- 965 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KEFİL
Selim donuk bir şekilde elindeki kâğıda bakıyordu. Yüzü bembeyaz, bakışları anlamsız, boşluğa bakıyordu. Birkaç defa göz göze gelmemize rağmen beni görmedi. İçeri girerken selam verdim almadı. İşyerine ait mütevazı çalışma büromuzda yaklaşık on yıldır beraberiz. Selim otuz beş yaşlarında, orta boylu, hafif kumral, ela gözlü bir arkadaştı. Konuşkan, hoş sohbetliydi. Konuşmaya başlayınca çenesini hiç tutamazdı. Onun konuşkanlığı benim suskunluğumu dengeliyordu. Mükemmel bir kadınla evli, bir oğlan, bir kız harika iki çocuğu vardı. Ailecek birlikte olmayı çok isterdim. Ancak benim hanımla karısı fazla anlaşamazdı. O nedenle bizde aile arkadaşlığı yerine, erkek erkeğe arkadaşlıkla hayatımızı sürdürüyorduk. Kimse alınmasın, Selim benim için kardeşten de öteydi. Onu on yıl boyunca hiç böyle görmemiştim. Daima neşeli, pozitif olan Selim, bugün suskun, donuk, şaşkın, boşluktaydı. Birkaç defa normal, yüksek olmayan sesle “Selim neyin var?” dedim ama duymadı. Onun için bu defa bağırarak,
- Selim neyin var?
Dedim. Sanki sesimi derinlerden duymuş gibi, kafasını yavaşça bana döndürdü. Gözlerime boşluğa bakar gibi baktı. Hiç duymadığım bir ses tonuyla,
- Hiç (dedi)
- Ne hiçi?
- Uyurgezer gibisin. Seni hiç böyle görmedim. Allah aşkına söyle neyin var?
- Kamil ne olur bana bir şey sorma.
- Ya, nasıl sormayayım. En samimi arkadaşım, kardeşten öte bildiğim karşımda yok olup gidiyor. Ben nasıl sormam? Ne oldu? Ne var?
- Uzun hikâye Kamil, daha ben henüz ne olup bittiğini anlayamadım. Sana nasıl anlatayım?
- Olsun sen bir yerinden başla…
- Karım boşanma davası açmış.
- Ne zaman?
- Bir hafta önce, elime celbi bugün geldi.
- Ya, sen karınla birlikte değil miydin?
- Hayır! On beş gün önce kavga ettik. Annesinin yanına Erzurum’a gitmişti. Davayı oradan açmış.
- Allah Allah, Allah Allah, delireceğim ya! Allah aşkına, sen ne biçim arkadaşsın, hayatında bir sürü olay oluyor. Sen en ufak bir şey söylemiyorsun. Sen on beş gündür bekâr hayatı yaşıyorsun, benim bundan haberim yok. Söylesene biz nasıl arkadaşız?
- Seni üzmemek için söylemedim. Annesinin yanında biraz tatil yapar döner diyordum. Elime boşanma kâğıdı geldi.
- Çocuklar nerede?
- Annesiyle birlikte Erzurum’dalar.
- Peki, niye kavga ettiniz? Özel değilse anlat, belki bir çare buluruz.
- Yok, özel değil ama çaresi yok.
- Ne demek çaresi yok? Daha bir şey anlatmadın ki? Hele bir anlat, çaresi var mı yok mu o zaman karar vereyim. Bu daha doğru değil mi?
- Kamil, şimdi üzerime gelme… Söz, akşam iş çıkışı olup biteni sana anlatacağım.
- Anlatmakta geç kaldın ya, hadi neyse… Akşam yemeğe bize gel bari…
- Yok, size gelmeyeyim. Ailenizi rahatsız etmemeyim. Sen yengeden izin al, birlikte sakin bir yere gidelim.
- Tamam olur!
Şaşkınlık içinde telefona sarıldım. Evimi aradım. Telefona eşim çıkınca sevindim.
- Canım ben bugün akşam eve gelmeyeceğim.
- Niye?
- Hani işyerindeki arkadaşım Selim Bey var ya!
- Evet
- Onunla akşam birlikte olacağız
- Neden? Hayrola bir şey mi var?
- Yok, merak edilecek bir şey yok. Şöyle erkek erkeğe bir şeyler konuşacağız.
- Eve getirseydin, yemek yedikten sonra bir odaya çekilir konuşurdunuz.
- Söyledim, dışarıda olalım dedi. Rahatsız etmek istemiyormuş
- Rahatsızlık mı olur? Benim rica ettiğimi söyle. Hem eşi de gelsin.
- Eşi Erzurum’daymış. Handan hanım ve çocuklar burada değiller anlayacağın.
- Tamam, o zaman Selim Bey yalnız gelsin. Bir dakika canım Selim Beye sorayım.
- Selim, yengen illaki akşam yemeğe gelsin, yemekten sonra istediğinizi yaparsınız diyor.
- Tülay hanıma çok teşekkür ettiğimi söyle… Akşam birlikte olacaksak mümkün olduğu kadar yalnız olalım. Anlatacağım şeyler önemli…
- Canım gelmek istemiyor. Yalnız olmamızı istiyor.
- Peki, ne yapalım. Öyle olsun. Ona söyle, Handan hanımlar yokken mutlaka yemeğe beklerim.
- Tamam, canım söylerim.
- Selim seni yengen bir akşam mutlaka yemeğe bekliyor.
