- 945 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GÜVEN
“ Merhaba,
Semih, sana üzücü bir haberim var. Sınıfta kalmışsın. Bir arkadaşım için finansman dersine ait imtihan sonuçlarına bakıyordum. Senin adını da gördüm. İmtihana girmedi yazıyor. Hâlbuki sen buradaydın. Niye imtihana girmedin?
Girdiğin İstatistikten, İşletme finansmanından, Borçlar Hukuku derslerinden kalmışsın. Diğerlerini geçmişsin. Biliyorsun bir üst sınıfa geçmen için en fazla üç dersten kalma hakkın var. Girmediğin ders nedeniyle kaldığın ders dörde çıkıyor. Bu nedenle üçüncü sınıfa geçemiyorsun. İkinci sınıf derslerini geçmeden üçüncü sınıfa geçemeyeceksin.
Görüşmek üzere.
Ha, merak edersin diye söylüyorum ben üçüncü sınıfa geçmişim. Keşke sende geçseydin. Beraber imtihanlara hazırlanırdık.
Selamlarımla,
Sezai ”
Şaşkın, donup kalmıştım. Ben finansman dersini geçmiştim. Arkadaşım Süleyman’ın bana yazdığı mektupta, finansman dersini geçtiğimi söylemişti. Kendime gelir gelmez, hemen mektupları karıştırmaya başladım. Allah’tan bana gelen mektupları arşivliyordum. Süleyman’ın mektubunu buldum. İşte, finansman dersini geçtiğimi söylüyordu. Nasıl olur? Ben geçtiğim için bütünleme sınavına girmedim. Mektubu cebime koydum. Yarın ilk iş olarak işyerinden izin alıp Eskişehir’e gidecektim.
Sezai Eskişehirliydi. Kısa boylu, zayıf, esmer yapılıydı. Yavaş, tane, tane konuşurdu. Kalabalık bir aileye sahipti. Babası çocukken ölmüş, annesi başka bir adamla evlenmişti. Üvey babasından olan ana bir üç kardeşi vardı. Ayrıca üvey babasının çocuklarına da kardeşlik ediyordu. Yeni aile, üvey kardeşler, ana bir baba ayrı kardeşlerle kalabalıktı. Eskişehir Devlet Demir Yollarından emekli üvey babası, sert görünüşlü biriydi. İlk gördüğümde içim hiç ısınmamıştı. Sezai çok iyi adamdır deyince fikirlerim değişmişti. Arkadaşlarımın yaşadıkları evin karşısında oturuyorlardı. Sezai ile arkadaşlarımın evinde karşılaşmıştım. Şubat, Haziran imtihanlarına gittiğimde genelde birlikte çalışırdık. Eylül bütünleme imtihanlarında ise hiç ayrılmazdık. Okula devam eden arkadaşlar eylüle pek ders bırakmazlardı. Bu nedenle bazen tek başıma evlerinde kalır, çoğu zamanda otelde kalırdım. Otelde kaldığım süre içinde Sezai hemen her gün gelir birlikte, ders çalışır, Eskişehir’i gezerdik. Fikirleri sola yatkındı. Ben ne sağcı ne de solcuydum. Fikirlerim dinden yana, ama muhafazakâr değildim. Her türlü kitabı okur, geniş kültürlü olmayı severdim. Farklı fikirden olsak da, Sezai ile çok iyi anlaşırdık.
