- 769 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
DR. HENRY
Hayatımızda değişik bir deneyim yaşayacaktık. Ailecek tanıştığımız Avustralyalı Hıristiyan bir aile bizi iftara davet etmişti. Evin hanımı Fiona eşimin yakın arkadaşıydı. Fiona İngiliz kökenli Avustralyalı. Sarışın, iri yapılı bir kadındı. Yaklaşık otuz beş yaşlarında, fizik olarak albeniliydi. Kocası Ricardo Arjantinliydi. Orta boylu, esmer, görünüş olarak Türklerden farkı yoktu. Gören onun yabancı olduğunu anlamazdı. Fiona görünüşüyle ben İngiliz’im diyordu ama Ricardo ben Arjantinliyim demiyordu. Ricardo ile ilk defa tanışacaktım. Çocuklarım tanışmıştı. Ona Ricardo amca diyorlardı. Küçüklere babacan, büyüklere ağabeyi tavrıyla yaklaşıyordu. Gönül alması güzeldi. Evlerine misafir gidildiğinde evinde ne varsa yedirmeyi, içirmeyi seviyordu. İftar günü çocuklarımın anlattığı bu güzel huylu insanla tanışacaktım. Elbette Hıristiyan aile oruç tutmuyordu. Ancak bize karşı duydukları sevgi nedeniyle iftara çağırmışlardı. Onların bu jestine hayır demek hiç hoş olmazdı. Benim dışımda bütün ailenin tanıştığı insanları yakından tanımak iyi olacaktı.
Evimizden çıkmış Bornova’nın bol parklı sokaklarında yavaş adımlarla iftara gidiyoruz. Manavkuyu mevkiinde oturan arkadaşlarımızın evi bize yakındı. Yürüyerek on dakika da evlerine gidebilirdik. Önü parklı, meydanlı bir alandaki apartmanlarda oturuyorlardı. Gerçekten evlerinin bulunduğu mevkii çok güzeldi. Asansöre binip oturdukları dördüncü kata çıkarken, asansördeki koku genzimi yaktı. “Ne bu koku ya?” diye söylenmeye başladım. Köpek kokusuymuş. Bizim oturduğumuz binada hiç böyle koku yoktu. Demek ki, bizim apartmanda köpek besleyen yoktu. Eşimin söylediğine göre, evlerinde köpek besleyenler, dolaştırmak için eve girip çıktıklarında, köpeklerin kokusu asansöre siniyormuş. Zaten kapıdan girer girmez kokuyu hissetmiştim. Ancak kapı girişi, merdiven boşluklarından tavana kadar gittiği için, kokular pek hissedilmiyordu. Ama asansörün darlığı, insanların genelde asansörü kullanmaları, köpek kokusunu daha çok asansörde yoğunlaştırıyordu. Kokudan öyle etkilenmiştim ki, gayri ihtiyari “evlerinin içi de böyle kokuyor mu?” diye sordum. “Hayır kokmuyor, pencereleri açıp havalandırıyorlar” “İyi değilse geri dönecektim”
Oturdukları kata çıktık. Karşılıklı iki daireden oluşan klasik apartmanlardı. Ancak kapıları çok moderndi. Aşağıda zile bastımız için, bizi kapıda bir erkek karşıladı. Ricardo olduğu anlaşılıyordu. Gördüğümde şaşırdım. Çünkü hiç yabancılara benzemiyordu. Sanki, bizim Cemil usta, Ali kalfa, Mahmut bey gibiydi. Yani fiziksel yapısı, görünüşü, hafif kırarmış saçları, elli yaşlarına yakın, hayatın sillesini yemiş Türk erkeklerine benziyordu. İçeri girdik. Karısı ortalıkta görünmüyordu. Eşim karısı Fiona’yı sorunca, “joseph’le ilgileniyor” dedi. Joseph, ailenin bebeklerinin adı… Bizimkiler ona Yusuf diyorlardı. Joseph Yusuf’un karşılığı olduğu için, bizimkilerin Yusuf dediğine hiç aldırmıyorlardı. Yeni doğmuş, şirin bir bebekti. Doğum yeri, Türkiye, İzmir olacaktı. Esmer Arjantinli babadan, sarışın İngiliz anneden olma Yusuf bakalım nasıl olacaktı?
