- 1490 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
GÜLÜŞÜN GÜNEŞE DAVETTİR
Zamanın yorgunluğuna direnmekte hala ısrar eden dede yadigârı radyomda beni meçhul zamanlara sürükleyen büyülü ezgiler dinliyorum. Kâh bulut olup göğe yükseliyor kâh nazende bir güzelin gülüşüne buse oluyorum. Kâh yamaçlara yağan yağmur gibi ağlıyor kah yüzünü güneşe dönmüş günebakan çiçeği gibi gülümsüyorum.
“Beni candan usandırdı cefadan yar usanmaz mı” diyen şairin sitemi dolduruyor dudaklarımı. Önümde imzalanmayı bekleyen dosyalar, masamda bir fincan soğumuş çay ve içilip küle boğulmuş sigara izmaritleri… Bu olağan tablonun arasında kendini işine vermeye çalışan ben, yine hatıralarına esir düştüm..
Hatırlıyor musun? Arkadaşın Duygu’nun doğum günü kutlamasından geliyorduk. Her zamanki yolumuzdan gitmeyi istemedin ben de seni Küçükçınar ‘da ki ırmak yolundan getirdim. Yolda bir çifte rastladık. Adam karısından dayak yiyordu. Arabadan inip müdahale ettik. Aslında tam tersine alışkın olduğumuz manzara bize oldukça komik gelmişti. Kadın var gücüyle kocasına vuruyor adam da “Yardım edin komşular!” diye bağırıyordu. Güç bela sakinleştirdik kadını. Meğer adamcağız pazara giderken ocağın altını açık unutmuş da yemeği yakmış o yüzden dayak yiyormuş. O akşam sabaha kadar gülmüştük. Daha doğrusu sen güldün bense gülüşünde kayboldum saatlerce.
Sabahları birlikte koşardık sahil yolunda. Dönerken de aynı çocuktan çıtır çıtır simitlerimizi alır evimize gelirdik. Ne çok severdin o çocuğu. “Gözleri ne güzel” diyip dururdun. ” Kocaman, bir dünyayı içine sığdırabilecek kadar kocaman” derdin hayretle. Sevgiyle bakardın ona. İçinde bir yerlerde çocuk özlemi çektiğini bilirdim ama dile getirmezdin bunu. Ne zaman çocuk sahibi olacağımızı sormak istesem o fırtınalı bakışını atardın. “Zamanı gelince !” der kapatırdın konuyu. Çocuk kırgınlığıyla belli belirsiz dolardı gözlerim. Öfkenden korktuğumdan mı yoksa kalbini kırmaktan çekindiğimden mi bilmem ne zaman fırtınalar kopsa gözlerinde, ben hep susardım. Seni sakinleştiren gün ışığı, o yumuşak hava olurdum. Küçültür, uyuturdum dalgalarını. Meçhul bir zamanı nasılda umutla, sabırla beklemiştim. “Zamanı gelince! “ demiştin sen. O zaman hiç gelmedi. Dünya gözlü çocuk büyüdü. Sevdiğin simitleri başka çocuklar satıyor artık…
Seninle ilgili hatıralardan Neriman Kalfa’nın sesi çekip aldı beni. Şirketin muhasebecisi Şevki Bey gelmiş. Hani şu göz kapakları daima düşük olan adam. Değişen bir şey yok. Dünyayı yarısı kapalı panjurlar ardından izliyor hala. Onun yanında uyuklamamak imkânsız. “ Yahu koca şirketin muhasebesini bu adama nasıl emanet edebiliyorsun? Ya hesapları tutarken uyursa?” der, eleştirirdin beni. Oysa Şevki Bey işinde oldukça iyi bir adam. Senelerdir onunla çalışırım bir kez bile uyuduğuna şahit olmadım.