Süleyman’la çok iyi arkadaştık. Benim okul işlerimi takip ediyordu. Okulla ilgili işimi takip etmeyi o üstlenmişti. Okula başlamadan önce birlikte ders çalışırdık. Ben liseden sonra üniversite için bir yıl ara vermiştim. Benim ara verdiğim yıllarda Süleyman lisede son sınıfı okuyordu. Ailesini tanıyordum. Birlikte ders çalıştığımız süre içinde evlerimize gidip geliyorduk. Ailelerimiz gelip gitmese de, Süleyman bizim eve, ben Süleyman’ların evine giderek ders çalışmalarımız sürüyordu. Babasının çok iyi işi vardı. Memleketin eski esnaflarından sayılırdı. Bana babam okumam için para gönderemeyince memleketimde çalışarak okuyordum. Sadece imtihanlara gidiyordum. Bunu bilen Süleyman’ın ailesi, beni örnek göstererek Süleyman’ı Eskişehir’e göndermek istemiyorlardı. Sık sık Süleyman’a, sende Semih gibi burada çalış, onunla imtihana git diyorlardı. Süleyman’ın bu konuda kendine güveni yoktu. Okulu takip edemezse sınıfları geçemeyeceğine inanıyordu. Ailesinin Süleyman’a yaptığı baskıdan hepimizin haberi vardı. Kaç defa babası benim yanımda söylemişti.
Süleyman uzun boylu, normal yapılı, beyaz tenli, konuşkan bir arkadaştı. Babası gibi esnaf görünüşünü kaybetmiyordu. Ne kadar okusa da, çekirdekten yetişmiş esnaf yapısını kaybetmeyeceğe benziyordu. Zaten yaz tatillerinde babasının yanında çalışıyordu. Ailenin en büyük çocuğu olarak babasının işine yardım etmesi gerektiği söyleniyordu. Özellikle babası, işte yalnız kaldığını, her konuda güvenilir bir eleman bulamadığını, artık birlikte çalışma zamanının geldiğini söylüyordu. Elli yaşın üstündeki babasının istekleri normaldi. Ama Süleyman okul bitinceye kadar işte ancak yaz tatillerinde çalışabileceğini söylüyordu. Babası Ali amca, bazen benden yardım ister, “oğlum Semih, şu bizim deli oğlana söyle, senin gibi yapsın, benim ona ihtiyacım var” diyordu. Fakat Süleyman kim ne derse desin babasının dediğine yanaşmıyor. Okulda derslere katılamazsa sınıfları geçip, okulu bitireceğine inanmıyordu.
Süleyman, Eskişehir’de tuttukları evde, aynı lisede okuduğumuz, Mahmut, Recep, Kemal ile birlikte kalıyorlardı. İmtihanlarda bende aralarına katılarak beşinciyi oluşturuyordum. Mahmut lisede okurken evliydi. İki küçük kızı vardı. Tabi evliliği lise yıllarında imam nikâhlı olarak devam etti. Lise bitince nikâhı resmileştirdiler. Çünkü lisede okuyan birinin evliliği yasalara göre mümkün değildi. Okuldan atılmasına neden olabilirdi. Kemal kendi halinde suskun biriydi. İçine kapanıktı. Konuşmayı hiç sevmezdi. Birine soru sormaya korkardı. Recep ise ağır bir insandı. Annesi babası memur emeklileriydi. Topluma göre daha düzenli sayılan bir aile yaşamına sahipti. Aldığı aile terbiyesi ile rastgele konuşmaz. Ağzına asla küfürlü, argo kelimeleri yakıştırmazdı.
Süleyman’ın mektubunu okuduğumda aklıma hiçbir şey gelmedi. Süleyman finansman dersini geçtiğimi yazmıştı. Öyleyse yanlışlık okuldaydı. Akşam şehrin sokaklarına daldım. Çarşıya doğru giderken Süleyman’ın yeğeni karşıma geldi. Ona Süleyman’ı sordum. Antalya’ya tatile gitmiş. Aslında yeğenini görünceye kadar Süleyman’la konuşmak aklıma gelmiyordu. En azından görüşüp, Sezai’nin mektubunu Süleyman’a gösterip, hanginiz doğruyu yazıyor diyebilirdim. Şehrin merkezindeki postaneye gidip Sezai’nin evine telefon ettim. İyi ki Sezai evdeymiş. Ona mektubu aldığımı, yarın işten izin alacağımı, iki gün sonra orada olacağımı, birlikte okula gitmek istediğimi söyledim. Ankara’ya gitme planları yapıyormuş. Planını erteledi. Bir gün sonra buluşmak üzere anlaştık. Tren garında beni karşılayacaktı.