- İnşallah... Bugünü atlatalım. Sonrası Allah kerim…
Merak içinde mesainin bitmesini bekliyordum. Bir saat sonra patronumuz Halil Bey içeriye girdi. Selim’in halini görünce,
- Hayrola Selim, yüzünden düşen bin parça
- Bir şey yok Halil Bey
- Yok, hasta falansan eve git. İstersen hastaneye falan git. Çünkü çok kötü görünüyorsun.
- Yok, Halil Bey, merak etmeyin idare ederim. Kötüleşirsem size haber verir, ya hastaneye, ya da eve giderim.
- Tamam, anlaştık. Kamil bey, dünkü verdiğim işler ne oldu?
- Hazır Halil Bey, işte dosyası buyurun.
- Teşekkür ederim. Ben bir inceleyeyim. Takıldığım yerler olursa size dönerim.
- Tamam, Halil Bey…
Kapıya doğru döndü. Selim Beye tekrar baktı. Sonra bana dönerek,
- Arkadaşını kolla, durumu hiç iyi değil. Kötü bir şey olursa senden bilirim ha…
- Tamam, Halil Bey, merak etmeyin kollarım.
Günlük rutin işlerim vardı. Hazırladığım dosya beni epey zorlamıştı. Dün akşam iki saat fazla çalışmıştım. Bugün kendimi fazla yormayacaktım. Zaten Selim’in durumunu çok merak ediyordum. Mesainin bitmesini iple çekerken sürekli Selim Beyi kontrol altında tutuyordum. Selim monoton tavırlarla günlük işlerini yapmaya başladı. Elindeki kâğıdı itinayla katlayıp ceketinin cebine koydu. Önü tamamen camlı, harika bir manzarası olan ofisimiz hiç bu kadar kasvetli olmamıştı. Bize gülümseyen çiçekler. Sürekli öten kanaryamız bile günümüzü neşelendirememişti. İşin garibi işlerde hafifti. Şöyle yoğun iş temposu olsa sıkıntılar işin arasında kaybolabilirdi. Sanki her şey anlaşmış gibi, durgunluk, kasvet ofisi sarmıştı. Öğleyin olduğunda sanki üç günümüz geçmiş gibiydi. Selim’le birlikte şirketin yemek salonuna çıktık. Şirketteki diğer arkadaşlar Selim’in durumunu görerek sormaya başladılar. Selim sorgulardan sıkıldı. “.- Ben dışarıda yiyeceğim” diyerek, aniden kapıya yöneldi. Onu tek başına bırakamazdım. Bende arkasından fırladım. Benim arkasından geldiğimi görünce, “.- Kamil Allah aşkına dön yemeğini ye. Beni merak etme” dedi. Ama ben hiçbir şey söylemeden koluna girdim. “.- Olur mu? Anca beraber, kanca beraber… Sen nerede, ben orada” Yüzüme boş boş baktı. Onu yalnız bırakmamamdan dolayı hem sevinçli, hem pişmandı. Sanki beni de tedirgin etmişliğin acısını çekiyordu. Ona, sıcak, samimi bakışlarımlu, tavrımla cevap verdim. Bazen kelimeler kifayetsiz kalırdı. Şimdi öyle bir zamandı. Söz yerine, sıcaklık, sahip çıkma, candan bir arkadaşlık Selim’e daha iyi gelecekti.
Karşıdaki cafeye gittik. İkimizde bir şey yemek istemiyorduk. Biraz tuzlu kuru pastalar ve nescafe sipariş ettik. Hiç konuşmadan etrafı seyrederek siparişlerimizi yedik, içtik. Aramızdaki anlaşma konuşmayı akşam yapacaktık. Tekrarlı ısrarların faydası yoktu. Fazla ısrar insanı sıkardı. Cafe kalabalıktı. Sorunları olan kalabalığı sevmezdi. Dışarıya çıkıp, deniz kenarına doğru yürüdük. Sahil boyunun sakin yerlerine doğru yavaş adımlarla dolaşmaya başladık. Denizden bize doğru hafif ılık rüzgâr esiyordu. Normal zaman olsaydı harika duygular uyandırırdı. Deniz üzerindeki ince kıvrımlı yakamozlar üzerinde uçuşan martılar, iki de bir deniz üstüne inip çıkıyorlardı. Denizdeki üç tane yük gemisi, motorlar, yelkenliler mükemmel bir manzara oluşturuyordu. Karşımızdan gelen simitçi çocuklar simit satmaya çalışıyor. Motorlu çaycı “çay” diye bağırarak yanımızdan geçiyordu. Seyrek şekilde dizilmiş insanlar oltalarını denize atmış balık avlamaya çalışıyorlardı. Bizse suskunduk. Ağzımızdan çıt çıkmıyordu. Bilinçaltı anlaşmış gibi, aynı bakışlarla, aynı tempoyla, aynı hareketlerle sahilde konuşmadan yürüyorduk. Bazı insanlar bize anlamsız, garip bakıyorlardı. Hemen her şeyin cıvıl cıvıl olduğu yerde suskunluğumuz dikkat çekiyordu. Bazıları sahil kenarındaki ağaçların gölgeliklerine uzanmış uyuyor, bazıları oturmuş denizi seyrediyorlardı. Sahilde gezmeyi hep sevmişimdir. Ama ilk defa böyle sessiz, garip, mahzun, boşlukta geziyorduk.
