- 1871 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Ossuruklu Teyp Sohbeti
Kavurucu yaz günlerinden biriydi yine. Biz gençler her zamanki gibi bütün günümüzü köyün hemen alt yanından akıp giden Karasu nehrinde yüzerek, kızgın kumların üzerinde uzanarak, çoğunlukla da söğüt ağaçlarının altında oturup sohbet ederek geçiriyorduk. Ayrılmaz yedi arkadaştık. Seyfullah, Kadir, Hikmet, Veysel, Cengiz ve ben. O gün Murat yoktu yanımızda. Şehirdeki ablasını ziyarete gitmiş birkaç gündür şehirde olmanın tadını çıkarıyordu.
Şehirde akrabası olan tek kişi Murat’tı. Ben de dahil olmak üzere hiç birimiz henüz şehri görmemiştik. Murat’tan duyardık şehrin ne olduğunu, nasıl olduğunu. Pastane dedikleri şey varmış örneğin, Ekmek pişiren kocaman fırınlar, içinde fıskiyeli havuzu olan bahçeler varmış. Yine de biz en çok sinemayı merak ederdik. Sinemanın ne olduğunu da Murat’tan duymuştuk. Çok da inanmazdık anlattıklarına ya, yine de ağzımız açık dinlerdik. Neymiş efendim duvarda insanlar çıkıyormuş, konuşuyormuş, dövüşüyormuş, hatta erkeklerle kadınlar öpüşüyormuş.
Bunları duydukça her birimiz Murat’a yüzlerce soru sorar onu deli ederdik. Murat’ın veremediği yanıtları da kendi dünyamızda hayalini kurar kendimiz yanıtlardık.
Ama o gün, Muratsız yüzmeye gittiğimiz gün, Cengiz’in anlattıkları Murat’tan duyduklarımızdan çok daha ilginç, çok daha inanılması güç şeylerdi.
Yine suda yüzüp türlü oyunlar oynayıp yorulunca, ırmağın yakınındaki söğüt ağaçlarının gölgesinde kimimiz uzanmış kimimiz oturmuş sohbet ediyorduk. Elbiselerimiz de buradaydı. Kumlanmasın, rüzgâr çıkarsa alıp da suya götürmesin diye söğütlerin altına koyar ya da dallarına asardık.
Cengiz, iki gün önce Almanya’dan izinli gelen amcasının kendisine getirdiği güzel Alman gömleğini bir kez daha daldan indirip sanki tozlanmış gibi silkeleyerek yerine astı.
“Oğlum, bu gömlekle var ya, köyün bütün kızlarını arkana takarsın” dedi Seyfullah.
“Takarsın valla” dedi Kadir de.
“Gelinleri bile” dedi, Hikmet.
Hikmet’in, kocası askere gitmiş gelinlerle ilgili maceraları bitmez tükenmezdi.
“Lan bu gömlekten ne olur ki? Siz asıl amcamın getirdiği teyp dediği o aleti görseniz” dedi Cengiz.
“Neyi, neyi?” dedim ben.
“Teyp oğlum teyp.”
“Teyp ne lan?”
“Bak böyle Arif amcaların var ya radyosu. Onun gibi işte. Ama ondan biraz daha küçük.”
“Radyo desene şuna oğlum.”
“Bok radyo. Radyo değil işte. Oğlum bu insanın sesini taklit ediyor.”
“Nasıl yani? Dedi Seyfullah uzandığı yerden bir hamlede kalkıp oturdu Cengiz’in karşısına.
“Ya ne bileyim. Amcam dün gece hepimize gösterdi. Böyle bir düğmesi var, ona basıyor. Bir şey konuşuyor. Sonra yine düğmeye basıyor konuştuğunun aynısını o teyp denen alet de konuşuyor. Hatta ninemi bile konuşturdu. Ninem; “bugün Pazar, yatağın üzerinde oturuyorum” dedi. Sonra aynısını teyp söyledi.
“Nasıl aynısını?”
“Bugün Pazar, yatağın üzerinde oturuyorum” dedi.
“Hadi be! Hiç öyle şey olur mu oğlum”, dedi Kadir.
“Yemin ediyorum bak. Ekmek Mushaf çarpsın. Gülüyorsun sonra o da gülüyor. Bağırıyorsun o da bağırıyor. Hem inanmayacaksınız ama dışarıda havlayan bizim Karabaş’ın sesi bile vardı içinde.”
Şehri bile görmemiş olsak da, hayallerimizin sınırı yoktu. Kendimizce teybin ne olduğunu, neler yapabileceğini, böyle bir şeyimiz olsa neler yapabileceğimizin hayaline daldık söğütlerin serin gölgesinde.
Bir süre herkes hayalinin peşinden koşturduktan sonra sessizliği Kadir bozdu yeniden.
“Cengiz lan. Oğlum hadi amcanın yanına gidelim bize de göstersin o teyp denen şeyi.”
“Amcam yok oğlum. Şehre gitti bu sabah.”
“Offf! Sen neden gitmedin lan. Hem de o güzel arabaya binerdin.”
