GÖLYAYLA KÖYÜ
GÖLYAYLA KÖYÜ
Sabah güneşi, ufuktaki bulutları kızıllaştırırken, tepelerde kayaları yalayan rüzgârın uğultusu, hırçın akan ırmağın şırıltısına karışıyor, gürül gürül akan sular Karadeniz’le kucaklaşmak için can atarken, çam ağaçlarıyla kaplı köyün üzerini örten sis perdesi yavaş yavaş dağılıyordu. Deniz seviyesinden metrelerce yükseklere kurulmuş Gölyayla Köyü’nün tahtadan evleri belirginleşirken, kovanlardan çıkan arılar dağ çiçeklerine doğru uçuyor, yöre halkı yeni bir güne merhaba diyordu.
Köyün dört bir yanını kaplayan, etrafı sislerle kaplı yalçın dağlar, insanda bulutlara değecekmiş hissi uyandırıyor, yatağında coşkuyla akan ırmak, kayalara çarptıkça beyaz köpükler saçarak, yosun tutmuş kayalardan çağlayarak atlıyordu.
Yer yer iki kola ayrılan soğuk sular, ortada adacıklar oluşturuyor, bu adacıklar çam ağaçlarından görünmüyordu. İğne yapraklı ağaçların diplerini geniş yapraklı otlar, otların üzerlerini de kuruyarak dökülmüş çam yaprakları kaplamıştı.
Otların arasında, kendiliğinden büyümüş küçük ve kırmızı hantlar, likapalar, dağ çilekleri, göz kamaştırıyordu. Vadinin yatağında döne döne akan ırmak, kenarlarda bulunan göğe yükselmiş kayalara çarparak çatlaklar oluşturuyor, çakıl taşları sığ kenarlarda cam gibi parlıyor, hızla akan ırmak, önüne kattıklarını Karadeniz’e ulaştırmaya çalışıyordu.
Karşılıklı uzanmış iki dağın arasında kıvrılarak akan ırmağın şırıltısı, Ovit dağının yamaçlarına yayılmış köy evlerinin olduğu yerlere kadar ulaşıyor, ırmağın çıkardığı şırıltılı türküler, bu dağ köyünün en ücra köşesinden bile duyuluyordu. Köyün derme çatma evleri, mimarisi olmayan basit birer yapılardı. Köy halkı, yamaçlara gelişi güzel yayılmış, dededen kalma bu evlerde oturuyor, evlerin girişini ahır olarak, üs katı barınma olarak kullanıyordu. Zemin katın tavanına çakılan tahtaların aralıklarından yayılan gübre kokuları üst katta bulunan evin içerisine doluşuyordu.
Tan yeri ağarırken, yorgun bedenli çileli kadınlar çoktan işe koyulmuş, nasırlı elleri ile ineklerini sağmış, ahırdaki işini bitirerek başka bir işe girişmişti. O sıcak yaz gününde yapılacak çok iş, köyün çileli kadınlarını beklemekteydi. Ahırlarda beslenen büyükbaş hayvanların sütünden yağ ve peynir yapılıyor, eğimli arazilerde lahana, patates, arpa, mısır ve biraz da fasulye yetiştiriliyordu. Tarlalarda zor şartlar altında yetiştirilen bu ürünler köy halkının kendi ihtiyaçlarını ancak karşılıyordu.
Fadime Ana sıcak bir ağustos sabahı erkenden uyandı, biraz hâlsiz görünüyordu, oğlunun yattığı odanın tahta kapısını araladı. Sıcak yatağında uyuyan oğlunun nefes alıp verişini dinledi. On dört yaşlarındaki bıyıkları yeni terlemiş, zayıf yapılı oğlunu tatlı uykusundan uyandırmaya kıyamadı. Büyük oğlu Kenan aylar önce askere gitmişti. Kadın, oğlunu uyandırmadan odanın kapısını aralık bırakarak, mutfağa gitti.