Öğle tatilini bitirip işyerine geri döndük. Ofisimize güneş girmiş, ortalığı iyice aydınlatmıştı. Kanaryamız bizi görünce ortalığı ötüşleriyle çınlatmaya başladı. Patronun sekreteri Sevgi Hanım, “.- Kamil Bey, Halil Bey sizi çağırıyor” diyordu. Öğle tatili döner dönmez yanına gelmemi istemiş. Halil Bey’in odası yaklaşık kırk metrekare büyük bir salondu. Eski klasik kahverengi ceviz masanın önündeki barok koltuklar, arasındaki oymalı ceviz sehpa, zenginliği yansıtıyordu. Masanın arkasında müthiş bir körfez manzarası insanın aklını alıyor. Oda sanki yüksek bir kulenin tepesinden doğaya hâkimiyetini ilan ediyordu. Kapının sağındaki köşede yapay pınardan önündeki küçük göl şeklindeki havuza çağlayarak su akıyor. Sol tarafta ise büyük bir akvaryum içinde çok çeşitli balıklar yüzüyor. Işıklandırılmış akvaryumun yankıları odada müthiş akisler yaratıyordu. Derinlerden sözsüz çalan müzik, müthiş bir ezginin nağmelerini sessizce kulaklara fısıldıyordu. Halil Bey, iri kıyım yapısıyla oturduğu yüksek arkalıklı barok koltukla bütünleşmişti. Herhalde odasının renklerine göre giyiniyordu. Odanın her rengi sanki birbirini bütünleyip tek renk oluşturmuştu. Halil Bey ben içeri girince koltuğundan kalkarak, “.- Buyur Kamil Bey toplantı masasına geçelim” diyerek, masasına doğru yürüdü. Toplantı masasının yuvarlak bölümüne oturduk.
- Selim Beyin neyi var?
- Efendim çok şey anlatmadı. Sanıyorum karısı boşanma davası açmış.
- A, neden? Çok mutlulardı.
- Bilmiyorum efendim. Akşam bir yerlere gidip konuşacağız.
- Tamam. Boşanma davalarının arkasında büyük olaylar vardır. Arkadaş olarak yardımcı olmaya çalış. Akşamı bekleme, görüşmemiz tamamlandıktan sonra çıkabilirsiniz. Nasılsa fazla işimiz yok. Siz gittiğinizde işlerinizle Murat Bey ilgilensin.
- Tamam efendim. Nasıl isterseniz.
- Bir an önce sorunu arkadaş olarak çözmeye çalış. Böyle durumlarda arkadaşlıklar önemlidir.
- Tamam efendim. Biliyorum. Durumun öneminin farkındayım.
Hazırladığım dosya üzerinde görüşmeler yaptık. Yaklaşık iki saat süren görüşmeden sonra, Halil Beyi mutlu bir şekilde odasında bırakarak ofisimize döndüm. Selim kendine gelmiş gibiydi. Yüzündeki beyazlık gitmiş, sanki içyapısında bir şeylere karar vermişti.
- Selim hadi çıkalım.
- Niye? Henüz mesai bitmedi.
- Halil Bey, senin durumuna üzülmüş. Bana birlikte erken çıkın dedi.
- E, buradaki işler ne olacak?
- Murat Bey bakacak…
Telefonla Murat Beyi aradım.
- Murat Bey, Halil Beyin talimatıyla, Selim Beyle birlikte erken çıkacağız. Ofisteki işlere siz göz kulak olacakmışsınız. Halil Bey böyle söyledi.
- Biliyorum, bana da söyledi. Şimdi geliyorum.
Biraz sonra Murat içeri girdi.
- Hayrola ne iş? İkiniz de erken çıkıyorsunuz…
- Hiç öylesine… Özel bir işimiz var Selim Beyle
- Zaten fark etmiştim. Selim bugün iyi görünmüyordu. Hayrola neyin var Selim?
- Bir şeyim yok.
- Hadi Selim çıkalım. Murat boş ver şimdi. Yarın görüşürüz.
- Tamam, neyse, dediğin gibi olsun yarın konuşalım.
Ofisi Murat’a teslim ederek şirketten çıktık. “Benim arabayla gidelim, dönüşte sen arabanı alırsın”, “tamam”. Aklımda tepedeki aile çay bahçesi vardı. Selim’e hiçbir şey demeden arabayı çay bahçesine doğru sürmeye başladım. Selim nereye gideceğimizi sormamıştı. Sanki bana teslim olmuş, sessizce oturuyor. Geçtiğimiz sokakların etrafındaki işyerlerine bakınıyordu. Yoğun trafik arasından sakin yollara girdik. Tepeye doğru tırmandıkça hava serinliyordu. Şehirden yukarıya doğru çıktıkça hafif esinti rüzgâra dönüşmeye başladı. Aile çay bahçesi çok güzel, sakin bir yerdi. Fazla kimse yoktu. Manzaraya nazır bir yere oturduk. Kendimize demlik söyledik. Batı tarafından esen rüzgârdan etkilenmemek için, çaprazımızdaki ağacın doğusuna oturmamız iyi olmuştu. Çay bahçesinin içi değişik yapılandırmalarla görülmeye değer hale getirilmiş. Etrafı seyrettikçe, bir taraftan manzara, bir taraftan bahçenin güzelliği insanın içini açıyordu. Garson demliğimizi getirdi. Altındaki köz hala yanıyordu. “Efendim çayı yeni demledim. On beş dakika demlenirse çok iyi olur” diyerek gitti.
- Hadi bakalım Selim, hazırsan olayı başından anlat.
