- 885 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MUKADDERAT
Okuyacağınız öykü hemen her yazınsal çalışmamda olduğu gibi her sözü söylenmiş her karesi yaşanmış ve özenli bir araştırma sonunda kağıda dökülmüş mevsimsiz yaşamların gerçek öyküsüdür.
***
İstanbul’’un eski semtlerinden birinde yaşanan bu ölüm karası sessizlik ahşap binanın karalığından daha karaydı.
“Allahaısmarladık anne. Hakkını helal et. Güler önce Allaha sonra sana emanet.”
Nakiye Hanım genç kadının titreyen dudaklarından dökülen ne kor misali bu sözlere ne uzattığı eline bir karşılık verdi.
Onun yerine tren yoluna bakan iki kanatlı pencerenin yarıya kadar çekilmiş kuş ve çiçek motifleriyle bezeli el örgüsü perdesini ucundan tutup büsbütün kenara çekti gidebildiği kadar.
Aynı anda rayları yutarak geçen banliyö treninin keskin düdüğü usulca kapanan dış kapının sesini büsbütün ört bas etti.
Kendinden desenli gümüş grisi eşarbının altından alnına düşen koyu kahverengi saçları ağı çanağına dönmüş gözlerinin rengiyle aynı renkteydi.
Maharetli ellerinden çıkmış koyu gri pardesüsü sonbahar mevsiminin hesapsız hüznüyle sarıp sarmalamıştı incecik bedenini.
Kalın çoraplarının altına giydiği kısa ökçeli siyah ayakkabılar kara talihine attığı ilk adımların habercisiydiler sanki.
Bir elinde siyah çantası diğer eliyle başında ponponlu kırmızı kukuletası ve sırtında dizlerine kadar inen aynı renk el örgüsü giysisiyle yanında yürüyen iki yaşlarındaki sessiz kızının minicik elini kavramıştı sıkı sıkıya.
Bahçe kapısından çıktı. Son bir kez dönüp bakmadı bembeyaz gelinliğiyle girdiği evin yılların kararttığı yüzüne.
Ardında kendisinden geriye acı bir bakış izinin kalmasını bile istemiyordu belli ki.
Nakiye Hanım ne çöken akşam karanlığının farkında oldu. Ne okunan ezan sesini ve ne de rayları yutan trenlerin düdük seslerini işitti.
“Babaanne biz geldik” diyen torunu Güler’ in sesi bile onu kendine getiremedi.
Saatlerce oturduğu divanda donup kalmıştı adeta. Tüm duyuları işlevini yitirmiş gibiydi beyniyle birlikte.
Kızının arkasından odaya giren Hikmet Bey bir süre annesini seyretti. Daha sonra el örgüsü perdenin altındaki keten perdeyi çekti. Odanın ışığını açtı. Kızını kucağına alıp odadan çıktı.
Hikmet Bey İstanbul’un ünlü fabrikalarının birinde ustabaşıydı.
Fabrikada onu güzel ahlakı işindeki gayreti ve bilgisiyle tanıyıp sevmeyen yoktu.
Ağır başlılığı evine olan bağlılığı ise ayrı bir takdir konusuydu herkesçe.
Annesinin bir ahbabının aracılığıyla tanımıştı Mukaddes Hanımı.
Her iki aile de bu evliliği onaylayınca fazla beklemeden dünya evine girdiler sessiz sedasız.
Mukaddes Hanım anne ve babasını küçük yaşlarında kaybetmişti. Kendisine anne ve babalık yapan teyzesiyle eniştesi tarafından büyütülmüştü ilgi ve şefkatle.
Becerikli hamarat sessiz ve iffetli bir genç kız olarak bilinip seviliyordu oturdukları İstanbul’a yakın bu küçük kasabada.
Yirmi yaşında gelin geldiği bu evde kayınvalidesine gerçek bir kız evlat. Kocasına örnek gösterilen bir eş. Çocuklarına emsalsiz bir anne olmuştu.
Terziliği oturdukları semtin diline destan olmuştu. Kocasının takım elbisesinden en ağır model gelinliğe kadar hepsi onun o maharetli ellerinden çıkıyordu.