Senin meşhur eleştirilerin geçerken aklımdan gözlerim Neriman Kalfa’ya takıldı. Annemden sonra yetişmemde emeği geçen tek kadın. Az kırmadım reçel kavanozlarını, az dolanmadım eteklerinde. Yalnızlığa hükmeder gibi hala dimdik ayakta duruyor. Sanki omuzlarında hiç yükü yokmuş gibi… O ne kadar saklamaya çalışsa da saçlarına dokunmuş zamanın eli, belli. Sonra yüzünü okşamış. Dokunduğu yerde derin izler bırakmış her kıvrımında başka hikâyeler yazan… Hiç evlenmedi Neriman Kalfa. Tek kişilik bir hayatı yaşıyor. Elini tutacak kimsesi olmadan yaşlanıyor. Bir an içim sızladı ama ona mı acıdım yoksa kendi hayatımın gerçekleri mi acıttı canımı bilemiyorum. Sonuçta zaman geçiyor ve sen geri dönüp hala tutmadın ellerimi.
Bu can sıkıntısıyla hiç iş konuşacak halde değilim aslında ama ne yapalım Şevki Bey’i geri göndermek de olmaz. İşte geldi. Ağır ağır giriyor kapıdan içeri. Üzerinde yılların eskitemediği kahverengi bir takım elbise, beyaz gömlek ve vişneçürüğü kravat. Sakallar yine sinekkaydı. Alnı iyiden iyiye açılmış. Sahi, ne kadar oldu onunla çalışalı? Epey bir zaman olmuş olmalı. Şevki Bey’ de yaşlanmış…
Ufak tefek hesapları inceledikten sonra işimiz bitti. Hala çalışma odamdayım. Aslında ben buraya sığınak diyorum çünkü sen hiç girmezdin bu odaya. Ahşap mobilyaları, eski kitaplarla, dosyalarla dolu büyük dolapları sevmezdin. Sıkıcı bulurdun hep. Önünden geçerken bile enerjinin düştüğünü söylerdin. Evin hatıralarınla dolu olmayan tek odası burası. O yüzden sığınak adını verdim ama biliyorum insan önce kalbinin içindekinden kurtulmalı. Dünyanın öbür ucuna da gitsem yine benimlesin. Ben senden yine sana sığınıyorum…
Dışarıda hafiften yağan bir yağmur var. Hava ılık. Tam senin sevdiğin gibi. Böyle havalarda zorla dışarı çıkartırdın beni. Yağmurun altında amaçsızca dolaşırdık. “ Biz ıslanmıyoruz. Ruhumuz yıkanıyor görmüyor musun?” derdin. Küçükken sana anlatılmış masallardan biriydi bu. Bütün kötü duyguların yağmurla akıp gideceğine inanırdın. Sesindeki neşe, gözlerindeki heyecan değerdi ıslanıp hasta olmaya. Dışarı çıkıp ıslanmak geldi içimden. Sensizliğin akıp gideceğini bilsem her gün yağmur yağsın isterdim. Çok severdin böyle havaları. Merak etmeden yapamıyorum. Hangi zamandasın şimdi? Ne yapıyorsun? Soğuk mu oralar? Üşüyor mu ellerin?
Telefon çaldı. Bir… iki… Açmak istemiyorum. Hatıralarınla konuşurken rahatsız edilmek tahammül edebileceğim bir şey değil. Üç… Arayan oldukça ısrarcı. Dört… Önemli olmalı. Pencerenin önünden zor da olsa ayırdım bedenimi. Dedemin dedesinden kalan Osmanlı el işçiliğinin tüm zarafetiyle süslenmiş antika konsol ve üzerinde ısrarla çalmaya devam eden telefon iki ayrı dünyanın resmi gibi geldi gözüme. Biri tarihin sayfalarına nakşedilmiş, ince belli sevgiliye büyük bir aşk ile yazılmış şiir gibi asaletini, diğeri ise yeni dünyanın gelişen teknolojisinin kaba ama kullanışlı yapısını sergiliyor. Beşinci çalışa izin vermeden yetiştim telefona.
