- 616 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Olimpos Günlükleri Kayıp Taç Bölüm 6
BÖLÜM 6: KEHANET
Ahmet, artık zamanının çoğunu Olimpos’da geçiriyordu. Kütüphanede, antik yunan hikâyelerini okuyor; odasında yeni güçlerini deniyordu. Yurda pek uğramıyordu doğrusu. Zaten okulun müdürü burslu öğrencileri pek sevmediği için ona bir şey demiyordu. Ahmet ondan başka bir yerde kalmak için izin istediğinde “Tabii ki gidebilirsin, hatta istiyorsan bir daha gelme” diyordu. Ahmet odasından gülerek çıkıyor ama odadan çıktıktan sonra “Keşke Zeus’a dönüşüp şu adamın kafasına bir şimşek çaktırsam ya da boğazını kılıcımla kessem” diye içinden geçirmiyor değildi hani.
Ahmet, kitapları pek sevmezdi ama Olimpos’daki kütüphaneyi çok seviyordu. Belki de antik yunan hikâyelerine merakı olduğundandır. Ahmet burada neredeyse gününün yarısının geçiriyor, kitapların çoğunu okuyordu.
Kütüphanede bir gün kitap ararken gözüne bir kitap çarptı. Kitap diğerlerine göre daha inceydi. Kahverengi kabının üzerinde farklı bir dilde bir şeyler yazıyordu. Aslında buradaki kitapların hepsi farklı bir dilde yazılmıştı ve Ahmet bunları okuyabiliyordu. Ama eline aldığı bu kahverengi kitabın üzerindeki yazıyı okuyamıyordu. Bu da onu daha fazla meraklandırmıştı. Acaba kitapta ne yazıyordu…
Ahmet, hemen raflardan başka birine gidip başka bir kitap aldı. Bu kitabın üzerindeki yazıyı okuyup okuyamadığını merak etmişti. Bu kitap, çok daha kalındı ve siyah bir kabı vardı. O kadar kalındı ki Ahmet bir an elinde bir televizyon taşıdığını sandı. Zar zor kitabı alıp masanın üzerine koydu. Bu kitabın üzerindeki yazı da farklı bir dilde yazılmıştı ama Ahmet bunu rahatlıkla okumuştu. Kitabın üzerinde “Ölümün Kapısı” yazıyordu. Ahmet bu kitabın başlığını okuduktan sonra bu kitabı okumamaya karar verdi. Kitabın isminden bile ürkmüştü doğrusu.
Ahmet, kahverengi kitabın yanına geldi ama yazıyı hala okuyamıyordu. Kitabı açıp içine bakmak istediğinde ise onu çok daha şaşırtan bir olayla karşılaştı. Kitabın kapağı açılmıyordu.
Saat çok geç olmuştu ve yarın okul vardı. Ahmet bunları düşünerek yatmaya karar verdi. Ama kitabı burada bırakmak istemedi. Kitabı da alıp çantasına koydu. Aslında kitabı Osman ile Miray’a da göstermek istiyordu. Ahmet çantasını hazırladıktan sonra odasına gidip uyudu.
Ahmet, çok değişik bir rüya gördü. Rüyada kapkaranlık bir yerdeydi ama etrafını çok rahat görebiliyordu. Aşağı doğru baktığındaysa çok korkunç bir manzarayla karşılaştı. Uçuyordu. Ahmet boşluğun üzerindeydi ve sabit bir şekilde orada duruyordu.
Derken çok garip bir kadın sesiyle irkildi. Ses ona “Zeus” dedi. Ahmet sağa sola baktı ama kimseyi göremedi. Ses çok yüce varlıktan geliyor olmalıydı. Çünkü ses çok derindi ve sanki milyonlarca yıl yaşamış birinin sesi gibi çıkıyordu.
“Efendim” Ahmet bunu söylerken sesten biraz korkuyordu doğrusu. Ama kim korkmazdı ki..
“Dünyayı kurtarmak için bir göreve çıkılacak. Görevle ilgili bazı bilgilere ihtiyacın olacak…”
“Neye? Ne gibi bilgilere ihtiyacım olacak?” deyip Ahmet yaşlı kadının sözünü kesti.