Kapıdan geniş bir salona girmiştik. Pencere yanındaki kanepede bir aile oturuyordu. Ricardo onları bizimle, bizi onlarla tanıştırdı. Otuz yaşlarındaki karı koca kendi hallerindeydi. Türkçe bilmedikleri bizimle konuşmadıklarından belliydi. Ev sahibesi Fiona güzel Türkçe konuşuyordu. Ricardo ise çat, pat… Neredeyse hiç Türkçe konuşuyordu. Fiona Yusuf’la içeriye girince, Yusuf bizimkilerin elinden düşmez oldu. Daha önce Fiona’yı görmüştüm. Ricardo’yu ilk defa görüyordum. Salonun ışıklandırması azdı. Salonda kalitesiz birkaç kanepe, koltuk vardı. Yerde halı yoktu. Zaten içeriye ayakkabılarla girmiştik. Kapının sol tarafında pencereye yakın bir koltuğa oturdum. Bizimkiler ailenin yanına oturdular. Çat pat konuşmaya çalışıyorlardı. Bense yalnız kalmıştım. Ricardo az Türkçesi ile bir şeyler söyledi ama hiçbir şey anlamadım. Çünkü konuşurken, bazen İngilizce, bazen İspanyolca karıştırıyordu. Kapının zili çaldı, içeriye dört küçük çocuklu, otuz yaşlarında bir aile daha geldi. Bizdeki, gençken çok çocuk sahibi olmuş ailelere benziyorlardı. Fiona onların Güney Afrika’dan yeni geldiklerini söyledi. Türkiye’de yaşayacaklarmış. Bir Türk ailenin yanına yerleştirileceklermiş. Yaşları yedi yaşı geçmeyen dört çocuk geriye doğru sıralandığında ortaya kötü bir manzara çıkıyordu. Annenin kucağında bir bebek… Yeni yürümeye başlamış delikanlı. Onu itip kakan abla… Onlara sinirli bakan, güçlü elleriyle iki de bir ağlatan ağabey. Bazen ağlıyorlar. Bazen ortalıkta zıplıyorlar. Bazen dövüşüyorlardı. Yani tam bir curcuna olmuştu. Onların durumu bizim için hiç yabancı değildi. Derhal çocukluk günlerimize inmiştik. Bir müddet sonra iki aile daha geldi. Ailelerden birisi otuz beş yaşlarında, diğeri elli yaşın üzerindeydi. Elli yaşın üzerinde ailenin erkeği bana doğru gelerek selam verdi. Mükemmel Türkçe biliyordu. Kendini tanıştırdı.
- Dr. Henry
- Ahmet
- Nasılsınız?
- İyiyim, siz nasılsınız?
- Teşekkür ediyorum.
Yanıma oturdu. Karısı kapıya yakın, bize dönük kanepeye oturdu. Elli yaşlarının üzerinde saçları kırlaşmaya başlamış, İngiliz olduğu her halinden belli olan, sakin, harika görünüşlü bir bayandı. Oturur oturmaz çantasından yarım örgüsünü çıkarıp örmeye başladı. Ayaklarında elde örülmüş patikler vardı. Karısının halinin dikkatimi çektiğini görünce, kocası Dr. Henry,
- Eşim Angela, tam bir Türk kadını oldu. Benden daha iyi Türkçe konuşuyor. Türk örf ve adetlerini uyguluyor. Kadınlarla altın günü yapıyor. Türk mutfağına ait yemekleri çok iyi öğrendi. Harika Türk yemekleri yapıyor.
- Belli oluyor zaten. Tipi, rengi, yapısı olmasa onu kimse İngiliz zannetmez.
- Evet…
- Siz Türkiye’de mi yaşıyorsunuz?
- Evet. Ben Ege Üniversitesinde görev yaptım. Hastanede doktorluk, üniversitede hocalık… Eşim hemşireydi. İkimizde burada çalışırken emekli olduk. Emeklilikten sonra gitmedik.
- Niye?
- Türkiye’yi çok seviyoruz.
Güldüm…
- Niye güldünüz?
- Hiç öylesine
Kapının zili bir kez daha çaldı. İçeriye üç aile daha girdi. Gittikçe kalabalıklaşıyorduk. Meğerse Fiona, bizi iftara davet ettiğini arkadaşlarına söylemiş. Onlarda bizim tanışmak için gelmek istemişler. Biz zannediyorduk iki aile birlikte olacağız. Salon kalabalıklaştıkça, bizdeki iftar davetlerine benzemeye başladı.