- Tamam, yalnız anlatacaklarım aramızda kalsın. Şimdilik kimseye söyleme.
- Söylemem merak etme.
- Kamil, vallahi ben öyle bir yanlış yaptım ki sorma. Yanlış yaptığımı ancak şimdi anlıyorum. Amcamın oğlu vardı. Sen tanımazsın. Onunla hiç karşılaşmadın. Onunla küçüklüğümüz beraber geçti. O ticarete atıldı. Ben özel şirketlerde çalışan oldum. O okumadı. Ben okudum. Aynı yaştayız. İlkokulu birlikte okuduk. Sonra biz başka yere taşındık. Babam farklı şehirlerde işler denedi, olmadı. Döndük geldik memlekete. Geldiğimizde seninle birlikte çalıştığımız işyerine girdim. Henüz yeni okuldan mezun olmuştum. Amcaoğluyla hiçbir zaman ilişkimizi koparmamıştık. Bir gün yanıma geldi. İşyerinde sorunları olduğunu, çok borçlandığını söyledi. Bankadan kredi çekmesi gerekiyormuş. Bana kefil olur musun? Dedi. Bende niye olmasın, sen benim kardeşim sayılırsın. Senin zor durumunda yardım etmeyeceğim de ne zaman edeceğim dedim.
- E…
- Bankaya gittik. Bankadan, amcaoğlumun bütün malına mülküne ipotek konduğunu öğrendik. Meğerse birçok kredi çekmiş. Banka müdürü, ben imza karşılığı kefil kabul etmem. İpotek isterim dedi. Aklımda hiçbir şey yok. Hiçbir olumsuzluk aklıma gelmiyor. Bir taraftan amcaoğlu, Selim merak etme, bu krediyi bir çekeyim. Bütün işlerim düzelecek. Sana dâhil herkese borcumu tıkır tıkır ödeyeceğim diyordu. Onların işi çok büyüktü. Ailecek çok zengindiler. Ne bileyim biz öyle görüyorduk. Benim babamın işleri sürekli kötü, onların ki iyi giderdi. Biz fakirlik içinde yüzerdik onlar bolluk içinde. Allah var, fakirliğimizi yüzümüze hiç vurmadılar. Her zaman yeme içme konusunda bizimle paylaştılar. Yani amcamla babam arasında olumsuz hiçbir şey yoktu. Mesela dayılarımla, teyzelerimle kavgalıyızdır. Ama amcamla asla kavga etmedik. Babamın işleri kötü gittiğinde yardım ettiler. Elimizden tuttular. Onun için içimdeki minnettarlık, amcama, oğluna karşı güvenim dolayısıyla aklıma hiçbir şey gelmedi. Kenarda köşede biriktirdiğimiz paraya, eşime evlenirken taktığım altınların parasını ekleyerek altı yıl önce oturduğumuz evi kredi çekerek aldık. Üç yıl önce bütün borçlarımızı ödedik. Evi alırken üzerime yaptırmıştım. Şimdiki gibi, gayrimenkuller üzerine ipotek konulmasında, satılmasında, devrinde eşlerin izni gerekmiyordu. Rahatça gidip bankaya amcaoğlumun kredi alabilmesi için evi ipotek gösterdik. Aldığımız kredi beş yıllıktı. Yüz bin lira nakit kredi karşılığında yüz kırk iki bin lira ödeyecekti. Amcaoğlu bir buçuk yıl ödedi. Ortada hiçbir sorun yoktu. Geçen ay bankadan eve bir yazı gelmiş. Eşim görünce deliye döndü. Ona hallederiz merak etme dedim. Ama eşim kendisinden izinsiz kefil olmama, üstelik altınlarını bozarak katkıda bulunduğu eve ipotek konulmasına çok kızmıştı. Onu zor teselli ettim. Derhal amcaoğluna giderek sorunu halletmesini istedim. Bana korkma bir şey olmaz öderim dedi. Ancak öğrendim ki geçen ay şehri terk etmiş. Bir sürü alacaklı peşinde dolaşıyormuş. Karımın evi terk etmesinde bir gün önce bankadan haciz kâğıdı geldi. Ödenecek yüz on sekiz bin lira borç varmış. Gecikmiş altı taksit varmış. Taksitlerin ödenmesini istiyor. Değilse evi satacaklarmış. Karım bunları duyunca küplere bindi. Altınlarıma mı yanayım. Evimizin elden gideceğine mi yanayım. Amcaoğlun da kaçıp gitmiş. Bu senin yaptığın nedir? Karısını çocuklarını düşünmeyen, karısından çocuklarından habersiz kefil olan, ailesini zor duruma düşüren adamdan koca olmaz diyerek bırakıp gitti. Şimdi ise boşanma kâğıdı elimde. Anladın mı konuyu?
- Evet anladım. Durumun gerçekten çok kötü...
- Kamil, kredi borçlarını ödemek istesem mümkün değil. Çünkü aylık ödemeler iki bin üç elli lira, ben alıyorum iki bin beş yüz lira. Bana kalan yüz elli lirayla geçinmem mümkün değil. Biliyorsun karım çalışmıyor. Bundan sonra, hele bu olaydan sonra sende çalış diyebilir miyim?
- Diyemezsin tabi.
- Böyle giderse ev satılacak. Veya daha uzun vadeli, aylık taksitleri daha küçük kredi alınarak mevcut kredi kapatılacak. Mesela on yıllık kredi alsak mesele kalmayacak.
