diğer günler çalışmayacaktık. Ama amelenin yevmiyeye ihtiyacı var, hem patronlarında gözleri hiçbir zaman doymazdı. Sadece tek ümidim yazın ortasında Adana da bir yağmurdu. Ancak öyle dinlenebilirdim gün boyu. Üç ay boyunca içime kapanıyordum. Yoldaşlarımla eskisi gibi güzel vakitler geçiremiyordum. Yüzlerine baktıkça üzülüyordum –bu insanlar nasıl bu halde bırakılmışlar- diye düşünüyordum. Yüzlerine baktıkça birilerini cezalandırmaya gücüm yetmediği için intihar etmek istiyordum. Ben okudukça onların arasında yalnız kalıyordum. Paylaşacak hiçbir şeyim yok denecek kadar azalıyordu. Geneli okuma yazma bilmiyordu. Bir kitaptan bir şiirden bir gazeteden bir sosyalizmden nasıl bahsedeyim şimdi. Olimpiyat nedir bilmezlerdi, sanatın ne demek olduğunu sormak istediğinde! –tarlayı sulayan yeni bir araç mıdır- derlerdi sana. Bilim nedir bilmezlerdi; bir uçağın havada durmasını Allah’ın hikmetine, gücüne bağlarlardı. –yarın hangi gurup hangi patronun tarlasına gidecek? Acaba yarın erken döner miyiz? Acaba yarın kaç kamyon domates toplayabiliriz? Acaba akşam yemeğinde ne var? Acaba çok paramız olacak mı evlenmek için? Falanca patron bize iyi davranıyor işçilere hiç küfür etmiyor - diye. Hele o on altı on sekiz yaşındaki kızların evde kalma korkuları! –Yaz boyu peçeli gezeceğim kararmamam gerek, yoksa kim beni alır ki. Acaba yarın sevdiğim erkek bizim gurupla gelecek mi? Yarın ne giysem tarlada?-diye. Yaşamları hepsi buydu. Başka ne düşünebile bilirlerdi ki. Karşımdakiler etten robotlardı, bunu iyi gözlemlemiştim. Robot bırakılmışlar, cahil bırakılmışlar. Düşünme yetileri alınmıştı onların. Yevmiyeden ve yarınki işten başka bir şey düşünmüyorlardı… Onları o halde gördüğüm her an intihar etmek istiyordum yüz bin defa. Çünkü kendimi bir suç ortağı gibi hissediyordum. Onlar için hiçbir şey yapamıyordum. Dayanamıyor etlerimi parçalamak istiyordum ama intiharımı bile anlamazlardı ki. Dedim ya her şeyleri alınmıştı o insanların. Her olayda belde halkının saldırıları da eksik olmuyordu. Asker ölümlerinden sorumlu tutulurlardı çünkü. İşin trajikomik tarafı ise bu insanların gündemi takip edecek ne halleri vardı ne de bir televizyon, bir radyoları vardı. Kaçmak istiyordum her şeyden. Bazen o pis kanalın kenarına gider ve suya bakardım. Tüm o insanları suda boğulmuş halde görüyordum. Yüzleri, bedenleri yosun tutmuş, sanki yüz senelik cesetler gibiydiler. Bir aziz öyle acı çekiyordu ki her gece dua ederdi sabahı görmemek için. Bir türlü ne kaçmayı becerebiliyordu ne de intihar etmeyi.
Katil olmak istiyordum. Onları ‘’düşünemeyen etten insan’’ haline getiren katilleri öldürmek istiyordum. Sürülmüşlerdi yurtlarından kültürlerinden. Bir ekmeğe muhtaç bırakılmışlardı. Bu insanlar sadece ekmek parası korkusuyla yaşamışlar, onlardan nelerin alındığının farkında bile değillerdi. Mesele ekmek parasından da çıkmıştı ve birilerinin onlardan çok şey aldıklarını unutmuşlardı.
Keşke mesele 40 derece sıcaklığın altında gece-gündüz çalışmak olsaydı keşke mesele bir intihar bir sıçan ısırığı olsaydı. Keşke mesele on üç saatlik bir çalışmadan sonra üç kuruşluk bir yevmiye olsaydı. Kamyon şoförünün onlardan neler aldıklarını biliyordum artık. Tüm hayatları o iğrenç tarlalarda geçecekti üç kuruş için ve hiçbir gelecekleri olmayacaktı. Gençlerin sevda dedikleri duygular onların bilinçsizce evlenmelerine neden oluyordu. Ergenlikten yeni çıkmış gençlerdeki cinsel dürtüler ve eş bulma güdüleri onlarda sevda yaratıyordu. Amcakızına âşık olma ya da teyze oğluna âşık olma durumları. Çünkü hep akrabalar ve etraflarında sadece o dişiler ya da o erkekler vardır. Kocaman arabesk bir gelecek…
Çukurova üniversitesini kazandıktan sonra işçilerin yanlarına gidiyordum bazen. Bir gün çocukluk arkadaşımı bir ay bende kalması için misafir ettim. Öğrenci ortamını görüyordu kadın erkek yardımlaşmalarını görüyordu. Bir ay boyunca şaşkındı hep gezdiriyordum onu. Hep susuyordu ama mutluydu. Hayatında ilk defa güzel yerler görmüştü, üniversite ortamı görmüştü. O anlamıştı artık bir adaletsizliğin olduğunu. Pazarların önünden geçerken sanki küfrediyordu içinden suratı bir garip oluyordu. Yüzüme bakıp – bu domatesleri bu insanlar için topluyorum- diyordu. Benim yanımdan mutsuz ayrılmıştı. Bir yıl geçmeden intihar haberini duydum. Çadır kentlere yakın bir köy mezarlığında asmıştı kendisini. Yanımdayken ulaşamıyordum ona hem korkuyordum pek soru sormaya incineceğini hissediyordum. Bazen de yani hala bile kendimi suçlu hissediyorum sanki. Onu getirmemeliydim diye. Çünkü umudu unutmuşken, umut onun önüne paramparça gelmişti ve sanırım bundan kurtulmaya gücü yetmedi. O pis kanala, o sabahtan akşama kadar tepindiği uçsuz bucaksız tarlalara gitmek itemiyordu. Bunu bana birkaç defa söylemişti. Çünkü öyle bir gelecek istemiyordu, çünkü bir defa daha lunaparka gitmek istiyordu, bir defa daha gece ışıklı caddelerde elinde çekirdek yaşıtlarıyla sabaha kadar yürümek istiyordu. Bir defa daha sinemaya gitmek istiyordu. Mesele sadece bir ekmek parası değildi, mesele sonuçlarıydı. Belki o genç kızlarda okumak isterlerdi. Dünyayı görmek, belki bir Simone’den bir Virginia’dan etkilenmek, belki bir Kahlo gibi sanatçı olmak isterlerdi. Belki de hiç sıkılmadan sabahlara kadar Holden’in Ce Que Je Suis şarkısını dinlemek isterlerdi…
Peki ya benden neler aldılar? O insanların hepsini. O insanların hiç bilmeyecekleri umutlarını da aldılar benden. Ama hala nefes alabiliyorum ve hala düşlere dalıp küçük yoldaşlarımla gök kuşağını getirecek yağmurları bekliyoruz…
1 bajarî: şehirli demek. Kürtler arasında Cizre de yaşayan insanlara verilen isimdir.
2 mîr: Cizre ve çevresinde eskiden nüfusu oldukça fazla olan aşiret beylerine verilen isimdir.
KOÇER ÖZCAN
Eylül 2012
ADANA
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.