“Sakin ol genç Zeus! Sen bilgileri bir kâhinden alacaksın. Onun kehanetleri size bazı bilgiler verecek.” dedi.
“Kâhin kim ve kehaneti ne?” diye sordu Ahmet. Sorarken kahinin vereceği karardan ötürü çok zorlu bir yolculuğa çıkacağını hissediyordu.
“Kâhini kitap seçecek” Yaşlı kadının sesi iyice korkunç bir hale almıştı. Ahmet son bir cesaret toplayıp “ Hangi kitap yaşlı kadın?” diyiverdi. Bunu dedikten sonra korkusu biraz daha artmıştı. Hangi aptal kendisi görünmediği halde sadece sesiyle sizi korkutabilecek bir kadına “yaşlı kadın” diye hitap ederdi ki? İşte Ahmet bunu yapmıştı. Ama kadının tepkisi o kadar da kızmış gibi değildi. Galiba alışmıştı ona “yaşlı kadın” denmesine.
“Hangi kitap olduğunu sen biliyorsun Zeus” dedi. “Ama kâhinin dedikleri çok iç açıcı olmayabilir. Onun dediklerini iyi anlamalısın ve kehaneti doğru yorumlamalısın.” Yaşlı kadın bunları söyledikten sonra Ahmet rüyadan uyandı. Uyandığında dışarıya baktığında güneşin doğduğunu gördü. Artık okula gitmesi gerekiyordu.
Ahmet, okula gittikten sonra hemen Osman ve Miray’ı bulmak için sınıfa girdi. Sınıfta ikisi gördüklerinde yanlarında bir kız daha vardı. Kız; Ahmet’e göre biraz daha kısa boyluydu, saçları kahverengi, dalgalıydı, saçlarını atkuyruğu bağlamış ve sol omzundan aşağı doğru bırakmıştı. Gözleri siyahtı. Üzerine okul kıyafetleri giymiş ve ayaklarında siyah bir converse ayakkabı vardı.
Ahmet yanlarına gittiğinde “Merhaba” dedi ve Osman ile Miray’a “Şu kız kimse yollayın çünkü sizle önemli bir şey konuşmam gerek” dermiş gibi bakış attı. Osman, Ahmet’in dediğini anlamıştı ama yine de kızı burada bırakıp gitmenin ayıp olacağını düşünüyordu. Yine de Ahmet’in söyleyeceği şeyi çok merak etmişti. Arada birkaç dakika sessizlik olduktan sonra Miray sessizliği bozdu.
“Sümeyye” dedi “Bu Ahmet” Ahmet, Miray’ın konuşmasından kızın adının Sümeyye olduğunun anlamıştı. Sümeyye, elini Ahmet’e doğru tokalaşmak için uzatıp,
“Seni tanıyorum tuhaf çocuk” dedi. Ahmet, ilk önce Sümeyye’nin kendisine neden böyle dediğini anlamamış gibi Sümeyye’nin suratına baktı. Ama sonra okulun ilk günü bağırarak sınıftan çıktığının ve koşmaya başladığını hatırladı. Galiba Sümeyye bundan bahsediyordu.
Ahmet de elini uzatıp Sümeyye’nin elini sıktı. Sümeyye’nin elini sıkar sıkmaz kıza garip bir şey oldu. Sümeyye. Sanki başına görünmez bir çekiçle vurulmuş gibi diğer elini başının üzerine koydu. Ahmet, Sümeyye bakıp
“Ne oldu? Başın mı ağrıyordu?” diye sordu. Ama bunu sorarken hala Sümeyye’nin elini tuttuğunun fark edince elini hemen çekti. Sümeyye’nin elini bıraktığında Sümeyye biranda sanki başının ağrıması geçmiş gibi rahatladı.
“Evet ağrıyordu. Ama şimdi geçti.” Bu biraz garipti. Neden biranda kızın başına ağrılar girmiş ve Ahmet elini çektiğinde ağrısı geçmişti? Hiç kimse bir şey demese de Ahmet herkesin bu olay hakkında farklı şeyler düşündüğünü biliyordu.