- Al o zaman.
- Kefil istiyorlar
- Neden?
- Senin evin ipotekli sana kredi vermeyiz diyorlar.
- Peki, nereden bulacaksın kefili?
- Sen olmaz mısın?
- Ben mi?
- Evet, sen, beni bu badireden kurtarmaz mısın? Bak seninde evin var, ipotek koyup on yıllık kredi çekemez miyiz?
- Valla Semih biliyorsun evin borcunu daha yeni ödedim. Sen, yüz binlerce liralık on yıl falan ödenecek krediden söz ediyorsun. Böyle bir kararı ben kendi başıma veremem. Eşimle konuyu tartışmam gerekir.
- Kılıbıklık yapacaksın yani
- A, bozuluyorum bak. Bunun kılıbıklıkla ilgisi ne? Biz zaten evi alırken ikimizin üzerine yaptık. Eşimin imzası olmadan asla bu iş olmaz. Kaldı ki artık kanun değişti biliyorsun. Ev benim üzerimde bile olsa, eşimin izni şart.
- Anlaşıldı bu iş olmayacak. Yandım ben. Ev gidecek elden.
- Amcanla falan konuşsan…
- Konuştum. Kuzen onları da borca sokup, kaçıp gitmiş. Hatta sadece onları değil. Konu komşudan birçok kişiyi, benim gibi başka akrabaları da borca sokmuş.
- Yahu ne biçim adamlarsınız siz? Kuzeniniz ortalıkta fırıldak çeviriyor, hepiniz uyuyorsunuz.
- Suçlamayı bırak. Ben zaten suçlu olduğumu biliyorum. Önemli olan bu işi nasıl çözeceğiz. Görünen o ki, senden hayır yok. Sen karından korktuğun için konuyu açamazsın bile.
- Selim kırıcı oluyorsun. Ben karımdan korktuğum için değil, öncelikle etik olmadığı için karımın onayı olmadan asla böyle bir şey yapmam. Sende aynı fikirde olsaydın bugün bu hale gelmezdin. Hadi diyelim karınla anlaştınız, başınıza bu olay geldi. O zaman karın birlikte karar verdik deyip, suçu sadece sana atıp boşanmaya kalkmazdı. Şimdi önümde senin gibi açık bir örnek varken, ben nasıl karımdan izinsiz ki, şimdiki yasalara göre mümkün değil, evimi sana alacağımız kredi için ipotek gösteririm.
- Sende haklısın. Arkadaş dediğin, dost dediğin kara günde belli olurmuş.
- Duygusallığa bağlama… Arkadaş dediğin, dost dediğinde başını boka batırmadan gelir danışır. Başını boka sokup sıkışınca çıkıp gelen dost mudur, arkadaş mıdır sence?
- Bak bu sefer sen kırıcı oluyorsun.
- Hayır, senin sözüne karşılık gerçeği söylüyorum. Ben yasalar izin verse de, eşimin çocuklarımın haberi olmadan, asla bir şey yapmam. Başkasına kefil olmam. Çünkü kefil olmak deyince, borçlu ödemezse ben ödeyeceğim demektir. Ben niye başkasının borcunu ödeyeyim ki? Arkadaşta olsa, dostta olsa, herkesin borcu kendine aittir. Hani başı sıkışır da ailemizi sarsmayacak bir miktarda destek gerekiyorsa onu yaparım. Mesela bin lira, beş bin lira arası mesela. Ama koskoca ev, alın teriyle biriktirilmiş, bir sürü zorluk çekilmiş, yemeden içmeden kesilmiş, herkesin rahat ettiği zamanlarda fedakârlık içinde alınmış bir evi, başkası için niye riske sokayım ki? Hele böyle bir şeyi eşimden habersiz yapmak ona yapılabilecek en büyük kötülüktür. İşte senin durumun, ortada değil mi? Karını çok sevdiğini biliyorum. Birbirinize âşık olduğunuzu biliyorum. Ama senin aptallığın yüzünden eşin bırakıp gitti. Bir kerecik olsaydı da karına önem verip sorsaydın olmaz mıydı?
- Ya zaten çaresizlikten bunalım içindeyim. Bir de sen üzerime gelme. Allah kahretsin haklısın ne diyeyim. Çözüm varsa sen onu söyle.
- Tamam, ben bugün bir düşüneyim. Sen de evine git. A, konuşuyoruz diye çayı da unuttuk. Hiç olmazsa çayımızı içelim.
- Kamil benim çay içecek halim mi var Allah aşkına?
- Niye söyledik o zaman.
- Sen iç…
Selim çay içmediği için boğazımdan geçmemesine rağmen zorlayarak içmeye başladım. Kör olası çay da mükemmel olmuş. Biz konuşurken iyice demlenmiş. Birkaç defa teklif ettim. “Parasını verdik, yazık olmasın, iç” dedim. Nuh dedi peygamber demedi. Kıyamadığım çayı sonuna kadar içtim. Zaten sekiz bardak çıktı. Manzara seyrediyor, çay içiyor, Selim’e çare arıyordum. Selim ise, gözlerini boşluğa dikmiş, arada bir “yandım ben” diyordu. Öyle ya, evi satılırsa evsiz kalacaktı. Karısı boşanacak karısız kalacaktı. Çocuklarından ayrı kalmak zorundaydı. Hiçbir hâkim böyle dengesiz iş yapan babaya çocukları vermezdi. Karısının ailesinin durumu iyiydi. Merak ettiğim şey karısının ailesi böyle bir durumda niye sahip çıkmadı. Aklıma gelir gelmez sordum.
