- 3298 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Her İnsanın Bir Öyküsü Vardır ...
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Her İnsanın Bir Öyküsü Vardır
1940 yılında bir bahar sabahı İstanbul’da doğdum. Babamın söylediğine göre kiraz ağaçlarının çiçek açtığı zamanda dünyaya merhaba demişim. Doğduğum ve çoçukluğumun çoğunu geçirdiğim ev ise deniz kıyısındaydı. Çoçukluğumun geçtiği evi ne zaman hatırlasam aklıma Orhan Veli’nin şu dizeleri gelir:
“Yosun kokusu
Ve sahile çekilmiş dalyan direkleri
Sahilde yasayan çocuklara
Hiçbir şey hatırlatmaz.”
Çoçukluğumun çoğunu nedense hiç hatırlamam. Çoğu şeyi bana babam anlattı. 2 yaşındayken Namık Kemal ve Hüseyin Rahmi’nin kaderini paylaştım. Onlar gibi bende çok küçük yaşta annemi kaybettim. Yüzünü güçlükle hatırlayabildiğim ama hayatımdaki en önemli kadına yüzlerce mektup yazdım. Her yazdığım mektubu mezarının başına giderek defalarca okudum ve onları hediye ederek toprağına gömdüm. Onu da babam sayesinde tanıdım. Babam onunla ilgili hiçbir detayı unutmamıştı.
Çoçukluk yıllarımdan emin olduğum tek şey benden birkaç yaş büyük kardeşimle haylazlık yaparak geçirdiğim zamanlardı. Hiç unutmam, 8 yaşlarındayken bir gün evin içinde koşuşturuyorduk. Büyükannemden kalma çok değerli bir vazoyu kırmıştım. Babam tehditkar gözleriyle bize bunu hangimizin yaptığını sorarken ağabeyim “Ben yaptım” diyerek öne atıldı. Babam ağabeyime 1 hafta evden dışarı çıkmama cezası verirken ağabeyim Ömer Seyfettin’in “Kaşağı” hikayesinde ki Hasan olmuştu bir an gözümde. Ben ona iftira atmamıştım ama babam suçluyu kardeşim olarak görmüştü. Ağabeyimin de Hasan gibi ölmesinden çok korkmuştum, çoçukluk işte. Ağabeyim benim kadar önemsemedi bu durumu zaten onun ne zaman ne yapacağını hiç anlamazdım.
Ben nasıl geçtiğini anlamadan aradan yıllar geçti, okula başladım, anneme olan özlemimden başka her şey yolundaydı. Zaman yine hızla geçiyordu. 10 yaşına geldiğimde üstüme anlamsız bir kibir gelmişti. Herkese kırıcı sözler söylüyor, arkadaşlarımı, etrafımdakileri beğenmiyordum. Bende ki bu değişikliği gören babam bir gün beni karşısına aldı ve yaptığı tek şey Yunus Emre’nin şu dizelerini okumak oldu:
Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz
Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz
Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz
Babam bana ağızdan çıkan her sözün ne kadar önemli olduğunu o yaşımda kavratmıştı. Ona ve Yunus Emre’ye minnettardım. Ben yavaş yavaş büyürken babamın söylediği bu sözler hep kulağımın arkasındaydı ama 16 yaşıma geldiğimde sanki daha hızlı büyüyordum. Bu hızlı büyümenin verdiği şaşkınlıkla nasıl davranacağımı kestiremiyordum. Karakterim ve kişiliğimin oluşumunda hareketlenmeler oluyordu. İnsanların istediği gibi biri mi olmalıydım yoksa olduğum gibi mi. Yeni yeni genç olmanın verdiği tecrübesizlikle baş başa idim. Ama bir gün kitap almak için gittiğim kitapçının duvarındaki çerçevede yazılı söz imdadıma yetişecekti.
“Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol”
Bu görünüşte küçük ama benim için büyük olan badireyi de atlatmıştım. Yaşım 18 olduğunda ise üniversiteye başlamıştım. Bir gün okula giderken “onu” gördüm. Kalbimi, hayatımın ilk ve son aşkı olan Leyla’ya kaptırmıştım. Onu ne zaman görsem kalbimin bedenimden ayrıldığını hissederdim. O ise bütün bunlardan habersizdi. Ona açılmak için kendimi çok zorladım ama bunu başaramadım. Onunla ilgili her şeyi öğrenmiştim, evlerinin adresini bile biliyordum. Ben çaresizlikle düşünürken bir yandan da sürekli Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun mesnevisini okuyordum. Ve bir gün şu beyitleri bir kağıda yazdım :
“Alem ser-i muyınun tufeyli
Mahbube-i alem adı Leyli
Kays onı görüp helak oldı
Bin şevk ile derdnak oldı.”