İftar vakti geldi. Geniş tabaklarda hazırlanan yemek, salata, garnitür, tatlı servisi yapıldı. Herkes kodluklarında oturarak yemeye başladı. Tabi bizde aynı şekilde yemeğe başladık. Öyle yemek sofrası, masası falan yoktu. Fiona yemekleri eşi Ricardo’nun hazırladığı söyledi. O sadece eşine yardım etmişti. Yemekten sonra çay faslına başladık. Bizim çocuklar Yusuf’un başında onu severlerken, eşim Dr. Henry’nin eşinin etrafında toplananlar arasındaydı. Kadınlar kendi aralarında çok koyu bir sohbete başlamışlardı. Angela mükemmel Türkçesiyle arada tercümanlık yapıyordu. Dr. Henry ise benimle konuşmaya çalışıyordu.
Ülkemizde, bir Avrupalının Türkiye’yi sevmiş olması, bu nedenle Türkiye’de kalıyor olmaları hayranlık uyandıran bir şeydi. Ancak ben öyle düşünmüyordum. Mutlaka yabancıların Türkiye’de kalmalarının bir nedeni vardı. Elbette içlerinde gerçekten Türkiye’yi sevenler de olabilir. Ama dünyanın neresinde olursa olsun batılılar vardı. Ve batılılar gittikleri ülkelerde birinci sınıf insanlar gibi, zengin, düzeyli yaşıyorlardı. Yaşamlarıyla yaşadıkları ülkelerin insanlarını kıskandırıyorlardı. Ayrıca, batılı insanlar yaşadıkları ülkelerde, Hıristiyanlığın, batı kültürünün propagandasını yapıyorlardı. Özendirmek, bilgilendirmek propaganda sisteminde, yaşadıkları ülke insanlarını, ülkelerine, devletlerine karşı uyumlu hale getirmeye çalışıyorlardı. Bu bir bakıma alçak inişli asimile anlayışının uzantısıydı. Güç kullanmadan, zenginlikleriyle, gösterişli yaşamlarıyla dikkat çekiyorlar. İnsanları etkiliyorlardı. Davranışları, çaresiz, güçsüz bırakılmış toplumlarda tepkisini buluyordu. Özellikle beyaz tenli, mavi gözlü, alımlı, batılı kızların, yaşadıkları ülkelerdeki delikanlılarla evlenme yoluyla aileye dönüşmeleri, onların kendi kültürlerine, dinlerine karşı soğumalarına, uzaklaşmalarına sebep oluyordu. Dr. Henry’nin Türkiye’de asıl kalış niyetini öğrenmek için,
- Siz ve eşiniz emekli oldunuz. Türkiye’den mi, yoksa İngiltere’den mi?
- İngiltere’den,
- O zaman emekli maaşını döviz olarak alıyorsunuz?
- Evet,
- Bizde erkeğe maaşı sorulmaz ama sorması ayıp olmasın ne kadar alıyorsunuz?
- Ben sekiz yüz pound, eşim altı yüz elli pound.
- Yani eşinizle birlikte toplam bin dört yüz elli pound alıyorsunuz
- Evet
- Bu para sizin İngiltere’de yaşamanıza yeter mi?
- Çok zor.
- Türkiye’deki şartlar gibi yani. Türkiye’de de insanlar altı yüz lira ile bin lira arasında emekli maaşı alıyorlar. Zar zor geçiniyorlar.
- Evet benziyor. Aynı sonuç doğuyor.
- Yani siz şimdi İngiltere’de olmuş olsaydınız emekli maaşınızla kıt kanaat geçinecektiniz? Ama Türkiye’yi tercih ettiniz. Sevginiz bir yana, Türkiye’de bin dört yüz elli pound aşağı yukarı altı milyar (altı bin) lira yapıyor. E, altı milyar lira ile de Türkiye’de harika bir yaşam kurulur. Zenginlik içinde yaşarsınız. Öyle değil mi?
- Eh biraz…
- Yani bizim beceriksiz, batıya bağımlı yöneticilerimiz sayesinde, paranız neredeyse üç misli değer kazanıyor. Sizler de ülkemizde krallar gibi yaşıyorsunuz. Aslında sevgi falan bahane…
- Yok, yanlış anladın. Biz gerçekten Türkiye’yi çok sevdik.
- Yok canım yanlış anlamıyorum. Mesela şöyle diyeyim. Siz Türkiye’de bin dört yüz elli lira maaş alsaydınız. İngiltere bizden zayıf bize bağlı bir ülke olsaydı. Ama siz yine İngiliz olsaydınız. Paranız İngiltere’de üç misli değer kazanıp altı bin pound olsaydı. Türkiye’deki bin dört yüz elli lira size yetmeseydi. Ama altı bin poundla İngiltere’de krallar gibi yaşasaydınız. Nerede yaşardınız?