Sınıfta kalmam iyi olmamıştı. Birinci sınıfı direkt geçmiştim. Birinci sınıftan herhangi bir takıntım kalmamıştı. Okulu diğer arkadaşlar gibi sınıfları tekrar etmeden okuyabilmem önemliydi. Zira arkadaşlarım okulu bitirdiklerinde Eskişehir’de arkadaşlık yapacağım kimse kalmayabilirdi. Yeni kayıt yapan yeni hemşerilerimi ise tanımayacaktım. Tanısam da, benden çok küçük olacaklar, belki de onlarla anlaşamayacaktım. Şimdiki arkadaş grubumla akrandık. Liseden birbirimizi tanıyorduk. İyi kötü anlaşıyorduk. Teklifsiz birbirimize isteklerimizi bildirebiliyorduk. Gerçi bu konularda Recep biraz çekingen, bağnazdı ama olsun, idare ediyordu. Kafamda değişik düşünceler vardı. Şehir merkezinde de tanıdık birine rastlamadım. Sinemalarda seyretmediğim film yoktu. Hemen hepsini seyretmiştim. Sırf oyalanmak için gittiğim filme tekrar gittim. Dışarıda dolaşamazdım. Ekim ayının soğuk rüzgârları esmeye başlamıştı. Tek başıma kahvehanelere de gitmek istemiyordum. Filmi ikinci kez seyretmem beni sıktı. Filmin yarısında çıkarak eve geldim. Yatağa uzandım. Gözlerime uyku girmiyordu. Okumak için bir kitap aldım. Sayfanın yarısında sıkıldım.
Motorlu trene binmiş Eskişehir’e doğru giderken, işyerindeki arkadaşların şaşkınlığı gözlerimin önünden gitmiyordu. Muhasebe müdürümüz Kenan Bey, “Semih, arkadaşın sana kazık atmış olmasın” demişti. Bu sözünden dolayı ona çok kızmıştım. Kenan Bey, çok şey görmüş tecrübeli biri olabilirdi. Cin fikirli, güvensiz olabilirdi. Ama ben arkadaşıma güveniyordum. Arkadaşım bana asla kazık atmazdı. Bana “kızmazsan sana bir şey anlatacağım” dediğinde ona istemediğimi söyledim. Anlatacağının konusu arkadaş kazığı üzerine olabilirdi. Bu tür şeyleri duymak istemiyordum. Kenan Bey, zaten kibirli, kendini beğenmiş, geçimsiz biriydi. Benden beş yaş kadar büyüktü. Yani okuldan yeni mezun olmuş, askerliğini yapmış, iş konusunda henüz tecrübesiz biriydi. Muhasebe fişlerini işlerdi. Bizse fabrikadaki fiili işleri kayıt altına alırdık. Yaptığımız hesapları çoğu zaman anlamazdı. Bazen “bunlar ne, nasıl hesaplıyorsunuz” diye sorduğunda, gayri ihtiyari “boş verin, bunlardan siz anlamazsınız” deyiverirdik bize çok kızardı. Bir gün yaptığımız hesapları incelemeye başladı. Sormadan öğrenmek istiyordu. İşin içinden çıkamayınca deliye dönmüştü. İmalata yönelik çok ince hesaplar vardı. Personel bordromuz çok karışıktı. Sendika anlaşmasına göre verilen ücretlerin bir kısmı netten brüte, bir kısmı brütten nete gidiyordu. Hepsini doğru bir şekilde bordroya yerleştirmek zordu. Standart vergi oranı yoktu. Limitlerle belirlenmiş, çocuk sayılarına göre değişen, matrah aralıklarıyla sabitlenmiş vergiler vardı. Bütün hesaplar tamamıyla elle yapılıyordu. Bordro hesaplarının içinden çıkamıyordu. İki bilinmeyenli, çok bilinmeyenli denklem metotlarıyla çözüyordum. Kenan bey’in ise matematiği çok zayıftı. O daha çok kanunlara göre hangisi gelir, hangisi gider bunları biliyordu. İnce hesaplardan anlamıyordu. Öğrenmek için bize sorması gerekiyordu. Sorduğunda da gençlik işte ukalalık yapıyor, siz anlamazsınız diyorduk. Yanlış tavırlarımızdan dolayı deliye döndüğünü, ince hesaplardan anladığımız için kıskandığını biliyorduk. Kıskançlık insana neler yaptırmazdı. O kendisini bildiği için, arkadaşlar arasındaki kıskançlığın çok şey yaptıracağını anlatmaya çalışıyordu.