- Selim karının ailesi böyle bir durumda size niye yardım etmedi.
- Niye etsin? Zaten beni pek sevmiyorlardı. Duyduklarında babası bırak deyyusu gel, ondan adam olmaz demiş. Karısından habersiz iş yapanı ben adam yerine koymam demiş.
- Doğruya doğru yani… İyi günde kötü günde birlikte olacağız diye evleniyoruz. Ailemizi ilgilendiren ciddi kararları alırken karımıza danışmıyoruz.
Aklıma patronumuz Halil Beyle konuşmak geldi. Patronla konuşacağımı Selim’e söylemedim. Boşuna umutlansın istemiyordum. Çayı bitirdikten sonra geriye döndük. Selim şirketin garajından arabasını alıp evine gitti. Bende evime geldim. Beni merakla karşılayan eşim, ne olmuş diyerek yüzüme bakıyordu.
- Dur Allah aşkına. Bir oturayım. Kendime geleyim. Soğuk bir şey varsa getirir misin?
- Tamam.
Eşimin getirdiği buz gibi coco cola iyi geldi. Eşim benim coco colayı sevdiğimi bilirdi. Gazlı içeceklerden bir onu severek içerdim. Olayı kısaca eşime anlattım. Ben anlattıkça eşimin gözleri fal taşı gibi açılıyordu. Konuşmam sırasında araya girerek “sakın sen böyle bir şey yapma” diyordu. Bunu defalarca tekrarladı. Ben asla Selim gibi aptallık yapmam. Eşimin, çocuklarımın yüzüne bakamayacak duruma asla kendimi düşürmem. Bunun teminatını her defasında eşime verdim. Ona “merak etme artık yasalar eşin izni olmadan böyle bir şey yaptırmıyorlar” dedim. Eşim bunu duyunca rahatlamıştı. “Allah razı olsun böyle bir engeli koyanlardan” diyerek, yasaya onay verdiğini belirtti. Eşim,
- Benim uykum var yatmayacak mısın?
- Olayın şokunu yaşıyorum canım. Bana biraz izin ver. Kendime geleyim.
- Tamam aşkım. Fazla geç kalma. Sabah uyandırması zor oluyor.
- Tamam
Işıkları söndürdüm. Perdeyi açtım. Pencere kenarına oturarak dışarıyı seyretmeye başladım. Çok sevdiğim Selim aptallığı yüzünden kötü durumdaydı. Benim yapabilecek herhangi bir şeyim yoktu. Uzakları seyrederken aklıma sözcükler düştü. Hemen kalkıp günlüğümü elime aldım. Loş ışıklar altında, yarı görür, yarı görmez bir şekilde notlar düşmeye başladım.
- Karından izinsiz hiçbir şey yapma
- Karının, çocuklarının gözlerine bakamayacak hiçbir şey yapma
- Gayrimenkuller üzerine yasal olarak eşin izni olmadan işlem yapamıyorsun. Tamam, peki kredi kartları ne olacak? Kefil senetleri ne olacak? O zaman, kredi kartlarından başkalarına alış veriş yapma. Başkalarının taksitlerini ödeme. Başkalarına kefil senedi imzalama. Eğer kefil olma yolunda kıramadığın kişilerce ısrara tabi tutulursan mutlaka eşinle ve çocuklarınla konuyu paylaş. Onların haberi olmadan hiçbir iş yapma.
- Verdiğin bu kararları eşinle paylaş. Aynı kararları eşinin ve çocuklarının onaylamasını sağla. Onlarda ailesinden habersiz bir iş yapmasınlar.
Yarın ilk işim bunları çocuklarıma okumak olacak. Sabah kahvaltı sırasında aldığım kararları okudum. Eşim, çocuklarım çok sevindi. Ailemizin anayasası kabul edildi. Hiç birimiz hiçbir şekilde birbirimizden habersiz iş yapmayacaktık. Sonucu iyi olsa da, kötü olsa da, birlikte aldığımız kararlar sonucu olay gerçekleşecekti. Mutlulukta, sorumlulukla, sorunlarda paylaşılacaktı.
Erkenden yola çıkıp işyerine geldim. Selim benden önce gelmişti. Ona selam verip masama oturdum. Selim karşımda çaresizdi. Akşamki konuşmalarımdan memnun olmamıştı. Sanki onu suçlamıştım. Yine de Selim için patronla konuşmaya karar verdim. Eşiyle de uygun bir zaman da konuşmak istiyordum. Selim’e.
- Selim, eşime olayı anlatmak zorunda kaldım.
- Anlatmasaydın iyiydi.
- Olur mu? Kadın merakla kapıda beni karşıladı. Anlatmasaydım çok kötü olurdu.
- Kılıbıksın işte, ne diyeyim?
Güldüm… İçimden “sen kazak oldun da ne oldu, başını boka batırdın, hindiler gibi düşünüyorsun” dedim. Ama yüzüne karşı söyleyemedim. Onun gibi kazak olmaktansa, kılıbık olmak bin kat iyidir diye düşünüyordum.
- Evet, kılıbığım. Şükür bununda kötülüğünü görmedim. Eşim, eşinin şimdiki telefonunu istiyor. Görüşmek istiyormuş.
- Ne konuşmak istiyormuş ki?
- Bilmiyorum ki, kadınların işine akıl sır ermez. Sen ver şu telefonu onlar arasında ne konuşurlarsa konuşsunlar.