- Tabi ki İngiltere’de
- O zaman sevgiler yalandan başka bir şey değil. İşin gerçeği ekonomik şartlar değil mi?
- Valla ne diyeyim. Siz olayları çok farklı değerlendiriyorsunuz.
- Ben ekonomistim. Siz nasıl üniversiteyi doktor olmak için okuduysanız. Bende ekonomist olmak için üniversite okudum. Bize okullarda, uluslar arası kurların ülkelerin ekonomik güçleriyle ilgili olduğunu anlatıyorlardı. 1976 yılında bunun kocaman bir yalan olduğunu öğrendim.
Dr. Henry’nin dikkati iyice dağılmıştı. Söylediklerim onu altüst ediyordu. Bizi sürekli konuşur gören diğer misafirler dikkatle izliyorlardı. Ancak Türkçe bilmedikleri için ne konuştuğumuzu anlamıyorlardı. Arada bir Dr. Henry’nin eşi bize bakıyor. Eşime sanki “beylerimiz çok güzel anlaşıyorlar” diyordu. Evet, aslında kavga edecek bir şey yoktu. Konuşuyorduk. Anlaşmak ise zamana bağlıydı. Evin sahibesi Fiona bayanların yanındaydı. Ricardo ise fazla Türkçe bilmeyen diğer misafirlerle konuşuyordu. Yani herkesin konuşacak arkadaşları vardı. Kulis salonları gibi, gruplaşarak akşamı değerlendiriyorduk. Dr. Henry anlattıklarımdan etkilenmiş. Uluslararası kurların yalan olduğu sözüme hayretle,
- Nasıl yani, ekonomik güce dayanmıyor mu?
- Hayır
- Neye dayanıyor o zaman?
- Konuyu anlaman için size küçük bir hikâye anlatayım. 1976 yılında Üniversitede okurken, Almanya’daki dayım davet etti. O zamanlar orada ailecek kalıyorlardı. Almanya’ya gittim. Orada bir ay birlikte kaldık. Dönüşte dayım ailesiyle birlikte kara yolu ile Türkiye’ye gelecekti. Minibüse eşyalarımızı yükleyip yola çıktık. Almanya, Avusturya, Yugoslavya, Bulgaristan üzerinden Türkiye’ye giriş yapacaktık. O zamanlar Almanya’da benzin doksan fenikti. Yani bir mark bile değildi. Avusturya’da da aynıydı. Yugoslavya’da doksan beş fenikti. Bazı benzinliklerde bir marktı. O zamanlar mark Türkiye’de dört buçuk liraydı. Arabada benzin bitmek üzere, birkaç defa dayıma benzin alalım dedim. Şimdi alırız, şimdi alırız derken, Yugoslavya’yı geçtik. Bulgaristan’a girdik. Bulgaristan girişinden Türkiye arası bir buçuk saatti. Benzin yetmeyecek, benzinliğe yaklaştık. Bulgarlar komşi, komşi diyerek, ilgi gösteriyorlardı. Dayım benzinin fiyatını sordu. Benzinin litresi bir levaydı. (Bulgar lirası). Bizde leva yok. Mark var. Dedik ki mark var, Bulgarlar bir leva bir lira, bir leva bir mark dedi. Yanımızda Türk lirası olsa bir liraya benzin alacaktık. Ama yoktu. Biz on marka on litre benzin aldık. Şimdi düşünün, elimizde liramız olsaydı. On liraya on litre benzin alacaktık. Ama biz on mark verdik. Bir mark dört buçuk lira, on mark kırk beş lira. Türk lirası olmadığı için kırk beş lira değerinde on markımız gitti. Sonuçta biz on litre benzini kırk beş liraya aldık. Nedeni liramız olmadığı için. Tam otuz beş lira kaybettik.
- Bundan ne çıkarmam gerekiyor.