Patrondan Eskişehir’e izin istemek için gittiğimde, “Hayrola yeni geldin ya, ne oldu?” diye sorunca, durumu anlattım. İki mektubu gösterdim. Hayretler içinde kaldı. “Git öğren gel bakalım gerçeği neymiş” dedi. Bir gün izin verdi. Patronum sağ olsun okuyanları çok severdi. Onları kollar, gözetlerdi. Mesleğimizi öğrenmemiz için ne gerekiyorsa yapmamızı isterdi. Ekonomi, muhasebe, vergi yasalarıyla ilgili konularda yazılar yazan, yorumlar yapan mesleki dergilere abone olmuştuk. İstediğimiz her kitabı alıyorduk. Bize bu konuda sınırsız haklar vermişti. Çalıştığımız ofisin bir duvarını olduğu gibi kütüphane yapmıştık. “İşiniz yoksa mutlaka okuyun” derdi. Okul için her türlü desteği yapar. İşyerinde işler ne kadar çok olursa olsun, imtihanları kaçırma diye tembihlerdi. İzin vermeyi pek sevmezdi. Ama okula gitmek için izin istediğimde gözü kapalı imzalardı. Sağ olsun ondan çok şey öğrendim.
Motorlu Tren hızla ilerliyordu. Her zamanki bildiğim tanık manzaraları seyrederek gidiyordum. Eskişehir’den dönüşler genelde akşamları olurdu. Akşamları tren kalabalıklaşır, bazen yer bulamazdık. Ama sabahları sakin olurdu. Karakuyu’da Denizli’den gelen büyük trene binerdik. Büyük tren numaralı olurdu. Büyük trende numaralarımıza otururduk. Ama boş olduğu zaman istediğimiz yere oturmak âdetimizdi. Kondüktör lütfen yerlerinize geçin diye uyarırdı ama biz uymazdık. Kurallara karşı çıkmak, asi davranışlarımızı göstermek, gençlik heyecanlarımızın parçasıydı. Büyüklerin dediğini yapmak nedense sıkıcı gelir. İstediğimizi yapmayı özgürlüğümüz sayardık.
Afyon, Kütahya, Eskişehir, altı saatlik yoldu. Tren Eskişehir’e 14.00’te giriyordu. Tren yolculuklarında kitap okumayı, insanlarla konuşmayı seviyorken bu sefer, ne okuyordum, ne de insanlarla konuşuyordum. Hâlbuki yeni insanları tanımak, onlarla sohbet etmek çok hoşuma gidiyordu. Ortada karışık bir durum vardı. Eğer Sezai’nin yazdığı doğru çıkarsa, ortada büyük bir sorun vardı. Birincisi sınıfta kalmış olacaktım. İkincisi güvendiğim arkadaştan kazık yemiş olacaktım. Bir taraftan bir yıl kaybederken, diğer taraftan bir arkadaşımı da kaybedebilirdim. O zaman işler iyice sarpa sarardı. Böyle bir durumda, Eskişehir’e gelişlerimde arkadaşların yanında durmam zor olurdu. Tamamen otellere mahkûm olurdum. Mahmut iş takibini sevmezdi. Kemal bu konularda çekingen beceriksizdi. Recep kendi halinde, işlerini bile zor takip eden biriydi. O zaman benim okul işlerimi kim takip edecekti? Sanki gelecek yıllar sonuca göre büyük bir boşluk oluşturacaktı. Aklım dingin değildi. Kalbim sakin değildi. Düşünceler, sorunlar, sonuçla ilgili belirsizlikler kafamı kemiriyordu. Yol boyunca gözlerimi trenin geçtiği yerlerin manzaralarına dikmiş, boşlukta seyahat ediyordum. Şaşkınlık, şok, hayatımın parçası olmuştu.