Arayan Kenan’dı. Oğlunun düğününe davet etti beni. Kısa pantolonuyla peşimizden koşan renkli gözlü haylaz çocuk… Doğduğu günü dün gibi hatırlıyorum. Nursel’den sonra ilk sen almıştın onu kucağına. Usul usul koklarken bizim de bebeğimiz olmalı diye geçirmiş miydin içinden? Sormaya hiç cesaretim olmadı. Senden gizli hayalini kurdum sadece. Kenan ve Nursel ’in yuvasına mutluluk eken o yaramaz çocuk büyümüş de şimdi kendi yuvasını kuruyor. Ah be zaman nereye yetişeceksin böyle? Nedir bu acelen? Kenan ve Nursel ‘in düğününde tanışmıştık. Büyülü bir geceydi. Kutsal bir ayinin orta yerindeymişim gibi soluksuz izledim dans edişini. Döndükçe dalgalanan saçların, uçuşan eteklerin düğüm düğüm bağladı kalbimi sana. Sonraki yıllarda o ayin hiç bitmedi. En yetenekli müzisyenlerin bile yazamayacağı bir besteyi yaşadık. Ta ki…
Neriman Kalfa yeniden içeri girdi. Saklandığım kabuktan çıkmamı söylüyor bakışları. Dışarıda hala yaşanmayı bekleyen bir hayat var diyor. Yol alabildiğine uzun. “Akşam yemeğine ne pişireyim?” diye sordu. Sanki her gün liste veriyorum ona. “Bana ne! Ne pişirirsen pişir. Ben yemeyeceğim.” diyip gönderdim. Yemeklerle aramda dargınlık var uzun zamandır. İştahım, basireti bağlanmış genç kızlar gibi evde kaldı. Üzerimde bir isteksizlik, bir küskünlük. Senden kaçtıkça sana tutuluyorum. Özlem özlem yanıyorum. Dilim, sözüm, aklım, fikrim, hep sen… “ Zaman her şeyin ilacıdır.”diyenin bunu neye dayanarak söylediğini merak ediyorum. O ilaç dediği zamanın hiçbir şeyi iyileştirdiği yok. Dokundukça daha çok kanatıyor yaralarımı.
Bir sigara daha yaktım. Senden sonra başladım bu merete de. Sıkıntıyı alır dediler. Aslında kedere daha çok gömdüğünü söylemediler. Dumanın odanın ağır havasına yayılışını izlerken zihnimden bir hatıranı daha yakaladım…
Cesur bir kadındın sen. Dünya senin avuçlarındaydı sanki. Narin yaradılışına rağmen içinde aktif volkanlar taşırdın. Hatırlıyor musun? Üniversiteden arkadaşlarınla bir restoranda yemek yiyorduk. Sen en güzel hikâyelerini anlatıp eğlendiriyordun bizleri. Sana bakarken damarlarımda kandan daha başka şeylerin aktığını, içimin yaşama sevinciyle dolduğunu hissederdim. O keyifli anımızı aniden içeriye giren silahlı bir genç adam böldü. Koca şehirde polisten kaçarken saklanacak başka yer yokmuş gibi bizim içinde bulunduğumuz restoranı seçmiş olmasına lanetler okudum. Hepimiz korkunun rengine bürünüp masaların altına saklanırken sen, düşmanı bozguna uğratmaya ant içmiş cengaver gibi ileri atıldın. Tutamadım seni. O an cesaretine gem vurmayı, bir kez olsun korkmuş olmanı ne çok istedim bilemezsin. Adamın dikkatini dağıtıp polislere yakalattın. Herkes kahramanlığına övgüler yağdırırken benim kalbim buruktu çünkü gözün karardığında ben dahil hiç kimseyi görmezdin. Dünyayı çoğu zaman sırf sana ait olan bir mülk sayardın. O akşam eve dönerken kazandığın zaferle en büyük savaşların efsane komutanları gibi toprağı sarsa sarsa yürümüştün. Bense sultanına canını vermeye hazır bir köle misali adım adım peşindeydim. Bir gözümden diğerine sakınırken seni çaresizliğimi yüzüme vurmak ister gibi atılırdın her tehlikeye.