Tel dolabının kapağını açtı. Akşama kadar tarlalarda çalışacağı için yanına bir şeyler alması gerekiyordu. Dolaptan aldığı köy ekmeğini sepetin içerisine koydu. Yağ ve minci dolu tası ekmeğin yanına yerleştirdi. Oturduğu sandalyeden kalkmaya çalışırken gözleri karardı. İki dirseğini masanın üzerine koyarak başını avuçlarının içine aldı. Dün geceden beri başına şiddetli bir ağrı saplanmıştı. Bu ağrıdan biran önce kurtulması gerekiyordu. Sağ elini alnına götürdü. Alnı ateş gibi yanıyordu. Yatıp dinlenmesi, bugün işe gitmemesi gerekiyordu. Zihninden “Ben çalışmasam işleri kim yapacak?” Diye geçirdi. Vücudu ateşler içerisinde yansa da, tarladaki işler yine onu bekliyordu…
Mutfağın penceresinden fersiz gözlerle dışarıya bakındı. Gün aydınlanmış, ufuktaki bulutlar berraklaşarak açık mavi renge dönüşmüş, güneş evlerin yorgun duvarlarını dövmeye başlamıştı.
Kadın, oturduğu masanın başında ağlamaya başladı. Yılların birikimini gözyaşı olarak döküyor, bulutları andıran gözleri buğulanmış, gözünden akan damlalar çizikler oluşmuş yüzünden aşağılara doğru süzülüyordu. Kadın çaresizliğine isyan ediyor, Yaradan’a sesini duyurmaya çalışıyordu. Göz pınarları kuruyup, gözünde tek bir yaş damlası kalmayınca kadar ağladı ağladı…
İçindeki fırtına, uzun bir zaman sonra ancak dinmişti. Hasta da olsa, her zaman yaptığı gibi bugün de işe gitmesi gerekiyordu. Oturduğu sandalyeden ayakları titreyerek kalktı. Hazırlıklarını tamamlayarak, sokak kapısından dışarıya çıktı. Bahçede isteksizce yürürken dağlardan gelen ağustos sıcağı yüzüne çarpıyor, yorgun bedenini daha da hâlsizleştiriyordu.
Evin etrafını dolaşarak, ahırın kapısına geldi. Tahta kapının mandalını kaldırarak kapıyı geriye doğru itti. Ahırdan gelen keskin sidik kokusu burnunun direğini sızlatmıştı. Kafasını tahta kapının alçak tavanına çarpmamak için eğilerek, ahıra girdi. Kadın ahırda beslediği üç ineğin sütünü sırayla bir bakracın içerisine sağarak, bakracı ineklerin ulaşamayacağı bir yere kaldırdı. Hayvanların önüne biraz ot attı. Yalağın içerisine su doldurdu. Kenara koyduğu süt bakracını yanına alarak eve çıkardı.
Kadın hiç vakit kaybetmeden ahıra geri döndü. Sırtında asılı duran bir sepetle, ahırın kapısından dışarı çıktı. Yularını elinde tuttuğu parlak derili doru at da yanında yürüyordu. Eğimli bahçeyi atla beraber aşarak açık olan bahçe kapısından sokağa çıktı, köşede atın yularını kendisine doğru çekerek atı durdurdu. Sıkıntılı bir hâli vardı. Beklemeye başladı.
Başına aldığı çiçek desenli yazma, küçük suratını gizlemişti. Köyün kadınları, ağustos sabahında ikişerli üçerli gruplar hâlinde yollara düşmüşlerdi. Kadınlar, sokağın başında ayakta dikilen Fadime Ananın önünden geçerken, kadına selâm vererek yollarına devam ediyorlar, Fadime Ana da kadınlara “uğurlar olsun” diyerek karşılık veriyordu.
Yaşlı kadın ayakta dikiliyor, eltisi henüz ortalarda görünmüyordu. Dakikalar ilerledikçe, Fadime Ana eltisine ateş püskürmeye başladı. Yularını elinde tuttuğu doru at da, huysuzlanarak kuyruğunu kendi üzerine çarpıyor, parlak derisine konan sinekleri kovalıyordu…
***
Esma Kadın da güne erken başlamış, kocasını uyandırmadan ahıra inmiş, inekleri sağdıktan sonra kocasına kahvaltı vermek üzere eve geri dönmüştü. Yatağında hâlâ uyuyan kocasına sinirli sinirli seslendi.
“Uyan Azim geç kaldık!”