Karşımdaki on yaşlarında sarışın, mavi gözlü küçük kız bana bakıp, bakıp gülüyordu. Göz kırptım. Sessizce “ne var?” dedim. O da sessizce “hiç” dedi. Yanındaki annesi bizim sessizce konuşmalarımıza şahit olunca, “ağabeyini rahatsız etme kızım, kusura bakma oğlum, ağabeysi uzakta, onu çok seviyordu, gördüğü her delikanlıyı ağabeysi kabul ediyor” “Rica ederim, ne olacak ki? Onun ağabeysi oluveririm. Değil mi kız?” Kız kızardı. Kafasını geriye doğru yasladı. Ağzını yukarıdan aşağıya doğru açarak “he…” dedi. Benim kızla fazla ilgilenecek halim yoktu. Eskiden olsaydı iyi arkadaşlık ederdim. Kafa karışıklığım buna izin vermiyordu. Kaba bir şekilde kafamı dışarıya çevirdim. Manzaraları seyretmeye başladım. Gözümün yan ucuyla kızı arada bir kontrol ediyordum. Küçük kız bakışlarımı yakalamak istiyordu ama ben izin vermiyordum. Kütahya’da inerlerken “güle güle” dedim. Küçük kız yine de ilgime sevinmişti. Bana elini sallayarak veda ederken küçük bir öpücük gönderdi. Hiç böyle şirin çocukla karşılaşmamıştım. Kütahya’dan hareket edip Eskişehir’e doğru yol alırken karşımdaki koltuğa yaşlı bir amca oturdu. “Merhaba oğlum” “merhaba“. Yaşlı amca zorlanarak bir şeyler anlatıyordu. Ama ben dinlemiyordum. Anlattıkları dedemin anlattığı savaş hikâyelerine benziyordu. Belli ki yaşlı amca da geçtiğimiz yerlerle ilgili anılarında çok şey taşıyordu. Normal zamanımda olsaydım amcadan çok güzel şeyler dinlerdim. Fakat şu an hiçbir şeyi dinleyecek gücüm yoktu.
Eskişehir tren garına girerken, Sezai’yi gördüm. Trene bakıyordu. Ona el salladım. Beni gördü. Tren durunca inip kucaklaştım. Hemen “nasıl olur böyle bir şey Sezai?” “Valla ben dün öğrenci işlerine gittim. Durumdan söz ettim. Onlar bizde yanlışlık olmaz dediler” “Hayret, hiç böyle bir şey başıma gelmemişti” “Süleyman yanlış yazmış olmasın?” “Bilmiyorum ki” “Tren yolunun kenarından ince bir yol gidiyordu. Bu yol, şehirden Akademiye giden yolla birleşiyordu. Şehrin içine gidip oradan dolmuşa binmektense, yolu takip ederek yürümeyi seçtik. Zaten ikimizde yürümeyi çok seviyorduk. Bana “aç mısın?” dedi. “Yok, Afyon’da bir şeyler alıp yedim” Akademi tren yoluna yakındı. Aslında şehrin içine gitmek yolu daha çok uzatırdı. Seçtiğimiz yol bizi okula daha erken götürürdü. Ara sıra genişleyen, genelde dar olan yolda yürürken değişik konulardan söz ediyorduk. Ama ben fazla konuşkan değildim. Sezai bunu fark ederek anlayış gösterdi. Adımlarımızı hızlandırdık. Yaklaşık kırk beş dakikalık yürüyüşten sonra okulun giriş kapısındaydık. Buraya kadar yorulduğumu fark etmemiştim. Okulun giriş kapısından girip yokuş yukarıya doğru çıkmaya başlayınca yorulduğumu anladım. Yokuş bana zorluk çıkarıyordu. Okulun idari binası, giriş kapısından hayli uzaktı. Terlemiş, nefes nefese kalmış bir şekilde idari binaya geldik. Sezai daha önce geldiği için direkt öğrenci işlerine doğru yürüdük. Ben öğrenci işlerinin nerede olduğunu bilmiyordum.