- Hala anlamadınız mı? Bulgaristan siyasi olarak sosyalistti, siyasal bağımlılığı Rusya’ya idi. Batının kapitalist ülkeleri olan Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Avusturya gibi ülkelere karşı siyasal bağlantıları yoktu. Bu nedenle, Bulgaristan ülkesinin parasını Rusya’nın Rublesine karşı düşürürken, kapitalist ülkelere karşı eşitliyordu. Bulgarlara göre o dönemlerde, bir mark bir leva. Bir liret bir leva… Bir frank bir leva… Bir pound bir levaydı. Aynı zamanda bir leva bir liraydı. Çünkü Türkiye ile sınır komşusuydu. Sınır ticareti yapıyorlardı. Eğer paranın değerini ekonomiler ölçseydi, leva İngiliz, Alman, Fransız, İtalyan paralarına karşı değersiz olmalıydı. Ama onlar bizim paramız bu ülkelerle eşit diyorlardı. Bu siyasi bir karardı. Fakat aynı zamanda Rusya’ya bağlı olduğu için parasının değerini düşürüyordu. Benim anladığım paranın değeri ekonomik değildi. Siyasi kararlarla belirleniyordu.
- Pek anlamıyorum bu işlerden.
- Evet, anlamadığınız belli oluyor. Şimdi Türkiye’de güçlü bir siyasi lider çıksa… İngiltere ile ilişkileri eşitlese… Ve dese ki, İngiliz pounduyla liramız eşittir. Nitekim Osmanlı döneminde, İngiliz poundu ile Osmanlı lirası aynı değerlerdeydi. Hatta altın olan Osmanlı lirası Pounddan daha değerliydi. Hala daha değerli… İşte sarraflarda (kuyumcularda) Osmanlı lirası satılıyor. Kaç para bir sorun.
- Yani şunu mu demek istiyorsunuz? Pound ile lira arasındaki değeri ekonomi değil de, siyaset mi belirliyor?
- Evet…
- Onun için ben, kapitalistlerin kendi anlayışlarına göre öğrettiği ekonomik bilgilere inanmıyorum. Dünyayı yöneten ekonomik güç değil siyasi güçtür. Siyasi güç neredeyse para orada toplanıyor. Çünkü siyasi açıdan güçlü ülkeler dünyayı sömürerek zenginleşiyorlar. Siyasi açıdan güçlü olmasalar, ülkeleri nasıl sömürecekler ki?
- Yani siz şunu mu demek istiyorsunuz? İngiltere siyasi açıdan güçlü olduğu için parası değerli, dünyayı sömürdüğü için zengin?
Gülerek yüzüne baktım.
- Öyle değil mi?
- Hayır
- O zaman ne işiniz var dünyanın her yerinde? Amerika size karşı yıllarca savaşarak bağımsızlığını ilan etti. Hindistan’da Gandi size karşı özgürlüğünü ilan etti. Avustralya halen sizin valiniz tarafından yönetiliyor. Ortadoğu’da, Asya’da, Afrika’da kırmadığınız fındık kalmadı. Yalan mı?
- Ama biz onlara medeniyet götürüyoruz.
- Allah aşkına ne medeniyeti?
- Ellerine İncil veriyor, donlarına kadar alıyorsunuz. Petrol, çeşitli madenler, fabrikalar, işyerleri sizlerin elinizde. İşte Güney Afrika, dünyanın en büyük altın üreticisi… Allah aşkına orada altın olmasaydı semtine uğrar mıydınız? Ama yıllarca beyazların egemenliğindeydi. Mandela özgürlüğe kavuşturmak için yıllarca uğraştı. Siz batılılar, ülkelerin değerlerini güzellikle alamadıysanız, insanlarını öldürerek alıyorsunuz. Sonra biz bu ülkeleri seviyoruz diye hava atıyorsunuz. Kim inanır buna? Ancak olayları bilmeyen, tarihin arka planını bilmeyenler inanır.
- Ama Türkiye özgür bir ülke
Güldürme beni…
- Birinci dünya savaşında İstanbul’u işgal eden askerleriniz bir kurşun dahi atmadan niye terk ettiler? Osmanlı’yı bütün cephelerde yenen güçlü ordularınız, Ankara yönetiminin topladığı derme çatma ordudan mı korktu? Kaldı ki, Ankara yönetimi İstiklal savaşı boyunca hiçbir zaman İngilizlerle savaşmadı. Yunanlılar yenildi diye, İngilizler korkup kaçtı diye mi inanacağız?
- Bilmiyorum
- Bilmezsiniz tabi… Sizin bilmemeniz normal, ülkemizin insanları bile gerçekleri bilmiyor. O dönemle ilgili sorular soramıyor.
- Neden?
- Çünkü baskı var… Batıya bağımlı yöneticilerimiz, talimatlarınız doğrultusunda olayların arka planını araştırtmıyor.
- Vallahi siz çok değişik konuları giriyorsunuz.