- Tamam, cep telefonunu ararım diye kapatmış. Evi arıyorum, kendisi çıkmıyor. Benim sesimi duyunca kapatıyorlar. Al işte Erzurum’daki evin telefonu.
Selim’in yazdığı kâğıdı alıp cebime koydum. “Benim Halil Beyle dünkü konuyla ilgili görüşmem var deyip odadan çıktım. Halil Beyde yeni gelmiş odasına giriyordu. Beni görünce meraklı, ne var, ne yok diye başını salladı. “Vaktiniz varsa yanınıza geleyim efendim” dedim. Gel diye başını salladı. Odasına girince, ikimiz için kahve söyledi. Masasının önündeki sağ koltuğa oturdum.
- E, söyle bakalım Kamil Bey. Dün Selim Beyle konuştunuz mu?
- Evet efendim.
- Sorun neymiş?
Halil Beye bütün olanları anlattım. “Aptal, aptal” diyerek beni dikkatle dinledi. Konuşmamı bitirince,
- Peki, ne yapmayı düşünüyor?
- Hiç efendim. Kuzeni bütün akrabalarını dolandırmış. Çaresiz. Benim üzerimden on yıllık kredi alıp evi kurtarmayı düşünüyor.
- Sakın ha. Bir aptalda sen olma.
- Olur, muyum efendim?
- Aferin. Aslında keratayı çok severim. Doğrusu her işverenin arayıp da bulamayacağı, dürüst, çalışkan, samimi iyi bir adam…
- Doğru efendim.
- Zaten bu tür zaaflar hep iyi adamların başına gelir. Biraz kendi çıkarlarını düşünseydi asla böyle bir işe girmezdi.
- Evet efendim.
- Şimdi onu ortada bırakmakta iyi olmaz.
- Evet efendim.
- Hangi bankaya borçluymuş?
- İş bankasına efendim.
- Bizim şubeye mi, başka şubeye mi?
- Bizim şubeye efendim.
Hemen telefona sarıldı,
- Kızım bana iş bankasının müdürü Nevzat beyi bağlasana.
- Tabi efendim.
Anında telefon bağlandı.
- Nevzat Beyciğim merhaba
- Merhabalar Halil Bey, nasılsınız?
- İyiyim çok şükür, sizler nasılsınız?
- Bende iyiyim Halil Bey, buyurun, size nasıl yardımcı olabilirim
- Nevzat Beyciğim, benim çalışanlardan Selim Karlıdağ ipotek karşılığı kredi çekmiş. Aslında bu krediyi amcaoğluna çekivermiş. Amcaoğlu da bir sürü borç takarak memleketi terk etmiş.
- Biliyorum efendim.
- Bizim Selim Beyin durumu nedir?
- Bir dakika efendim. (Biraz bekledikten sonra), aylık iki bin üç yüz elli borç taksiti var. Üç taksit ödenmemiş. Banka haciz işlemi başlatmış.
- Şimdi şöyle yapsak Nevzat Bey, bana bugün itibariyle, hepsi nakit ödenirse, ne kadar borcu kalır, hesaplayıp söyler misiniz?
- Tabi efendim, ileri vadedeki taksitlerini, vergilerini düşer söylerim.
- Tamam bekliyorum.
Aradan on dakika geçmeden bankadan telefon geldi. Tam Seksen dokuz bin yüz elli lira nakit borcu kapatılırsa bütün işlemler sıfırlanıyordu. Halil Bey rakamı aldıktan sonra, bana,
- Selim Beyi çağırır mısın? Sende birlikte ol.
- Tamam efendim.
Hızlıca ofisimize gelip, Selim’e patron seni çağırıyor dedim. Telaşlanmıştı. Ne oluyor diye yüzüme baktı. Vücut hareketimle bilmiyorum dedim. Birlikte Halil Beyin odasına girdik. Halil Bey, babacan tavrıyla koltuğundaydı. Bize işaret ederek,
- Buyurun oturun,
Ben yine masanın sağındaki koltuğa oturdum. Selim solundaki koltuğa oturdu. Halil Bey artık çay zamanı diyerek üç çay söyledi.
- Selim oğlum, bu durum ne?
Şaşırmıştım. Halil Bey resmiyeti bırakmıştı. İlk defa çalışanlarından birine Beysiz ifade kullanıyor, oğlum diyordu. Selim patrona da mı anlattın diye bana kızgınlıkla bakıyordu.
- Efendim bir aptallık edip kendimi kötü duruma düşürdüm.
- Aptallık ettiğin belli de, bunu nasıl yaptın? Asıl sorun orada. Hâlbuki sen şirketimin işlerinde belki de bütün personellerden daha dikkatlisin.
- Efendim kuzenim kardeşim gibiydi. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Çocuklukta beraber büyüdük. O beni, ben onu kardeşlerimizden daha çok severdik.
- Belli… Ancak böyle bir sevgi insanı kör eder.
- Evet efendim.
- Bak şimdi, karınla konuşacağım. Seni af eder. Geri dönmeyi kabul ederse, sana yardım edeceğim. Yok, etmezse, sat evini borçlarını öde. Sana ev lazım değil. Sonra yine alırsın.
- Dönmez ki efendim.