Öğrenci işlerindeki görevli Sezai’yi görünce tanıdı. “Sözünü ettiğin arkadaş bu mu?” diye beni sordu. “Evet” Görevli çok iyi biriydi. Otuz yaşlarında esmer, kısa boylu tıknazdı. Hani toplumda karnı geniş dediğimiz rahat tiplerdendi. Gülümseyerek bir inceleme yapalım dedi. Ona okul numaramı verdim. “Siz dışarıda bekleyin. On dakika sonra gelin” dedi. “Tamam” deyip dışarıya çıktık. Akademinin Eskişehir’e bakan kısmı önündeki dereye doğru alçalan bir yamaçtı. Okul yönetimi yamacı çok güzel ağaçlandırmıştı. Görevliler hemen her gün suluyorlardı. Ağaçlar henüz yeni ama artık gölgelerinde oturulacak duruma gelmişlerdi. Ağaçlıklara doğru yürüdük. Görevliler suluyorlardı. Henüz sulanmamış kuru bir yer bularak çimenlerin üzerine oturduk. Batı tarafından tatlı bir rüzgâr esiyordu. Eskişehir’e doğru oturmuş oradan buradan konuşmaya başladık. Sezai’ye “Süleyman bana kazık atmış olabilir mi?” diye sordum. Şaşırdı “mümkün değil, belki yanlış görmüştür veya sana mektubu yazarken yanlış hatırlamıştır. Ama kasıtlı olarak bir şey yapacağına inanmıyorum. Hem nereden bilebilirdi ki senin üç dersten kalacağını, dördüncü ders olacağını, bu nedenle sınıfta kalacağını?” “Doğru söylüyorsun. Ben üç ders bırakmasaydım sınıfta kalmayacaktım. İşin içinde kasıt bile olsa hatanın büyüğü bende. Niye üç dersi bırakıyorum ki? Hâlbuki biraz sıksaydım iki tanesini bile geçebilirdim. O zaman hiçbir sorun olmazdı.” “Bak gördün mü? Senin de aklın yattı. Aslında senin ne olursa olsun, okula geldiğinde öğrenci işlerine gelip durumunu kendin kontrol etmen daha doğruydu. Ama sen sadece Süleyman’ın mektupla yazdıklarıyla yetinmişsin” “Valla doğru söylüyorsun Sezai. Ben hiç bu açıdan düşünmemiştim. Ama diyelim ki Süleyman kasıtlı olarak kaldığım dersi geçtin diye yazdı. Böyle bir durum affedilebilir mi?” “Semih, niye öyle söylüyorsun? Süleyman’ın önce yanlış yaptığını tespit etmemiz gerekiyor. Sonra bu yanlışı kasıtlı mı, yoksa insani zaaflarından dolayı mı yaptığını bilmemiz gerekiyor. Diyelim ki kasıtlı yaptı, nedenlerini bilmemiz gerekiyor. Haydi nedenlerini bildik ve kesin suçlu. O zaman ne yapacağız? Onu mu suçlayacağız? Bana göre asıl suç sende…” “Niye?” “Dedim ya, sen hiçbir şey yapmadan sadece güvenmişsin. Her zaman okula geliyorsun. Bak Süleyman’ın geçtin dediği ders şubattan kalma. Sen haziranda imtihanlara geldiğinde öğrenci işlerinden son durumu öğrenseydin mesele kalmazdı. Tembellik edip niye gitmedin?” “Hiç böyle bir şeyin olacağı aklıma gelmedi ki?” “Semih öyle şey olur mu? Bak derslerde olasılıkları işliyoruz. Her konuda mutlaka