- O zaman size şöyle sorayım. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuyla birlikte ülkemizde faaliyet gösteren sizin şirketiniz Shell, Türkiye’deki haklarını nasıl elde etti? Türkiye Cumhuriyeti hangi şartlarla kabul etti? Petrol bölgesi Musul’a girip, İngilizlerden Musul’u kurtaran Türk ordusunu Ankara hükümeti hangi nedenle talimatla geri çekip, Musul’u İngilizlere bıraktı? Yer altı, yer üstü madenlerimizle ilgili hangi haklarınız var?
- Ne bileyim ben, bunlar siyasi konular.
- Evet, siyasi konular. Bir savaşın arkasından yenen ülkeler, yendiği ülkelerde, ekonomik, siyasi birçok hak elde etmişlerse, yenilen ülkelerin özgürlüğünden söz edilemez. Ne zaman Shell petrol şirketinizi ülkeden sürüp çıkardık. Ne zaman kraliçenize karışma artık işimize dedik. Ne zaman ülkemize kibirle, tepeden bakan yöneticilerinize, siz kim oluyorsunuz da böyle tavus kuşları gibi kabarıyorsunuz dedik. Ne zaman İngiliz lirası, bizim paramızla eşittir veya daha değersizdir dedik. İşte o zaman özgürüz demektir.
- Bu dediklerinin olması zor…
- Niye?
- Çünkü biz çok güçlüyüz…
- Evet, siz çok güçlüsünüz. Çünkü ülkemizi soyup soğana çeviriyorsunuz. Üç kuruşluk emekli maaşınızla ülkemizde, beceriksiz, batı hayranı, batıya bağımlı siyasetçilerimiz yüzünden krallar gibi yaşıyorsunuz.
- Vallahi ben böyle bir konuşmaya hiç alışık değilim.
- Çok doğru… Ağzınızdan çıkacak her kelimeye hayranlıkla bakan, batı hayranı, Avrupalıları ilahlaştıran biri olmalıydı ki, siz anlattıkça ağzının suları akmalıydı…
- Anladığım kadarıyla siz İngilizleri sevmiyorsunuz?
- İngilizlerle bir derdim yok benim.
- E o zaman.
- Benim derdim kendi ülkemin yöneticileriyle. Onların sayesinde sizler başımızda kral kesiliyorsunuz. Onlar düzgün, mert, ülkesini düşünenler olsaydı, soyguna izin vermezlerdi. Benim size konuyu böyle anlatmamın amacı, size karşı oluşumdan değil, gerçekleri göresiniz diye. Değilse bakınız, iftara davet edildik. Sevdiğimiz insanlar… Ama devletlerinizin yaptıklarından haberiniz yokmuş gibi davranmanız bizi üzüyor. Devletleriniz siyasi, askeri güç kullanıyor. Zenginleriniz ekonomileriyle gelip soyuyor. Sizler de bizi niye sevmiyor bu insanlar diyorsunuz. Biz size böyle yapsak sever misiniz?
- Sevmeyiz tabi…
- O zaman ülkelerinizin politikalarına karşı çıkın… Sizde emekli maaşınızla ülkenizde yaşatmayacak duruma sokan, bütün gelirleri üç buçuk burjuvanın zenginliğine teslim eden politikacılarınıza karşı çıkın. Devletlerinize, ne işiniz var dünya ülkelerinde deyin. Fakir ülkelerde yaşayıp hava atacağınıza, onların devletinize, burjuvanıza karşı özgürleşme mücadelelerine yardım edin.
- Ben yapamam. Siyasetten anlamam. Sonra senin anlattıklarını ilk defa duyuyorum. Bu konularda seninle tartışamam. Sen siyasi ve ekonomik konularda çok bilgilisin. Ben doktorum, mesleğimden başka bir şeyle ilgilenmedim ki?
- Peki, anlattıklarım yanlış mı?
- Bilmiyorum ki, karşı bilgim olmadığı için yanlış doğru diyemem.
Dr. Henry anlattıklarımdan sıkılmıştı. Hiç böyle bir şey beklemiyordu. Fakir ülke insanlarının onları sorgulaması hiç hoş değildi. Onlar ülkemizde hayranlıkla dinlenilmeye, ne derlerse başının üstüne konulmaya alışmışlardı. İşi abartmamalıydım. Fazla sıkıştırmamalıydım. Onun için konuyu dağıtmak istedim.
Diğer misafirler kendi aralarında koyu bir sohbetlerine devam ediyorlardı. Eşim herhalde benim çayı çok sevdiğimi söylemiş ki, küçük cam sürahiyle bana çay geldi. Artık benim çayımı doldurmaları gerekmiyordu. Bardağım boşaldıkça çayımı kendim dolduruyordum. Dr. Henry’e,
- Çocuklarınız var mı?