“Bindirdi ki beni, değirmenin oraya giderken.”
“Değirmenin orası ne olacak ki. Şöyle asfalt yolda bineceksin ona. Hem de şehri görürdün.”
“Markası neydi o arabanın?”
“Ford”
“Onu biz de biliyoruz oğlum. Ford. Bir de yanında bir şey daha yazılıydı.”
“Granada” dedi Hikmet. Gelinleri bilen Hikmet, arabaları da bilirdi. Tek tük de olsa arada sırada köyün içinden geçen arabaların, kamyonların, otobüslerin ne marka olduğunu ondan sorardık.
“Hadi” dedi Kadir yeniden. “Amcan yoksa yok. Hem olmaması daha iyi. Haydi, gidip bakalım şu teybe.”
“Olmaz” dedi Cengiz. “Oğlum sonra bozulur falan, amcamın elinden kurtulamam.”
“Anlaşıldı. Yalandı değil mi tüm söylediklerin. Hem zaten inanmamıştım ki ben. Olur mu öyle şey? Yok insanın sesini taklit ediyormuş da, yok nenesi konuşmuşta…”
“Yok Karabaşın sesi de varmış da” deyince Seyfullah; hepimiz bastık kahkahayı.
“İnanmayın siz oğlum inanmayın. Amcam şehirden dönünce yarın öbürgün size de göstermesini söylerim kendi gözünüzle görür kulağınızla duyarsınız.”
“Lan Cengiz ölür müsün oğlum götürüp bize şunu göstersen?” dedi Seyfullah.
“Amcam yok.”
“Daha iyi ya. Haydi sen git getir şurada bakarız.”
“Ben beceremem ki öyle.”
“Neyi beceremezsin?”
“İşte öyle sesi taklit ettirmeyi.”
“Az önce dedin ya bir düğmesine basıyor konuşuyor sonra bir daha basıyor oluyor, diye.”
“Kolay mı sanıyorsunuz öyle? Hem biraz sabredin lan. Bu gece amcamdan aynısını bir daha yapmasını isterim. Bu defa dikkatlice bakar öğrenirim nasıl oluyormuş. Sonra da o size göstermese bile ben bir yolunu bulup alır getiririm” dedi Cengiz.
Üç gün sonraydı. Bu kez amcası, karısı ve çocuklarını bir de Cengiz’in babası olan abisini yanına alarak arabasıyla kasaba pazarına gitti. Israrla Cengiz’i de birlikte götürmek istediler de Cengiz gitmek istemedi. Onun bize verilmiş sözü vardı. Amcası:
“Oğlum haydi bizimle gel. Kasabaya gidelim de sana bir takım elbise alayım.”
“Yok amca. Elbisem var. İstemem” diye tutturunca Cengiz, amcası Cengiz’in babasına dönerek:
“Çok düşünceli, çok alçakgönüllü bir çocuk. Aferin valla” dedi.
Amcası arabayla kasabanın yoluna düşer düşmez Cengiz bizim gidip kendisini söğütlerin altında beklememizi istedi. Yarım saat sonra elinde teyp denen aletle çıkıp geldi. Her birimiz hayatımızda ilk kez gördüğümüz bu aleti elimize alarak yere düşürmemeye çalışarak merakla bakıp inceledik. Bir deri kılıfın içerisindeydi teyp. Düğmeleri açıktaydı. Deri kılıfın uzunca bir askısı vardı. Bunu boynuna asıp taşıyormuş amcası. Öyle dedi Cengiz ve nasıl yapıldığını da bize gösterdi.
Hepimiz heyecanla sesi nasıl taklit ettiğini görmek istiyorduk. Cengiz, o günden bu yana dersini iyi çalışmıştı. Artık amcasına baka baka nasıl çalıştığını, hangi düğmesine basması gerektiğini biliyordu.
“Bak şu üstünde kırmızı nokta olan düğme var ya, ona basınca konuşmaya başlayın. Sonra da şu baştaki düğmeye basacağım sesinizin aynısı buradan da çıkacak.”
“Hangi baştaki oğlum? Sağ baştaki mi sol baştaki mi?”
“Yok şu sağdaki. Bak burada BULAUPUNKT yazıyor ya. İşte onun yanındaki düğmeye basacağım.”
“İyi ya, haydi başla artık”
“Tamam. Ben düğmeye basınca siz konuşun.”
“Ne konuşacağız?”
“Doğru lan. Ne konuşacağız ki?”
“Oğlum manyak mıyız biz? Durup dururken ne diyeceğiz ki?” dedi Seyfullah. Sonra da Hikmet’e dönerek: “Hikmet oğlum hiç olmasa sazını getirip türkü söyleseydin” dedi.
“Yok be. O anca kendisi için çalıp söyler” dedi Kadir.
“Hadi ordan be. Hiç mi çalmadım sizin için? Durun alıp geleyim sazımı” diyerek kalkıp koşarak köyün içine doğru gitti.
İçimizde tek saz çalabilen Hikmet’ti. Babasından öğrenmişti. Arkadaşlar arasında en çok ben heveslenmiştim öğrenmek için ama sabrım yoktu.
