- 1773 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
AĞUSTOS BÖCEĞİ
Dört tarafı yüksek dağlarla çevrili küçük bir ovanın içindeydi köyümüz. Kışın ağır şartlarında bazen bir metreye kadar kar yağsa da bahar yüzünü gösterdiğinde yerdeki karlarda ağır ağır erirdi. Baharın ilk habercisi olan badem dallarının ucunda ilk beyazlar patladığında yüksek dağların tepelerinde hala kar olurdu.
Tüm köylü bademlerin çiçek açışındaki bahar sevinciyle işlerine koyulurdu. Önce kaysı ağaçları sonra bir bir asmalar budanırdı. Kadınlar kesilen dalları pişirecekleri yufka ekmekleri için yada ocaklarındaki yemekleri ısıtmak için evlere çekerlerdi.Her yerde bir hareket başlardı.
Karıncalar yuvalarının ağzını güneyin sıcaklığına açarken kıştan kurtulma töreni yapar gibi sıralanır etraftan bir şeyler toplamaya başlarlardı.
Kerpiç evimizin hemen yanı başındaki asma yeşermeye başladığında anam kışlık sarmalar için yaprak toplamaya koyulurdu.Ben asmanın altındaki minderde oturup onu izlerken her seferinde üzümleri daha rahat koparmak için yaprakları ayıkladığını sanırdım.
Çocukluk işte beş yaşındaki aklımla sadece böyle düşünüyordum o zamanlar. Babam, avludaki sedirde otururken her zaman ki gibi bir taraftan parlak tabakasından çıkardığı tütünle cıgarasını sarar, sonra -duvara asılı duran asmanın yapraklarını toplayan anamla bana bakardı.Ben yerdeki oturduğum minderden bir babamın ağzından çıkan puslu dumana birde sandalyenin üzerine çıkmış olan anamın yaprak toplayışını izlerdim.
Sultan Ablam, köyde açılmış olan nakış kursundan gelince, anam, babamın yanına geçerdi.Üzüm arama sırası bu sefer kurstan dönen Sultan Ablama kalırdı.Babamla anam konuşmalarını anlamaya çalışırdım.
Babam durmadan kaysıların para etmesiyle ilgili, anamsa durmadan Sultan Ablamın düğününün hayırlısıyla, bir an önce olmasını konularını konuşuyorlardı. Babam durmadan,
“Hanım dur hele bir ağustos ayı gelsin şu kaysıları satarsak o zaman tamamlarız kalan çeyizin eksikliğini.” derken, anamda hep
“ Yüzünün akıyla şu kızın bir düğününü görem başka bir şey istemiyorum.” diyordu hep.
Babamla anamın sohbeti bitince babam kahveye giderken anam karşı komşumuz Emine Teyzeyi çağırır otururlardı. Bazen Sultan Ablam da onlarla konuşurdu.Emine Teyze geldiğinde sohbetin olmazsa olmazıydı kahve.Küçük yudumlarla dudaklara götürülüp içildikten sonra bir bardak suda ardından içilirdi.
Sonunda ağustos ayı gelmişti. Dallarındaki tüm kaysılar salanmış, altın paralar gibi sarı yuvarlak haline getirilmişti. O gün öğlen vakti Emine Teyze yine bize gelmişti ,babam kahveye gittikten sonra.
Kahve merasimin ilk işaretini verirken, “ Sultan kızım, şöyle köpüklü bir kahve yap da kahveni içerken falınada bakayım.” demişti. Onlar duvara asılı asmanın karşısında duran avludaki sedirin üzerinde otururken, bende yerdeki minderimde oturarak onları anlamaya çalışıyordum bir taraftan bez bebeğimle oynuyordum.
Sonunda kahveler içilmişti. Fincanlar ters çevrilmişti. Uyutulurken soğuk kahveler, Sultan Ablamın soğuyan fincanı açılırken, gözleri de pür dikkat açılmıştı. Emine Teyze fincana bakmasıyla bırakması bir olmuştu.
Sanki eli fincanda yanmıştı. “Buna bakamayacağım Sultan kızım” demişti. Nesine bakamadığını hiç anlayamamıştım. Bakılamayan fallarda mı olurmuş diye hep merak ettim o günden sonra.
Altı üstü içilen kahvenin fincanın içindeki ince telvelerdi oysa. Büyüdüğümde iyice anlamıştım Emine Teyzenin hep yalan attığını. Ama o yıllar çocuktum işte.
Evlerin içi sıcak olduğundan köydeki herkes damlarda yatıyordu. Sıcak gecelerin tek konuşan böcekleri ağustos böcekleriydi. Biz evin damında yatarken, sabaha kadar susmazlardı. Sabahta devam ederlerdi.
Gecenin birinde sıkışıp tuvalete çıkmıştım. Küçük, sessiz yalın ayaklarımla. Dolunay olduğu için gündüz gibiydi.Aşağı inip avlunun ötesindeki tuvalete doğru tam yürüyecektim ki asmanın altında Sultan Ablamı gördüm.