Ben cesaretinin sınırlarını düşünürken yağmur hızlandı. Şimdi gökyüzü ışıl ışıl bağırıyor. Hava kararmak üzere. Caddenin karşısında genç bir çift var hayli zamandır. Islanmaktan şikayetçi görünmüyorlar. Öyle masumlar ki… Kurumayacağını bildiği halde eliyle kızın yüzünü siliyor oğlan. Kız gülümserken oğlan gökyüzüne bakıyor. Ben de yapardım sana bunu. Sen gülümseyince havanın açılacağını söylerdim. “Gülüşün güneşe davet” derdim. Daha bir içten gülerdin o zaman. Daha sıkı sarılırdın bana.
Gittiğinden beri ne yağmur ne güneş umurumda. Eski bir kartpostalın donuk resminde kaldı bahar. Dışı neon ışıklarla süslenmiş yaşlı bir bina gibiyim. Çürümeye yüz tutmuş temellerim hasret yükünü taşımaktan aciz. Senin yaşamayı sevdiğin hayat, çaresizliğin yüksek lisansını yaptırıyor şimdi bana.
En iyi tanıdığım bir yabancısın artık. Sözüm sana uzak. Nice düşleri sığdırdığın kalbinde bir elvedalık yer bulamadın bana. Bir yere yetişmen gerekiyormuş gibi aceleyle çıkıp gittin.
Özgürdün. Özgürlüğü benden çok sevdiğini düşünürdüm. Yüreğim ağzımda beklerdim “Gidiyorum” demeni. Ne tuhaf değil mi gideceğin günü beklemem? Bağlanmayı sevmezdin çünkü. Kimseye, hiçbir yere, hiçbir şeye uzun süre bağlı kalamazdın. Dizginlenemez bir özgürlük tutkun vardı. O yüzden değil miydi evlenmeyi istememen? Ne yaptıysam yanaşmadın nikâh masasına. Böyle yaşamak kolayına geliyordu. Canın sıkıldığında gidebilirdin çünkü. Seni bağlayan bir yüzük, düşünmen gereken çocukların yoktu. Birbirini seven insanların kalplerinin ezelden kör düğüm olduğunu uzun zaman anlattım sana. Yine de anlamadın. Yolun açık olsun istedin hep.
Nefesimi nefesine kattığım soluksuz gecelerde bir gün gitmek istersen seni nasıl durdurabilirim planları yapardım. Seni yanımda göremeyince zindan sabahlara uyanır yaşamadığımı düşünürdüm. Oysa banyo da ya da mutfakta olurdun sen. Sesini duyardım. En güzel şarkılarını söylerdin yine. Kaskatı kesilmiş vücudumun sara nöbetini andıran sarsıntısına aldırmadan pür dikkat seni dinlerdim. Böylesine bir korkuyu yaşadım yıllarca. Yüreğim ağzımda bekledim “Gidiyorum” demeni. Gün geldi, gittin. “Gidiyorum” demeden gittin.
Ardında ne bir ses, ne bir söz, ne de bir gölge… Ayrılığa yazılmış şarkıların notaları gibi ağır ağır dökülen bir ömür.. Keşke gurbet olsaydı yolun. Belki günün birin de özler de dönersin diye içime umut olurdun. Hiç değilse aynı güne açardık gözlerimizi. Oysa gittiğin yolun dönüşü yok bilirim. Zamansız yolculardansın sen. Renkleri solmuş ruhunun. Sonsuz bir şeffaflığa bürünmüşsün. Dönmene yardım edemez yağmurlar. Onlar gibi düşemezsin artık avuçlarıma.
Öyleyse hatıralarını da al. Hayalini çek gözlerimin önünden. Bırak rüzgâr girsin içeri. Silsin evin her köşesine sinmiş kokunu. Ya yaşamama izin ver ya da uyan ben gireyim toprağına. Sana yakışmaz sessizlik. Buram buram hayat kokmalısın sen. Işıldamalı yine gözlerin. Sensiz yüklemi olmayan cümleler gibi yarım kaldı hayat. Akreple yelkovan yoruldu, gittiğin günde sustular. Hece hece sana ağlattım mısralarımı.
Hasretin kadar acıtamaz beni yalnızlık.
Sensiz günüm, gündüzüm her yer karanlık.
Gülüşün güneşe davetti ya sevgilim,
Uyan da gülümsesin yine aydınlık.
MERVE ÇAVUŞ