Azim, karısının cırlayan sesini duyunca isteksizce uyandı. Yatağından kalkarak aynanın karşısına geçti. Sarı sakallarına ve yumuşak saçlarına bakındı. Tuvalete girip çıktıktan ve elini yüzünü yıkadıktan sonra üzerine giyindiği mavi çizgili yamalı pijamalarını çıkarmadan, mutfağa geri döndü. Sabah mahmurluğunu üzerinden atamamış boncuk mavisi gözleriyle karısına bakıyordu. Yaşına göre oldukça genç görünen adam elli yaşlarındaydı. Karısının hazırladığı kahvaltı sofrasına oturdu. Karısı mıhlamayı, her zaman çok lezzetli yapardı. Adam, mıhlama tavasına batırdığı lokmaları âdeta gözü yumuk yiyordu. Kadın sabırsızlanarak kocasına seslendi:
“Çabuk ol Azim! Günü verip geceyi aldık! Fadime ana beni bekliyor. Onunla ot biçmeye gideceğim.”
Adamın ağzı zor açıldığı için, kadına cevap bile veremedi. Karısı dürtüklemese hareket edeceği yoktu. Kadın emir veren ses tonuyla tekrar bağırdı.
“Çabuk ol Azim. Öğle oldu daha çok işimiz var.”
Adam son lokmalarını atıştırdıktan sonra sofradan kalktı, karısına bir şey söylemeden, üzerini değiştirerek kapıya yöneldi. Sokak kapısını üzerine çarparak marangoz atölyesine yollandı. Kadın etrafı aceleyle toparlayarak kendisini dışarıya attı. Her tarafı dökülen ahşap evlerin arasından geçerek köşede bekleyen kadına yaklaştı. İnce sesiyle Fadime anadan özür diledi.
“Kusura bakma, bizim beyi evden bir türlü çıkaramadım!”
Ayakta dikilen kadın, eltisine kızgın kızgın bakarak,
“E paçi nerdesin? Seni beklemekten ağaç oldum.” deyince genç kadının al olan yanakları daha da kızardı.
Kadınlar yolun başından yukarıya doğru yürümeye başladılar. Parlak derili doru at da onları takip ediyordu. Taşlık yolu geçerlerken, doru atın nalları kayalara çarptıkça kayalardan nal sesleri geliyordu. Ağaçların arasındaki tali yola saparak ormanın içerisine daldılar. Kadınlar çam ağaçlarının arasında yürüyor, bir görünüp bir kayboluyorlardı.
Yüksek ağaçların arasında geniş bir meraya vardılar. Burası, ormanın içerisinde, bir dönüm kadar otlarla kaplı bir alandı. Köylüler bu bölgedeki ağaçları bilinçsizce kestikleri için burası ağaçsız kalmış, zamanla meraya dönüşmüştü. Kadınlar sırtlarındaki heybeleri yere bıraktılar. Fadime ana, atın ipini ince bir sedir ağacının gövdesine bağladı.
Kadınlar yanlarında getirdikleri tırpan ve oraklarıyla işe koyuldular. Otlar biçildikçe, etrafa çimen kokusu yayılıyordu. Bir köşede otlayan doru at arada bir kuyruğunu sallayarak, üzerine konan karasinekleri kovalıyordu.
Öğlene kadar dinlenmeden çalışan Fadime Ananın sabah evden çıkarken hasta olan bedeni daha da halsizleşti. Güneş iki kadının tepesini pişirirken kadınlar çalışmaya ara vererek çimlere serdikleri peştamalın üzerine azıklarını koydular. Fadime Ana kolunu kaldıracak durumda değildi, ağzına götürdüğü lokmaları çiğnemekte zorlanıyordu.
Yalçın tepelerden havalanan bir şahin kanat çırpmadan gökyüzünde süzülerek ot biçen kadınların tepesinde daireler çizerken, doru at, huysuzlanarak, sol ayağı ile toprağı eşelemeye, ağzından pıh diye sesler çıkartarak tedirginliğini belli etmeye çalışıyordu. Fadime Ana otların üzerine çömeldi. Sol elini kaşlarının üzerine koyarak fersiz gözlerle havada özgürce uçan şahini izlemeye başladı. Şahin, gövdesini rüzgâra bırakmış, kanat çırpmadan özgürce yamaca doğru sürüklenirken, özgür bulutlar da rüzgârın etkisiyle Fadime Ananın başının üzerinden süzülerek uzaklaşıyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.