(Herkes saçının ucuna tutulmuş, dünya güzeli:adı Leyla.Kays onu görünce öldü bitti.Bin arzuyla dertlere düştü.).
Gizlice defterinin arasına bıraktım. Artık ona her gün mesneviden beyitler yazıp defterinin arasına bırakıyordum ki en sonunda bir gün yakalandım. İyi ki de yakalanmıştım çünkü yüzüne çekinerek baktığım zaman beni tanımadığı halde gözlerindeki bana ait aşkı görebiliyordum. O günden sonra Leyla’ya olan aşkımın büyüklüğünü daha iyi anlamıştım onu tanıdıkça ona olan sevgim daha da artmaktaydı. Leyla ile zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordum bile. O güzel bir çöl ahusuydu ben ise ona bakmaya kıyamayan bir bedevi…
Zaman su gibi akıp geçerken askerlik çağım gelmişti. Leyla’dan ve ailemden ayrılmak zor olsa da vatan borcumu yerine getirmem gerekti. Askerliğimi yapacağım yer Çanakkale idi. Oraya gittiğimde ilk işim şehitleri ziyaret etmek oldu. Ne zaman onları ziyarete gitsem gözyaşları içinde onlara şu dizeleri okumadan geçemiyordum:
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Zor da olsa askerliğimi bitirmiş eve dönmüştüm. 24 yaşına gelmiştim babamın da yardımıyla hemen bir işe girmiştim. Artık Leyla’ya evlenme teklifi edebilmem için her şey tamdı. Onu ılık bir yaz günü Çamlıca’ya götürdüm, gözlerinin içine bakarak :
Sesin işler gibi bir şuh kanat gamlarıma
Seni dinlerken olur kalbim uçan kuşlara eş,
Gün batarken sanırım gölgeni bir başka güneş;
Sarışınlık getirir gözlerin akşamlarıma.
Cenap Şehabettin’den bu dizeleri okuyup ona evlenme teklifi ettim. Leyla gözyaşları içinde bana evet dediğinde değil dünyada ki evrendeki en mutlu kişi bendim. Hayatımın en güzel günlerinden biriydi. Daha sonra baba olduğum zaman hayatımın en güzel ikinci gününü yaşayacaktım.
30 yaşındayken kızım Rabia 4 yaşına gelmişti. Fırsat buldukça kızımla İstanbul’u dört köşe geziyorduk. Bir gün onu elinden tutup Aksaray’a Sinekli Bakkal sokağına götürdüm. Oralarda dolaşırken ona Sinekli Bakkal kitabını ve Halide Edip’i anlatmaya çalıştım. Gözlerini kocaman açarak bana baktı pek bir şey anlamamıştı ama o anlattığım her şeyi ilgiyle dinliyordu. Biraz büyüdüğünde kim bilir kaç defa okumuş olacaktı o kitabı.
Rabia büyürken birde batım ki artık 35 yaşındayım. Yoksa Cahit Sıtkı’nında dediği gibi yolun yarısına mı gelmiştim. Ama ben yüzümdeki çizgileri ve gözlerimin altındaki mor halkaları kabullenmiştim. Aynaları düşman olarak görmüyordum.
Bu sırada ülkedeki ortam karmakarışıktı, yönetimde sürekli karmaşa vardı. İnsanlar sağ ve sol diye ayrılmaya başlamışlardı. 80’ler dönemiydi ve ben 42 yaşındaydım. Ülkenin gidişatı çok kötüydü. Ekonomik, sosyal ve siyasal sıkıntılar hat safhadaydı. Sürekli kendi kendime Nazım’ın şu dizelerini söylüyordum:
“Günü gelir çarh düzüne çevrilir,
günü gelir hesabınız görülür.
Günü gelir sualiniz sorulur :
Beyler bu vatana nasıl kıydınız ?”