Yanındaki karanlık gölge onun menekşe desenli eteğini kaldırmıştı. Sultan Ablamın dizinin üstüne kadar olan çıplak baldırları ayın aydınlığında parlak görünüyordum. O gölgeden korktuğum için o tarafa geçemedim.
O an fazla tutamadığım için tüm ıslaklığımı elbiselerime ve kapı eşiğine bıraktım. Sultan Ablam beni kapı eşiğinde bulduğunda, benim onu görmüş olduğunu anladığından
“Sakın kimseye bir şey söyleme yoksa seni kaysı ağacındaki salıncakta sallamam. Hem anama söylersen benimde kemiklerimi kırarlar. Söylemeyeceğine dair bana söz ver” dedi.
Aklımın yettiği kadar ona söz vermiştim o gün. Bir kaç gün sonra yine sıkıştım. Yine Sultan Ablamın bacaklarını gördüm. Bu sefer umursamadan tuvalete gittim.Sabah uyandığımda düğün telaşı herkesi sarmıştı.Herkes bir yerlere koşuşturuyordu.
Yemek yapmak için avlunun ortasındaki erik ağacının dibine bir kazan koymuşlardı. O an karşı kazandaki kaynatılan buharı bile görmüştüm. Rasim Amca beyaz bir gelinlik getirmişti. Köydeki herkes bizim düğüne koşmaya başlamışlardı. Telaşın çokluğundan beni dayımın evine getirmişlerdi.
Sultan Ablam evleniyor diye hem sevinçliydim hem de üzülüyordum.Evlenince başka bir evde kalacaktı.Yatarken ona sarılamayacaktım ya da beni salıncakta kimse sallamayacaktı.Bir kaç gün sonra eve beni yengem getirmişti.
Babam yine tabakasında sardığı tütünün dumanı dışarı salmak istemez gibi içinde tutuyordu. Anam halen asmanın içindeki sararmış üzümleri oturduğu yerde gözleriyle topluyordu.
Babamın gözüne duman anamın gözüne üzüm düşmüştü sanki.Abladan ayrıldıkları için ikisi de çok üzgündü.Bir gün ablamı çok özlediğimi söylediğimden bıktıklarından beni onun yanına götürdüler.
Yolda giderken bir kaysı ağacına yapışmış ağustos böceğinin artık kalmış boş kabuğunu gördüğümde anladım.Mezarlık yolunun hiçbir yola çıkmadığını.Bana sonradan söylediler Sultan Ablamın asmanın kollarında bir aşk için kendini astığını.
Ama mezarında durup toprağını öperken ona fısıldadım.Onun eteklerini kaldıran gölgenin kim olduğunu kimseye söylemediğimi sessice söyledim.Ona sözümü hala tuttuğumu da söyledim .Eğer olanları o an söyleseydim anama,Sultan Ablam kızardı, hem de çok…
O hiç bana kızmasın diye gördüklerimi kendime hep kendi içime sakladım.
Şimdilerde anam asma ağacına kurduğu salıncakta sallıyor beni.Ama benim gözüm hep karşıdaki kaysı ağacındaki salıncakta.Bazen anamla babama çok kızıyorum, Sultan Ablamı çok uzaklara gelin verdikleri için.İşte bu yüzden bana evde kalmış kızda deseler hiç ama hiç evlenmeyeceğim…..
DİLEK YILDIZI’ NA TEŞEKKÜRLER...
...
YORUMLAR
MUTLULUK ÇOCUKLUKTA MI KALDI?
(Karlı bir gün de siyah beyaz bir fotoğrafın anımsattıkları)
Nerede uyursak uyuyalım, yatağımızda uyanacağımızı bilmenin rahatlığını sadece çocukluğumuzda yaşadık belki de. Çocukluğumuzun en güzel yanıydı, uğur böceklerinin uğur getireceğine inanmak. Sadece çocukken mümkündü utanmadan başkalarının yanında sesli ağlayabilmek. Küçükken, “büyüyünce ne olacaksın?” Diyenlere aşık olacağım derdim. Çocuk aklı işte! En derin yaraları aşkın açacağını o yaşta düşünemiyor insan. Büyüyünce anladık radyonun içinde insan olmadığını ve leyleklerin getirmediğini bizi…
Çocukken gidenlerin döneceğini bilirdik, beklerdik. Her ayrılık kavuşmakla biter sanırdık.
Tek derdimiz akşamları sokaktan eve daha geç girmek olurdu, bir de karneye gelecek notlar.
Sınıf arkadaşlarımızın veya kendimizin öleceğini düşünemezdik hiç. Böyle bir ihtimalin varlığı da öğretilmezdi. Büyürken çarpa çarpa öğrendiğimiz gerçeklerden di sevdiklerimizin bir gün bizi terk edeceği, ya da bizim onları…
Komşu bahçelerden çaldığımız eriklerin ve diğer meyvelerin tadını, yıllar sonra hiçbir markette bulamayacağımızı bilemezdik elbet. Hoşumuza giderdi macera, çalardık, yerdik, helal edilirdi…
Bir tek karanlıktan korkardık, o da babamız yanımıza gelinceye kadar…
Kavga etmek kolaydı çocukken, ama barışabilmek çok daha kolaydı. Kırılan kalpleri onarmak ta öyleydi, bir özür yeterdi. Özür dilemenin yeterli olmayacağı kadar kökünden kırılmazdık...
