- 1378 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ŞİİRİN AKSAKALI
“Şiirin aksakalı”
Güzel bir yaz gününü, tüm güzelliğinin hakkını vererek ancak böyle bir güzellikte yaşayabilirdim.
Uzun zamandır yolunun bu taraflara düşmesini gözlediğim bir üstadın gelmekte olduğu haberiyle başladı günümün güzelliği. Üstadlığı sadece kaleminden kaynaklanmayan; duruşu, düşünceleri ve Türklüğü temsil keyfiyeti açısından da tüm Türk coğrafyasınca kabul görmüş bir kişiyle; yalnız benim değil, hem-hal olacağı herkesin gününün güzelleşeceği bir güzel insanla bir gün geçirmek bendeniz için gerçekten gurur verici ve bir o kadar da keyifliydi.
Piknik yerine oğlum Hakan’la vardığımızda öğle olmak üzereydi.
Beklenen misafirin henüz teşrif etmemesi yüzünden aklıma takılan acabalı soruları cevaplamakta ve merakımı yenmekte zorlanıyordum. Ancak, kaygımı belli edip bir telaşa kapı aralamak da istemiyordum.
Piknik alanı, tabiatın oldukça cömert davrandığı, teknolojininse fazla uğramadığı yerlerdendi. Cep telefonlarının çekmediği alana bizden önce intikal eden –pikniğin ev sahipliğini de yapan– Haşim Kalender’le üç oğlu –Mehmet, Hacı ve Ömer– tatlı bir telaş içerisinde, misafirler için ön hazırlık yapıyor; bir kısmı semaveri yakarken bir kısmı da mangalı tutuşturuyordu. Bizim gibi misafir olan ve piknik havasına bizden önce giren Bünyamin Bozkurt ile oğlu Tunahan, Haşimlere yardım ediyorlardı.
Nihayet, beklenen misafir, Hurman çayının üzerindeki derme çatma köprüde göründü. Kendisini, Hurman üzerindeki haymadan inerek karşıladık; dudaklarındaki tatlı tebessümün yanı sıra, yılların vermiş olduğu sorumluluğun getirdiği yorgunluk, yüzünden satır satır okunmaktaydı. İlerleyen yaşına rağmen, gülen gözleri, muhatabını adeta içine çekiyordu. “Hoş gördük…” diye giriştiği sözün dalga dalga yayıldığı alandaki her nesne, ahenkle, gelen misafire kendi lisanınca “Hoş geldin!”, “Ne iyi ettin geldiğine!..”, “Neden bunca zamandır gözlerimizi yollarda koydun?” diyordu.
Öyle ya…
Gül alırlar gül satarlar
Gülden terazi tutarlar
Gülü gül ile tartarlar
Çarşı pazar güldür gül
gerçeğinden hareketle,
Söz alırlar söz satarlar
Sözden terazi tutarlar
Sözü söz ile tartarlar
Kadir kıymet sözdür söz
diyerek, kurulmakta olan gönül meclisinin konusunun söz olacağının ip ucunu verebiliriz. İçinde bulunduğumuz mekan, kim bilir kaç gönül meclisine ev sahipliği yapmıştır!
Bu sırada; “Kız sen İstanbul’un neresindensin?” şarkısının güfte yazarı da olan ve sözü kendinden daha uzun yaşayanların kervanındaki yerini alan Âşık Hacı Yener;
Başı duman pâre pâre
Yol ver dağlar yol ver bana
Gönül gitmek ister yâre
Yol ver dağlar yol ver bana!..
diyerek, hayatın gerçekleri karşısında insanın herşeye muktedir olamayacağını, ancak sebeplerin müsaade ettiği kadarına vâkıf olunabilineceğini kulağıma fısıldarken, gür ve kararlı bir ses daha duyuluyordu. Bu ses karşısında Hurman çayı daha coşkulu çağlamaktaydı bugün…
Dilinde sabah keyfiyle yeni bir umut türküsü
Kar yağmış dağlara bozulmamış ütüsü
Rahvan atlar gibi ırgalanan gökyüzü
Gözlerimi kamaştırsa da geleceğim sana
Şimdilik bağlayıcı bir takvim sorma bana
Ihlamurlar çiçek açtığı zaman…
diyen “Şiirin aksakallısı” gelmişti Tanır’a.
Tanırlı, bu değerli misafirden habersiz, günlük işleriyle meşguldü. Eskiden, Ol mâhiler ki derya içredirler, deryayı bilmezler denirdi... Biz de bu veciz söze aynen katılıyoruz: Balıklar denizde yaşar da denizi bilmezler. Harmanını savuran, bağının-bahçesinin kaygısını çeken, toprağa terini döküp gözünü buluta çeviren bu insanlar; bunca kaygısının arasında, bir de Türk edebiyatına kendi şiir mührünü vurmuş, taklitten uzak, milliliği ön safta yer tutturmuş, kendi ismiyle anılır şiir özgünlüğünü oluşturmuş bu misafirin ismi anılınca bu işten anlayanların ceket düğmelediğini, hatta bir kısmının hasetten başının döndüğünü nerden bileceklerdi?. Bu yüreği gövdesinden büyük adam, kurulan sohbet meclisinde, “inanmadığı hiçbir sözü söylemediği”ni söylüyordu. Riyakârlığın ve yalakalığın başını alıp gittiği günümüzde, inanmadığı hiçbir şeyi söylemediğini beyan eden bu üstad, tahammül fukarası olan muhataplarında kim bilir nasıl bir infial uyandırıyordur. “En acınacak mahluk, kaplumbağalarla yürümeye mecbur olan küheylandır” diyen Cenab Şahabeddin’e hak vermemek mümkün müdür? Uçurtmalar rüzgar gücü ile değil, o güce karşı koydukları için yükselirler. Karşı koymayı göze alamayanlar, yükselmeyi hayalden öteye taşıyamazlar demektir.
İçerisinde bulunduğumuz mekanın;
Çekirdeğin özünde, kabuğun dışındayım
Ne bir makam peşinde, ne mal telaşındayım
Bozkurtların safında, ülkü savaşındayım
şeklinde verdiği sesle, insanların vefasızlığı karşısında, Hurman çayının caykarasından alınan suda demlenen çayı yudumlarken,
Dertli gönlüm, lüküsteki gömlektir
Mertlik yok’u değil, var’ı vermektir
Vasfi Taş’tan değil, camdan Yürek’tir
Kırmadan geç bey kardeşim, kırmadan
dizelerini mırıldandığını düşündüğüm rahmetli H. Vasfi Taşyürek’in misafiri gibi hissettim kendimi –yattığı yer nur olsun!–
Bu gelen şair ise…
Ihlamurlar çiçek açtığı zaman
Ben güneş gibi gireceğim her dar kapıdan
Kimseye uğramam ben sana uğramadan
Kavlime sâdıkım, sâdıkım sana
Takvim sorup hudut çizdirme bana
Ben sana çiçeklerle geleceğim
Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.
Gönül ülkesinden gönül ülkemize çiçeklerle gelmişti. Demek oluyor ki aşk ülkesinin ıhlamurları 25 Ağustos’ta açmıştı.
Akşam 18’e (6) kadar birlikte vakit geçirip şiir konuştuğumuz Bahaettin Karakoç’la beraberindeki Yasin ve Mehmet Mortaş, tekrar görüşme dilekleri arasında uğurlanıyorlardı...