Elimden hiç bir şey gelmese de ben kendi kendimi yiyip bitiriyordum. Ailemi tehlikelerden korumak zorundaydım. Geçim derdi, yaşama kaygısı derken yavaş yavaş 50 yaşıma merdiven dayamıştım. Bu yaşıma kadar birçok şey yaşamış ve görmüştüm. Artık çok yorulmuştum. Bedenim de ruhumda dinlenmek için fırsat kolluyordu. O zaman ki hislerimi ise Sait Faik “ Bir İlkbahar Hikayesi” nde anlatıyordu:
“Yaşı kırkı aşmış bir adamın mevsimler içinde ilkbaharı biraz üzüntü ile duymamasına imkan yoktur. Eski çılgınlıklar nerede, nerede o, birdenbire bir genç kız elinden, bir genç kızın rüzgarından sararma, o yürek çarpıntısı ? Şu ömrü mevsimlere benzetenler ne iyi etmişler doğrusu. Herkesin bir ilkbaharı, bir yazı, güzü, kışı oluyor işte. İnsanın ilkbaharı, öteki hayvanlara bakarsak geç başlıyor. Bir at bir yaşında, hadi iki yaşında ilkbaharındadır. Bir kuzu altı ayda koç olur. Ama insanoğlu ilkbaharını yirmisinden önce idrak edemez. Yirmiden evvel idrak edilen ilkbahar, bir yalancı ilkbahardır.”
Ömrümün ilkbaharı geçmişti. Artık kenara çekilme vakti gelmişte geçiyordu. 60’lı yaşlarıma doğru artık iyiden iyiye yorulmuştum. İstanbul, bana her duyguyu tattıran şehir artık beni boğuyordu. Çok değişmişti her şey,eski havası eski heyecanı kalmamıştı sanki. Bu aziz şehri artık terk etme zamanım gelmişti, hızına yetişemiyordum. Ben bir adım atana kadar o yolu tamamlıyordu. Bir yanım Tevfik Fikret gibi İstanbul’a isyan ederken:
“ Sarmış yine afakını bir durd-ı muannid
Bir zulmet-i beyza ki pey-a-pey mütezayid
Tazyikinin altında silinmiş gibi eşbah”
(Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,beyaz bir karanlık ki gittikçe artan.Ağrrlığının altında herşey silinmiş gibi.). Bir yanımsa Yahya Kemal’in de dediği gibi ona kayıtsız koşulsuz bağlıydı:
Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça gönül tahtına keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.
Ben bu yorgunluklarım ile mücadele ederken çoktan 65 yaşına gelmiştim. Her zaman her durumda yanımda olan güzeller güzeli karım Leyla ile birlikte Akdeniz’de küçük bir kasabaya yerleşmeye karar verdik. Ömrümün kalan kısmını sevdiğim kadınla huzur içinde geçirmek tek dileğimdi. Kızım da büyümüş kendisine bir yuva kurmuştu. Günümün çoğunu dolaşarak ve balıkçı dostlarımla geçiyordum. Selamlaşmalarımız belliydi “Aganta Burina Burinata”. Sanki yeni hayatımın getirdiklerine göğüs germeye hazır olduğumu anlatırcasına haykırışımdı bu üç sözcük. Halikarnas Balıkçısı da sürgün yaşamında kim bilir kaç defa söylemişti bu sözü. Yeni bir hayat kaç kere özlemlerinin arasına süzülmüştü, bilinmez…
Yaşlılıkta zaman daha ağır geçiyormuş gibi hissedilse de bir gün takvime baktığımda anladım ki artık 70 yaşındayım. Zihnimde ve bedenimde onca yılın izlerini taşıyorum. İçimden bir ses son günlerimin olduğunu söylese de elimden geldiğince hayatımı yaşamaya çalışıyorum. Leyla’yı birkaç ay önce kaybettim. O gidince hayatımdaki yerini daha iyi anladım. Onu çok özlüyorum, kızım elinden geldiğince beni arıyor, ziyaret ediyor. Onunla beraber kalmam için ısrar etse de ben bu küçük cennet parçasını terk edemiyorum. Hayatımın son kısmını nergis kokan küçük evimde şu dizelerle anlatıyorum:
“Yıllar bir gözyaşı olup da kaymış
Nurlu ihtiyarın yanaklarında.
Yapraktan saçını yerlere yaymış,
Sonbahar ağlıyor ayaklarında.
Süzüyor ufukta bir kızıl yeri,
İçi karanlıkla dolu gözleri;
Alnında akşamın ince kederi,
Sessizliğin sırrı, dudaklarında.
Yanan bir kağıtta küçük bir satır
Yazı gibi aksam onu karartır;
Artık o, silinen bir hatıradır,
Bu ıssız bahçenin uzaklarında...
Necip Fazıl Kısakürek.
TANSU ALTAN