olumsuz bir olasılığın varlığını peşinen kabul etmiyor muyuz?” “Evet, haklısın galiba… Belki onu için kalbimde Süleyman’a karşı hiçbir öfke belirmedi” “Bak bu iyi işte. Hayatta her şey olabilir. Asıl olan kontrollü olmak. Hani kontrollü olsak ne yazar. Bazen kontrol ettiğimiz şeyler bile tersine dönebiliyor. Bence elimizden geleni önce biz yapmalıyız. Sonra güven ortamına bırakmalıyız” “Sezai, sen çok iyi bir arkadaşsın. Aklıma gelmeyen şeyleri bana gösteriyorsun. Teşekkürler” “Rica ederim. İnsan başına kötü bir şey gelince aklını zor kullanır. Belki böyle bir şey benim başıma gelseydi, bana akıllı yönlendirmeleri sen yapacaktın. Ben şaşkınlıktan bir şey söyleyemeyecektim. İnsan çoğu zaman başına gelen şeylerden etkilenerek olumlu düşünemez” “Doğru söylüyorsun Sezai. Vakit geldi haydi gidelim”
Öğrenci işlerine geldiğimizde görevli bize “geç kaldınız” dercesine bakıyordu. Sınav sonuçlarının ilan edildiği sayfaları dosyadan çıkarmış. Bize “işte bunlar onaylı sınav sonuçları. Bunları görevliler yazıyor. Sonra hocalar kontrol ederek onaylıyor. Sadece hocaların onayları yetmiyor. Birde öğrenci işlerinin sınav sorumlusu kontrol ederek onaylıyor. Yani size diyeceğim en az beş kişinin kontrolünden geçerek ilan tahtasına konuyor. Onun için listelerde yanlışlık olması çok zor” Listede adımı gördüm. Karşısında kaldı yazıyordu. Görevliye “dediğin doğru olabilir. Peki, ufak bir ihtimal dahi olsa yanlışlık yapılmış olamaz mı?” “Çok zor” “Peki böyle bir ihtimali düşünürsek ne yapabiliriz?” “Bir dilekçe yazın, sınav kâğıdınızla liste tekrar karşılaştırılsın” “Tamam” deyip, öğrenci işlerine dilekçe yazıp bıraktık. Okuldan ayrılırken bu işten bir şey çıkmayacağına inanıyorduk. Sınıfta kaldığıma kesin olarak inanmıştım. Öğrenci işlerine verdiğimiz dilekçe formaliteden ibaretti. İçimde geçtiğime dair hiçbir his yoktu. Geri dönüşte tren yoktu. Otobüsle memlekete dönecektim. Otobüs ise gece 0.30 – 01.00 arasındaydı.
Otobüs saatine kadar Sezai benimle olabileceğini söyledi. Çok sevindim. Birlikte Eskişehir’i gezecektik. Önce otogara giderek bilet aldık. Sezai’nin mahallesine giden son otobüse kadar birlikte Eskişehir’i turladık. Kafamdaki karışıklık gitmişti. Arkadaşım Sezai’nin akıllı, mantıklı sözleri düşüncelerimi netleştirmişti. Ne olursa olsun suçun büyüğü bendeydi. Onun için Süleyman’a söyleyecek sözüm yoktu. 23:30 da Sezai’yi evine göndererek otogara doğru yürümeye başladım. Eskişehir dar sokakları sessizdi. Işıkların aydınlattığı sokaklar iyice kirlenmişti. Büyük ihtimalle sabaha doğru çöpçüler temizliğe başlardı.