- Evet, bir kızım var Almanya’da yaşıyor. Bir oğlum var şu anda Çeçenistan’da..
- Oğlun Çeçenistan’da ne yapıyor?
- İnsan hakları örgütlerinde çalışıyor. Oradaki savaştan dolayı mağdur olanlara yardım etmek için gitti.
- Niçin? Çeçenleri çok mu seviyor?
- Biz bütün insanları severiz
Güldüm…
- Oğlunuz, Rusya’nın savaştığı Çeçenlere yardıma gidiyor. Peki, İngiltere’nin bombaladığı insanlara yardıma gidiyor mu?
Soruya şaşırdı. Ne diyeceğini bilemedi.
- Siz niye her konuya değişik bakıyorsunuz?
- Nasıl değişik bakıyorum? Asla yoruma açık olmayan, gerçekçi soru sordum. Rusların bombaladığı Çeçenlere yardıma gidiyor. Peki, İngiliz devletinin bombaladığı halklara yardıma gidiyor mu? Bu sorunun neresi garip?
- Böyle sorulara alışık değilim.
- Ben size işin başka yönünü anlatayım.
- Evet,
- Rusya, kapitalist ülkelere karşı mücadele veren halklara silah satıyor. Ekonomik yatırımlar yaparak çıkar sağlıyor. Kapitalist ülkeler, Ruslara karşı mücadele veren ülkelere silah satıp, ekonomik yatırımlar yaparak çıkar sağlıyor. Komünist ve kapitalist zengin ülkeler aralarında anlaşarak, karşılıklı savaş çıkarıyorlar. Böylece özgürlük mücadelesi vermek zorunda olan ülkeleri kıskıvrak yakalıyorlar. Silah satarak zenginleşiyorlar. Ekonomik yatırımlar yaparak zenginleşiyorlar. Mesela, bir ülke Rusya’ya karşı özgürlük kazandı. Bu mücadele kim yardım etti. İngiltere mi? Amerika mı? Fransa mı? Özgürlük mücadelesi veren ülke, hemen yardım eden ülkenin güdümüne giriyor. Veya tersi, kapitalist ülkelere, yani Amerika, İngiltere, Fransa’ya karşı özgürlük mücadelesi veren ülkelere Rusya yardım etti. Onlar özgürlük mücadelesini kazanır kazanmaz, Rusya’nın güdümüne giriyorlar. Kısaca, her halükarda, komünist olsun, kapitalist olsun güçlü ülkeler fakir ülkelere silah satarak, ekonomik yatırımlar yaparak çıkar sağlıyor. Bu nedenle, sizin karıştığınız bütün özgürlük hareketleri, ülkelerin köleleştirilmesinden başka bir şey değildir. Ortaçağın kölelik anlayışı, günümüzde yeni boyutlarla uygulanıyor. Siyasi, askeri baskılarla veya yapılan yardımlarla devlet yönetenleri ele geçiriliyor. Ülkelerin yer altı yer üstü zenginlikleri soyuluyor. Halkları ucuz işçi yani köle olarak çalıştırılıyor. O kadar kurnazsınız ki, askerleriniz bombalıyor, iş adamlarınız soyuyor. Halkın içinden bazıları da, giderek yardım ediyor. Adını insanlık, sevgi koyuyorlar. Niye insanlık adına konuşan aydınlarınız, kurumlarınız, sivil toplum kuruluşlarınız, ülkelerinize çekilin fakir ülkelerin tepesinden, onlar kendi kaderlerini çizsin demiyorlar? Komünistlerle kapitalistler danışıklı dövüş içinde, dünyayı sömürmeye devam ediyor. Karşılıklı özgürlükçü, insanlıkçı oluyorlar. Ama asılda hepiniz sömürgeci, soyguncu, işgalci ülkelersiniz… Eğer bugün sizin paranız bizim paramızdan neredeyse üç misli değerliyse, bunu sömürgeciliğinize, soygunculuğunuza borçlu değil misiniz? Öyle değil mi?
Şaşırdı, kızardı, ne diyeceğini bilemedi. Hafiften sinirlenmeye başladı. Yine de, o meşhur İngiliz soğukkanlılığını koruyarak,
- Seninle siyasi konuların dışında konuşamayacağız herhalde…
- Konuşuruz niye konuşmayalım. Mesela Türkiye’de neler yapıyorsunuz? Vaktinizi nasıl geçiriyorsunuz?