Ahmet, Sümeyye’den izin isteyip Osman ile Miray’ı yanına çağırdı. Onları sınıfın arka tarafına gözlerden uzak bir yere götürdü. Genelde sınıfta özel bir konu konuşacakken buraya gelirlerdi ve burada konuşurlardı. Ahmet, vakit kaybetmeden çantasından kahverengi kaplı kitabı çıkardı ve “Bu kitap diğer kitaplardan çok farklı. Üzerindeki yazıyı okuyamıyorum” dedi. İkisi de kitaba baktıklarında yazıyı okuyamadıklarını fark ettiler. İkisi birden aynı anda “Ben de” dediler. Ahmet, işlerinin iyice karıştığını hissedebiliyordu. Miray’a
“Sen Athena’sın “ dedi “En zekimiz bunun hakkında gerçekten de hiçbir şey bilmiyor musun?” Miray, kitabı aldı ve biraz inceledi. Sonra onlara dönüp
“Bu çok eski bir dil” dedi “ Hatta bizden bile eski. Yanlış hatırlamıyorsam bu yazıyı hiçbir Olimposlu okuyamaz.”
“Madem, bizden kimse okuyamıyor o zaman kitap neden Olimpos’da?” diye sordu Osman.
“Bilmiyorum ama galiba bu özel bir dil dünya üzerinde bunu bilen biri olduğunu düşünmüyorum. Galiba bu eski bire kabilenin dili. Genelde kâhinlerin çıktığı bir kabile…”
“Kâhin” diye bağırdı Ahmet. Sanki bir şey bulmuş gibiydi. Sınıftaki diğer kişiler gibi Osman ve Miray da Ahmet’e bakıyorlardı ve niye böyle bir hareket yaptığını merak ediyorlardı?
Ahmet, biraz daha sakin olarak Osman ve Miray’a dün gördüğü rüyayı ve yaşlı kadının söylediklerini anlattı. Bir kâhinin geleceğini ve kehanetlerinin oları şekillendireceğinden bahsetti. Bu biraz ürkütücüydü ama galiba bu üçlü bunla baş edebilirdi. Yalnız başlarında artık yeni bir soru işareti oluşmuştu: Kâhin kim?
Teneffüs zili çaldığında artık öğle yemeği vakti gelmişti. Ahmet hariç herkes yemeğe gitti. Ahmet ise hale kitabı ve üzerinde ne yazdığının düşünüyordu. Çıldırmak üzereydi. Niye bütün kitapları okuyabildiği halde bu aptal kitabı okuyamıyordu? O kadar sinirliydi ki o an yanında kimse olmamasına sevindi. Çünkü eğer yanında biri olsaydı kılıcını ona batırabilirdi. O kadar sinirliydi yani…
Ahmet, artık ne yapacağını şaşırmıştı. O kadar uğraşmasına rağmen kitabın kapağındaki yazıyı okuyamamıştı ve daha kötüsü daha kitabı açamamıştı bile. Sinirinden kitabı tahtaya doğru fırlattı. O anda sınıftan içeri Sümeyye girmişti ama Ahmet bunu fark etmedi bile. Sümeyye, yerde duran kitabı aldı ve “Kehanet” dedi. Ahmet, başını sıranın üzerinden kaldırdığında Sümeyye gördü. Ve elinde kahverengi kitabı tutuyordu.
“Efendim” dedi Ahmet.” Ne dedin?” Bunu söylerken Ahmet gerçekten de şaşırmıştı.
“Kehanet. Kitabın üzerinde yazan şey” Bunu söylerken Sümeyye, “sabahtan beri bu kitapla uğraşıyor ve daha kitabın adını bile bilmiyor mu? Bu çocuk gerçekten de tuhaf” diye düşünmüştü.
Ahmet güldü ve koşarak sınıfta çıktı. Sınıfta çıktıktan sonra da koşmaya devam etti. Koridor da koşarken bir kıza çarptı. Ahmet aceleyle “Özür dilerim” dedi. “ Bir yere yetişmem gerekiyor da” Aslında bir yere yetişmesi gerekmiyordu ve Ahmet neden böyle dediğini de anlamamıştı. Kız ona
“Sakin ol tuhaf çocuk” dedi. Ahmet, bunu duyunca sınıftaki herkesin ona “tuhaf çocuk” demeye başladığını hissetti. Sonra kıza doğru bakıp “Tuhaf çocuk mu? Sınıftaki herkes bana böyle mi diyor?” Kız “evet” dermiş gibi başını yukarı aşağı salladı.