Eskişehir’de otobüse bindiğimden itibaren yolculukla ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum. Belirsizlikler gidince, önceki günden de uykusuz olunca ölü gibi uyumuşum. “Ağabey, ağabey, kalk geldik.” On dokuz yaşlarındaki muavin beni sarsarak uyandırmaya çalışıyordu. Gözlerimi ovuşturarak “tamam” dedim. Zar zor kalkarak otobüsten indim. Elimdeki küçük çantamdan başka bir şeyim yoktu. Güneş doğmuştu. Saat 07:00 civarındaydı. İlk gördüğüm çeşmede elimi yüzümü yıkadım. Eve gidip üzerimi değiştirmem gerekiyordu. Sonra işe gidebilirdim. Aksu caddesinden eve doğru yürürken, Eskişehir’de birlikte okuduğumuz Mahmut’la karşılaştık. “Hayrola nereden geliyorsun?” Yolun kenarındaki bir evin sokak duvarına oturarak “gel sana anlatacaklarım var” dedim. Olayı kısaca Mahmut’a özetledim. Mahmut anlattıklarıma hiç şaşırmamıştı. Sanki biliyor gibiydi. Bana “Bak Semih. Süleyman’a sakın kızma. Eğer böyle bir şeyi bilerek yaptıysa bütün suç ailesinin. Çocuğa sürekli baskı yapıyorlardı. Senin burada çalışıp Eskişehir’de okumanı örnek gösterip okula göndermek istemiyorlardı. Birkaç kez bundan söz etti. Sana da nezaketinden bir şey diyemiyordu. Hatta bu yıl ailesine rağmen okula gelmişti. Belki de sana yanlış bilgi vererek sınıfta kalmanı sağlayarak, gördünüz mü işte, bak Semih okula gitmeyince kaldı diyecekti. Seni örneklikten atacaktı. Böylece kendini kurtarmış olacaktı. Bütün bunlar varsayım. Doğru olsa ne olur? Sen nasılsa çalışıyorsun. Okulu kaç senede bitirdiğin önemli mi? Okulu bitirince çalışmayacak mısın? Sen bizden daha şanslısın. İşin önünde, paran cebinde… Kimseye muhtaç değilsin. Süleyman babasına muhtaç… Ben aileme muhtacım… Sen değilsin… Muhtaçlıklar bazen yanlış yaptırır.” “Kendini fazla yorma Mahmut. Ben Süleyman’ı suçlamıyorum. Asıl suçlu benim. Okula gidince öğrenci işlerine gidip kontrol etmem gerekiyordu, yapmadım” “Neyi kontrol edecektin ki?” “Süleyman’ın bana yazdığı sınav sonuçlarını. İnsan hali, yanlış görmüş olabilir. Mektup yazarken yanlış hatırlamış olabilir. Sonra kasıt olsa ne olacak? Asıl görevini yapmayan benim”
Şaşırma sırası Mahmut’taydı. Hayretle yüzüme baktı. “Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?” “Evet” “Mesele yok öyleyse” “Yok tabi…” “Neyse ben işe gidiyorum, haydi sen evine git” “Ne evi ya eve gidip üstümü değiştirerek bende işe gideceğim” “Haydi hayırlı işler” “Sana da hayırlı işler”
Süleyman’a konuyla ilgili hiçbir şey söylemedim. Eskisi gibi merhabalaşmamıza devam ettik. Mahmut olayı kısaca anlatmış. O günden beri Süleyman yüzüme baktıkça kızarıyordu. Onu mahcup etmedim. Onu suçlamadım. Eskişehir’de iken Sezai ile anlaştık. Bundan böyle bütün okul işlerimi Sezai takip edecekti. Artık Süleyman’a bu sorumluluğu yüklemeyecektim. Buna rağmen Süleyman her seferinde bana mektup yazarak neticelerden haber verdi. Ona teşekkür ederek kırmadım.
İnsan aklı, mantığı, kontrolsüz güvene karşıydı. Sezai bana çok güzel açıklamıştı. Hâlbuki okuduğum kitaplarda da benzeri şeyler vardı. Bütün okumalarıma, bilgilerime rağmen nasıl olur da kontrolsüz güvenle hareket edebilirdim? Düşüncelerim, kararlarım kendini bulurken, kalbim huzur içindeydi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.