- Aile toplantıları yapıyoruz. Toplantılarımıza sizde katılın.
- Nerede yapıyorsunuz?
- Kilisede, bazı toplantı salonlarında…
- Hangi konularda konuşmalar yapıyorsunuz? Katılanlar Türkiye’de yaşaya Hıristiyanlar mı? Yoksa katılanlar arasında Türkler de var mı?
- Türklerde katılıyor. Sosyologlarımız var. Psikologlarımız var… Ailevi sorunları olanlara özel seanslar düzenliyoruz.
- Sakın Hıristiyanlık propagandası yapıyor olmayasınız?
Yüzüme hayretle baktı. Yine çok şaşırmıştı.
- Yok, Hıristiyanlık propagandası yapmıyoruz. İsterseniz bir toplantımıza sizde gelip görün…
- İnşallah… Davet ederseniz gelirim. Ama ben olayları sizin bildiğiniz şekilde yorumlamam. Benim bakış açım bu konularda farklıdır. Bazı istihbarat kaynakları, basında çıkan haberler, ülkemizde kalan yabancıların misyonerlik yaptığı yönünde…
- Biz yapmıyoruz
- Göreceğiz… Toplantınıza geldiğimizde, elimize İncil veriyor musunuz, vermiyor musunuz? İncil’i verip, bizi soyup soğana çeviriyor musunuz, çevirmiyor musunuz?
Son sözlerimle irkildi. Büyük ihtimalle toplantıya katılan Türk ailelere İncil veriyorlar. Ayrıca Hıristiyanlığı anlatan yayınlar, dergiler verip, abone ediyorlardı. Sanki yakalanmış gibi tedirgin oldu. Davete gelirken başına böyle bir şeyin geleceğini hiç düşünmemişti. Saatine bakmaya başladı.
- Kusura bakmazsanız biraz erken çıkacağım.
- Rica ederim. Buyurun.
Karısına seslendi. Kadın şaşırmıştı. Erken kalkmasına anlam veremediği belliydi. Çünkü davetten karısı rahattı. Kadın kadına kadınca sohbet ediyorlardı. Ama kocası umduğunu bulamamış. Kendini baskı altında hissetmişti. Birbirimize telefonlarımızı verdik. Ayrılırken, çok sıcak, samimi duygularla,
- Sizi toplantılarımızdan birine mutlaka çağıracağım
- İnşallah… Mutlaka gelmeye çalışacağım.
Dr. ve karısı gidince, kadınlar arasındaki sohbet anlamını yitirmiş gibiydi. Bende yalnız kaldım. Yanıma arkadaşlık için Ricardo geldi ama Türkçe bilmiyordu. Bizden uzaktaki Fiona’nın yardımıyla çat pat birkaç konuda konuşmaya çalıştık. Sıkılmaya başladım. Eşime işaret ederek gidelim dedim. Teşekkür ederek ayrıldık.
Sokağa çıktığımızda hava iyice serinlemiş, hafiften insanı üşütüyordu. Yolda eşim,
- Bakıyorum çok iyi anlaştın (dedi)
- Uzaktan öyle mi görünüyor?
- Evet, çok iyi sohbet ediyordunuz
- Evet ettik.
- Neler konuştunuz?
- Oradan buradan…
- Karısı mutlaka görüşelim diyordu.
- Görüşürüz tabi.
- Eve çağırsak olur mu?
- Olur tabi… Gelirlerse biz de gideriz.
Eşime konuşmanın içeriğini anlatmadım. Zira o zaman bana kızıyordu. İnsanları köşeye sıkıştırma diyordu. Bense insanları köşeye sıkıştırmadığıma inanıyor. Gerçeklerden söz ederek biraz sallamak istiyordum. Zira ne ülkemin insanları, ne de batılılar, durumun farkında değillerdi. Hemen hepsi toplum olarak günü birlik konuşmalarla vakit geçiriyor. Ülkelerinin yaptıklarından habersiz yaşıyorlardı. Özellikle batılılar, kendi ülkelerinin dünyayı sömürmek için yaptıklarını görmezden geliyor. Ülkelerine karşı çıkan fakir ülke insanlarına anlam veremiyorlardı. Onları uyandırmak gerekmiyor muydu? Veya konuya genelden farklı bakarak, bizler durumun farkındayız demek gerekmiyor muydu?
Uzun müddet Dr. Henry’den toplantı daveti bekledim. Bizi asla toplantılarına çağırmadılar.