Annemizin dövmeyeceğim demesine inanıp bile bile dayak yiyen, kara kedi görünce kendi saçını çeken, hatta kolumuzu ısırıp saat yapan çocuklardık biz. Küçücük şeylerden mutlu olur, çocuk saflığıyla ağız dolusu sımsıcak kahkahalar atardık…
Dizlerimizdeki yaralara tükürük, tütün veya biraz kağıt yeterdi. Acıyan yerimiz öpüldüğünde ağrının geçtiği öğretildi bize, gerçekten de geçerdi. Ancak büyüyünce anladık asıl öpünce hiç geçmediğini yaraların…
Yetişkin olduk, kırıldık, döküldük, incindik. Yaşamın bize hediyeler sunmadığını, bedava peynirin sadece fare kapanında olduğunu fark ettik. Küçükken kurduğumuz düşlerin hepsi gerçek olacak zannederdik; bir baktık ki, yırtık ceplerimizden düşmüş hayallerimiz. Kartopu oynama, kayma sevincinin, zamanla çığ korkusuna dönüşmesiydi büyümek. Ya da büyük bir kumar ...
Büyüyünce kaybettik tüm masumiyetimizi. Büyüyünce gördük bütün arka bahçelerini dünyanın. Ne kadar acı çektiysek, o kadar onursuzlaştık. Çocukluk evremizde hiçbir şeyde her şeyi bulurken, yetişkinliğimizde her şeyde hiçbir şey bulamaz olduk…
Çocukluğumu özlüyorum. Hani şu yara bere dizlerimi. Pamuk helva yapışmış suratımı. Evde suç işlediğimde saklandığım kapı ardını. Oysa çoktan sobeledi hayat…
Peki! Hiç kendimize sorduk mu? Neden hep çocukluğumuza gitmek isteriz, neden hep eski günler, eski mutluluklar, eski coşkular daha kocaman, daha değerliymiş gibi gelir ve hep o dönemlere geri gitmek isteriz?
Yeni keşiflerin, buluşların, farkındalıkların en masum, en heyecanlı ve en sevgi dolu şekilde yaşandığı dönem çocukluk evresi olduğundan mı?
İnsanı mutlu eden şeyler bağımlılık yaparmış, belki de bundandır çocukluğumuza gitmek isteyişimiz, unutamayışımız…
Çocuk samimiyetini, güzelliğini kirlettik. Bu nedenle, geçmişteki çocukluğumuzun bir parçasını içimizde, kalbimizin, ruhumuzun en derininde canlı tuttuk hep. Gerektiğinde yeniden yeşertmek için.
Peki! yeşertebildik mi?
Yaşlar ilerledi, çocukluk, gençlik yılları buğulu bir perdenin arkasında kaldı. Öyle bir kaldı ki, ne kalış; çayımız bardakta, sevinçler kursağımızda, sevdiklerimiz uzaklarda, gülüşlerimiz fotoğraflarda, mutluluk çocuklukta kaldı… Unutunca çocukluğumuzu, kırılan oyuncaklar gibi kırıldı kalbimiz de…
Siz nasıl düşünürseniz düşünün. Bana göre; Çoğumuz sattığımız hayallerimizle, ahengi bozuk bir tiyatroda, oyun sonunu bekliyor, ikinci el hayatlar yaşıyor, çocuklukta kalan mutlulukları düşlüyoruz. Ve tedavülden kalkmış çocukluğumuzu…
Bunun en gerçekçi kanıtı da; Olgun kişiliklerimizle kendimizi zaman zaman çocuksu yaramazlık düşüncelerini eyleme dökme çabası içinde bulmamız olmuyor mu? Hatırlayın…
Kaç yaşında olduğumuzun ne önemi var? Yaşanmayı bekleyen, çocuksu mutluluklar var hala. Onları bulduğumuz an ıskalamamak gerek. Zira neye sahip olduğumuz değil, neyin keyfine varabildiğimizdir mutluluk…
Şimdi soruyorum; büyüyüp te bağıra bağıra ağlayamadığım, şımaramadığım hayat sen ne işe yararsın?
Acı tatlı ne çok anı var belleğimizde çocukluğumuza dair... Yukarıdaki yazınız bana bu yazımı hatırlattığı için paylaştım. Saygılarımla...
Acı bir öyküyü, güzel ve başarılı bir anlatımla sunmuşsunuz. Hayat biz hayaller kurarken, başımızdan geçenler değil midir? Yüreğinize ve kaleminize sağlık. Sanatın ve yaşamın sıcaklığıyla kalın...
hüseyin çelikten tarafından 4/22/2015 2:00:58 AM zamanında düzenlenmiştir.