Kız; kısa boyluydu, uzun, dalgalı, sarı saçları salmıştı. Gözleri siyahtı. Onun da üzerinde Sümeyye’nin ki gibi okul kıyafeti vardı ama üzerinde kahverengi bir ceket de giymişti. Ayakkabısı ise mor bir spor ayakkabıydı. Arkasında da siyah bir sırt çantası vardı. Belki de bu yüzden çarpıştıklarında sarsılmıştı.
Konuşurlarken, karşılarından Miray ve Osman geldi. Miray, Ahmet’e bakıp omuz attı. Sanki “Bizler Olimposluyuz. Kız arkadaşın varsa bize söylemen iyi olurdu” der gibiydi. Ahmet, buna çok sinirlenmişti. Daha adını bile bilmediği bir kız nasıl kız arkadaşı olabilirdi ki. Bunu söyleyince birden gerçekten de kızın adını bilmediğini fark etti. Kıza “ Fark ettin mi bilmiyorum ama daha adını bilmiyorum” dedi. Kız ona elini uzatıp “Eda” dedi.”Benim adım Eda”. Ahmet, Eda’nın elini tutup “Benim adım da…”
“Ahmet, değil mi tuhaf çocuk adını biliyorum” diyip tamamladı. Ahmet, Eda’nın elini sıktığında şimşekler çaktı. İkisi de biraz korktular. Eda, bunun bir rastlandı olduğunu düşündü ama Ahmet içinden “bir daha kimsenin elini sıkmayacağım. Birinin elini sıktığımda şimşek çaktı, diğerinin elini sıktığımda başı ağrıdı” diye düşündü. Sonra, aklına Sınıfta niye çıktığı ve arkadaşlarının yanına sınıfa gitti.
Sınıfa gittiğinde Sümeyye kitabı Ahmet’in masasına bırakmıştı ve üçü birden bir konudan konuşuyorlardı. Sonra Osman, Ahmet’in geldiğini görünce “Güzel kız doğrusu “ dedi. Ahmet anlamamıştı ama sanki anlamamış gibi “Kim?” diye sordu. Miray da “Kraliçe Hera’ya da çok beziyor” dedi ve gülüşmeye başladılar. Ahmet normalde böyle konularda yapılan şakalarını kaldırırdı ama önlerinde çok önemli bir olay vardı ve şakalaşmaya vakit yoktu. Sümeyye’yi gösterip; “Kâhin o” dedi “Kitabın üzerindeki yazıyı okuyabildi.” Gülüşmeler bir anda durdu ve yerini hayret dolu bakışlara çevirdi. Osman ve Miray, Sümeyye’ye baktılar. Bir şey demediler ama gözlerindeki bakışın anlamı şuydu: Gerçekten de okudun mu?
Sümeyye, cevap veremiyordu. Çünkü yazının farklı bir dilde olduğundan bile haberi yoktu. Yazıyı kendi ana dili gibi okumuştu ve hiç zorlanmamıştı. Ahmet, Kitabı önüne getirip “Kitabı aç” dedi “ Biz bunu yapamamıştık.” Sümeyye, kitabı aldı ve açtı. Açılmıştı. Kitap çok kolay açılmıştı.
“Açıldı” dedi Osman ve sonra hayretle “İçinde ne yazıyor” diye sordu.
“Kitap boş” dedi Sümeyye “İçinden hiçbir şey yazmıyor.” Haklıydı. Kitabın üzerinde hiçbir şey yazmıyordu. O zaman neden bu kitap bu kadar önemliydi? Dördü de bu soruya yanıt verememişti.
Aniden Sümeyye’nin gözleri parlamaya başladı. Sümeyye, elini kitabın üzerine koydu ve boş sayfada bazı şeyler yazmaya başladı. Üçü de ne kitapta ne yazdığını anlamamıştı ama bunun kehanet olduğunu düşünmeye başladı. Sonra Sümeyye değişik bir sesle konuşmaya başladı.
Kaosun ortasında dumansız bir ateş parlayacak
Kayıp Taç hakkı olanı kraliçesi seçecek
Dost bildiğin arkadan bıçaklayacak seni
Ve kanın diriltecek Kaos’un Efendisini
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.