Dışarıdan gıptayla seyredilen bu evlilik kim derdi ki sekiz yıl sonra ve Mukaddes Hanımın evden ayrılışından bir hafta önce tıpkı evlilikleri gibi yine sessiz sedasız sona erecekti.
Fabrikanın güvenilir ağzı sıkı avukatlarından Fahri Bey bir celsede halletmişti boşanma işini tarafları mahkemeye götürmeden.
Hikmet Bey’in bu isteğini duyduğunda kulaklarına inanamamıştı. Tüm karşı çıkmalarına ve boşanma sebebini öğrenmek istemesine rağmen Hikmet Bey’in ağzından Mukadderat
sözünden başka hiçbir söz çıkmadı.
Başta annesi olmak üzere bu ayrılığın nedenini sormaya cesaret eden herkese hep aynı cevabı verdi. Mukadderat…
Mukaddes Hanım bir süre teyzesinin yakın ahbabının Samatya’ daki evinde kalmış ardından eniştesinin kolunda beyaz gelinliğiyle çıktığı kasabadaki teyze evine yirmi sekiz yaşında ve yanında küçücük kızıyla geri dönüyordu şimdi.
Teyzesi Mukaddesim dediği kızının içini okumuş gibi ona bu ayrılık hakkında hiçbir şey sormadı.
O da yakın zamanda kaybetmişti kocasını. Çocukları olmamıştı. Mukaddes Hanımın kızıyla birlikte yanına dönmesini kendisine Allah’ın bir lütfu saydı için için.
Genç kadın teyzesinden devir aldığı terzilik mesleğini Terzi Mukaddes namıyla sürdürürken bir yandan. Diğer yandan kızı Çiler’i büyütüyordu bin bir emekle.
Bu ayrılığın nedenini soranlara ise Kader…diyordu yalnızca. Kader...
***
Henüz dört yaşına yeni basmış olan Güler anne ve kız kardeşinin gidişlerinin ardından epey gözyaşı dökmüş babasına ve babaannesine onların nereye gittiklerini ve ne zaman döneceklerini defalarca sormasına rağmen hiçbir cevap alamamıştı.
Geçen süreçte bu soruları o çocuk belleğinin gizli köşelerine mi saklamıştı usulca yoksa büsbütün unutup gitmişiydi bilinmez.
Ta ki ilkokula başlayıp da eline aldığı Alfabe kitabında o aile resmini görünceye kadar.
Hemen babaannesine koşmuş “Sen benim annem değilsin. Bak bu resimdeki anne senin gibi yaşlı değil. Babam gibi genç.” diyerek çakmak çakmak yanan simsiyah gözleriyle babaannesinin üstüne yürümüştü adeta.
“Akşam baban gelsin. Ona sorarsın olur mur kızım” demekle yetindi babaannesi.
Babası gelinceye kadar Alfabedeki resimden gözlerini ayırmadı. Babası kapıdan girer girmez de “Ben bu resimdeki gibi bir anne istiyorum!” dedi.
Babası düşmemek için kapının tokmağına tutundu.
Kızıyla göz göze geldiğinde ise anlaını çözemeyeceği ifadelerle harelenmiş bu bakışları ömrünce hiç unutmadı.
O günden sonra eve gelen gidenlerin sayısı arttı. Her gelen elinde bir resim Nakiye Hanımla karşılıklı kahvesini yudumlarken fısır fısır konuşup gidiyordu.
Bir akşam babası Güler’i kucağına oturttu. Elindeki birkaç resmi kızına verdi.
“Bak bakalım. Bunlardan hangisinin annen olmasını istersin kızım?” dedi.
Güler her birini yetişkin bir insan tavrıyla inceledi.
Sarı saçları ondüleli dudağı rujlu tıpkı fotoğraftaki kadında olduğu gibi boynunda inci kolyesi olan gülümseyen bir kadın fotoğrafını seçti içlerinden ve büyük bir kararlılıkla babasına uzattı.
“İşte bunu!” dedi.
Babası kızının bakışlarından bir kez daha ürperdi.
***
Hikmet Bey iki gün sonra nikah sırasında giyeceği takım elbiseye uygun kravatını elinde bağlarken eski radyodan yayılan şarkıyı duyunca irkildi.