- Ben sizi uzaktan takip ederim. Siz bilmezsiniz. Senin karını, karının seni çok sevdiğini biliyorum. Benim öyle mesafeli durduğuma bakmayın. İşleri sulandırmayın diye mesafeli, sert duruyorum. Değilse hepiniz benim evlatlarımsınız. Sizin gözünüze bir şey değse, bana değmiş olur. Sizin kaşınız yarılsa, kaşım yarılmış olur.
- Sağ olun efendim.
Halil Bey konuştukça asıl şaşıran ben oluyordum. Onu hiç böyle düşünmüyordum. Evet, iyi adamdı da, hiç böyle bizi uzaktan takip ettiği aklıma gelmemişti. Zor zamanların adamı olduğu belliydi. Halil Bey konuşmaya devam etti.
- Dediğim gibi, karın dönmezse eve ihtiyacın yok. Sana yardımım ancak karının dönmesiyle olacak. Karınla ben konuşacağım.
- Tamam efendim.
- Eğer karın dönerse, banka borcunun tamamını kapatacağım. Bana borçlanacaksın. Maaşından ayda bin lira kesip borcuna mahsup edeceğim. Sende mesai olduğu zamanlarda mesaiye daha çok kalarak maaşını artıracaksın. Maaş zamlarında herkes gibi zam alacaksın. Ancak aldığın zammın yarısını bin liranın üzerine ekleyeceğim. Bütün mesailerini sana vermeyip borcundan düşeceğim. Tamam mı?
- Tamam efendim.
- Dur bitmedi. Olur, da işten çıkarsın diye ipoteği masrafları bana ait olmak üzere ben koyacağım. Borcun bittiğinde ipoteği çözeceğim. Eğer borcun bitmeden benim işimden ayrılmaya kalkarsan, borcunu bana tamamen kapamalısın. Kapatamazsan evini alacağım. Fiyatını da, emlakçiler birliğinin tespit ettiği miktarın %5 fazlası sayacağım. Yani emlakçiler ne derse evine %5 fazla vereceğim. Senin mağdur olmanı istemem. Tespit edilen değerden borcunu düşüp kalanını sana nakit ödeyeceğim. Tamam mı?
- Tamam efendim. Allah razı olsun sizden.
- Dur hemen kabul etme. Kamil Bey, sende bu konuştuğumuz şartları kısaca yaz. Ama şimdilik kimseye söz etme. Tamam mı?
- Tamam efendim.
- Hadi bakalım Selim, düşün taşın kararını ver. Ben de bu ara karınla konuşayım. Karınla konuşmama iznin var değil mi?
- Olmaz mı efendim. Ne demek?
- Tamam, o zaman haydi işinizin başına. İşlerinizi aksatmayın.
- Teşekkür ederim efendim.
Halil Bey’in odasından çıkarken Selim’in morali yerine gelmişti. Koridorda yürürken, bana, “Halil Bey karımı ikna eder mi?” diye soruyordu. Bende “valla Halil Bey beni çok şaşırttı. Hiç böyle bir şey beklemiyordum. Adam neler görmüş neler geçirmiş. Belli mi olur?”
Halil Bey yarım saat sonra bizi çağırdı. Telaşla odaya girdik. Halil Beyin yüzü gülüyordu. Bizi görür görmez.
- Müjde çocuklar. Her şey halledildi.
İkimiz birlikte, şaşkınlık içinde,
- Nasıl efendim?
- Nasıl olacak? Selim’in karısı akşam saat 18:00 de otobüse biniyor, çocuklarla geri geliyor. Bankadaki borcunuz kapandı. Makbuzu muhasebe almaya gitti. Banka müdürü genel müdürlüğe ipoteği çözme yazısı yazdı. Bir haftaya gelecek. Ve mutlu haber Selim bana borçlandı. (gülerek) Artık yaktım onu, elimden çekeceği var.
Selim koşturarak Halil Beyin elini öpmek istedi. Halil Bey elini çekti, Selim’i kucakladı.
- Çocuklar şunu unutmayın. Hayatta insanın başına her şey gelir. Önemli olan olaylardan ders almaktır. Aile her şeyin başıdır. Aileyi üzecek konularda daima bin kere düşünüp bir kere yapmak gerekir.
- Haklısınız efendim (dedik)
- Ben de birçok badire atlatıp bu noktaya geldim. Ancak her hatamın karşılığında bir daha aynısını yapmamayı öğrendim. Sizde hatalarınızın karşılığında yapmamayı öğrenirseniz size hiçbir şey engel olamaz.
- Evet efendim
- Siz farkında olmasanız da, bu şirket, bütün çalışanlarıyla benim ailemdir. Asla onların başına bir şey gelsin istemem.
Teşekkür edip ayrıldık. Ofise doğru yürürken sessizdim. Arkadaşıma çare ararken çaresizliği yaşamıştım. Patronumuzun yeni bir yönünü öğrenmiştim. Hâlbuki bazen aleyhinde çok kötü konuşmalarım olmuştu. Hatırladıkça kendimden iğrenmeye başladım. Kafamda beliren iki cümle aydınlığım oluyordu.
Tecrübelerimin en güçlüsü, hayatta yediğim kazıkların bana öğrettiğidir.
Bir insanı zor zamanlarda tanımadıkça, tanımış sayılmazsın.
YORUMLAR
Hocam Prof. Dr. Rıza Ayhan'ı bir kez daha saygıyla hatırladım. Kara Ticareti Hukuku kefalet konusundan aklımda kalan en esaslı cümle: "Paran çoksa kefil ol, işin yoksa şahit ol..."
İbretlik bir hikâye olmuş. Selâm ile.