Elini hızla radyonun düğmesine uzattı kapatmak için. Oysa tam tersini yaptı. Neredeyse sonuna kadar açtı.
“Bensiz ey gül gülşen-i âlemde mey nûş eyleme andelîb-i aşkını hasretle hâmûş eyleme”
Gözlerinden sel gibi akan yaşların sessiz feryadı şarkının feryadını bastırmıştı.
***
Hikmet Bey ilk evliliğini kendisiyle yapan Sevim Hanımdan iki çocuk sahibi oldu.
Güler kendi seçimi olan hem Sevim Hanımı hem kardeşlerini çok sevdi.
İlkokul orta ve lise tahsilini okul birincisi olarak tamamladı. Eczacılık Fakültesini yine gözde bir öğrenci olarak bitirdi.
Ve aynı yıl mesleğinde başarılı kişilik sahibi yakışıklı genç bir mühendis babasının kolundan teslim aldı gözleri ışıl ışıl parlayan Güler’i…
İlerleyen zamanlarda hem açtığı Eczanesini hem evini ustalıkla çekip çeviriyor iki çocuğunun üstüne titriyordu Güler Hanım.
Kocasıyla ise flört eden iki sevgili gibiydiler. Gülen gözleri şen kahkahaları annesinin terziliği gibi ün salmıştı çevreye.
Lakin bütün bunlara karşılık öyle bir yürek yarası vardı ki kimsenin bilediği…
Ne eczanesindeki ilaçlar ne psikologlar merhem olamıyordu onun bu yarasına. Okuduğu manevi kitaplar katıldığı sohbetler bile dindirmiyordu çektiği acıları.
İlkokulu bitirdiği yıl yakın bir akrabaları anlatmıştı annesinin evi terk ettiği günün hikayesini ona.
Ve o günden sonra anne ve kardeş özlemi yerine büyük bir kırgınlık kızgınlık ve hatta kin beslemekteydi yüreğinde önleyemediği. Başa çıkamadığı.
“Beni neden götürmedi? Ya ikimizi de götürseydi ya da ikimizi de bıraksaydı. Demek ki kardeşimi benden daha çok seviyormuş.” düşüncesi perişan ediyordu onu için için.
Annesinin defalarca kendisini görmek isteğini yıllarca ve ısrarla ret etmiş. Araya giren yaşlı yakınlarının yalvarmalarına zerrece kulak vermemişti.
Günlerden bir gün çalan telefonu açtığında yabancısı olduğu bir ses “Ben Çiler. Annemiz Cerrahpaşa Hastanesinde. Durumu çok ağır. Eğer görmek istersen…”
Ardından acı bir hıçkırıkla kapandı telefon.
***
“Ben seni hiç bırakmak istermiydim Güler’im. Ama birinizi yanıma almak zorundaydım. Çiler’imi aldım.
Çünkü o hem senden küçüktü hem onun senin kadar zeki senin gibi becerikli olamayacağı belliydi.
Şartlar ne olursa olsun sen kendini kurtarırdın benim gözümde. Hem sonra başında babanla babaannen vardı. Gözüm arkada kalmayacaktı büsbütün.
Tahmin ettiğim gibi de oldu. Senin her şeyinden haberliydim ben yavrum. Seninle iftihar ediyorum kızım. Allah ağzının tadını bozmasın inşallah.
Ama Çiler’imin çilesi bitmedi.
O da benim gibi göz nuruyla kazanıyor ekmeğini.
Evlendi. İki yetimiyle baş başa şimdi. Kocasını trafik kazasında kaybettik.”
Başındaki ince beyaz tülbent gibi incecik ve bembeyazdı yüzü. Küçülmüş fersiz gözlerinden durmaksızın akan gözyaşlarıyla kesik kesik anlattı bunları baş ucundaki Güler’e.
Çiler anne-kızı baş başa bırakıp çıkmıştı odadan.
“Anneler çocuklarının başında olsalar da bir gün bırakıp giderler o ilahi emir geldiğinde.
Eğer ziyaretime gelmek istersen TERZİ MUKADDES yazılı taşı kime sorsan gösterir kızım…”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.