On dakika sonra Hikmet sazını alıp geldi. Artık her şey hazırdı. Cengiz tam düğmeye basacaktı ki, Hikmet durdurdu onu.
“Oğlum ne çalacağımı unuttum lan”
“Sen en iyisi Köprüden geçti gelin türküsünü çal söyle. Gelin türkülerini iyi söylersin sen” deyince Kadir bu kez yine kahkahayı bastık hep birlikte.
“Tamam” dedi Hikmet. “Aklıma geldi hangi türküyü söyleyeceğim. Haydi, bas düğmeye.”
Sonra çalıp söylemeye başladı.
Ay buluta girmiş gece yarısı
Üstüme yağıyor Nisan dolusu
Sevda çekenlerin gelmez uykusu
Yağma yağmur yağma yol çamur olur
O nazlım gelecek gelmek zor olur
Deyip bitirdiği anda türküyü, Cengiz bir başka düğmeye basıp durdurdu teybi. Sonra bir başka düğmeye bastı. Tuhaf anlaşılmaz sesler çıktı önce. Sonra baştaki düğmeye basınca duyduklarımızla hepimizin gözleri fal taşı gibi açıldı. Ağzımız açık şaşkınlıkla birbirimize bakıyorduk. Teypten Fikret’in az önce söylediği türkü yankılanıyordu.
“Kim bu lan?” dedi Fikret şaşkınlıkla.
“Senin sesin işte oğlum.”
“Oğlum benim sesim böyle ince mi lan?”
Sonra hepimiz sırayla bir şeyler söyledik. Sonra yeniden. Sonra başka şeyler. Sonra güldük, bağırdık, naralar attık, şakalaştık. Hayretler içerisinde kalıyorduk kendi sesimizin aynısını duyunca. Çoğunlukla sessiz kalan Veysel, inanılmaz bir fikir attı ortaya.
“Oğlum bu gavurun malı biz ne dersek ne yaparsak aynısını yapıyor. Ossursak da o da osurur mu lan? dedi.
“Ossuralaım valla” dedi Seyfullah. Zaten deminden beri osuruğum var da tutup duruyorum.”
Arkasını teybe yanaştırıp zart diye osurdu uzun uzun.
Ardından hemen sesini dinledik. Gülmekten zorlanıp osuruyorduk bu kez. Sonra Veysel osurdu. Sonra ben. Sonra Cengiz. Hikmet osuranları ve seslerini duydukça katıla katıla gülüyordu ama sıra onun osurmasına gelince nazlandı.
“Yok ben osurmam” dedi.
“Niye?”
“Oğlum ben o teybe osurmam.”
“Niye oğlum niye?”
“Oğlum ben onların kızı Gülperi’ye aşığım. Onun için de onların teybine osurmam.” Deyince biz hepimiz daha ilginç bir şey duymuş olmanın heyecanıyla teybi unutup Hikmet’in etrafını sardık.
“Kime, kime, kime? Kime aşıksın sen?”
“Gülperi’ye oğlum.”
“Hayal kurma oğlum. Gülperi hiç alır mı seni. Kıza baksana hiç köyün
kızlarına benziyor mu? Mini etekler, süt gibi teni. Gâvur dilini konuşuyor. Ne yapsın senin gibi köylüyü? Hem verir mi babası sana kızını? Hem verse bile, köyden biriyle evlendirse bile, kendi akrabasına verir. Cengizle, kendi yeğeniyle evlendirir kızını” dedi Veysel.
“Yok! Ben evlenmem onunla. O benim kardeşim” diyerek kestirip attı Cengiz.
Cengiz’in bu keskin çıkışı Hikmet’i rahatlattı.
“Vallahi gidip isteteceğim Gülperi’yi. Vermezlerse de kaçırırım.”
“Babasının altında süper arabası var oğlum. Kaçıp da nereye saklanacaksın. Nereye gitsen bulur çıkarırlar seni” dedi Kadir.
“Bulur ki hem de nasıl bulur. Anında oğlum anında” dedi Veysel.
“Hemen mi kaçıracağım oğlum? Beklerim. Tam gidecekleri günün gecesinde kaçırırım. Babası da izini bitince mecburen geri gidecek. Gitmeyip de işinden, Almanya’dan mı olacak? Hem damatları olursam belki beni de Almanya’ya götürürler. Ohhh. Gel keyfim gel! Var ya, Almanya’ya bir gitsem bu teybin de, arabanın da kralını alırım be.”
“Anlaşıldı. Sen Gülperi’ye aşık falan değilsin. Almanya sevdasıyla yapıyorsun bunu.”
“Hayır. Aşığım oğlum. Seviyorum ben Gülperi’yi.”
“O seni seviyor mu peki?” Dedi Veysel.
Bu soruya çok bozuldu Hikmet. Bir anda aramızdan su sızmayan arkadaşlığımızı unutup Veysel’e bağırdı.
“Sana ne bundan? Sen neden merak ediyorsun?” deyince, hepimiz sustuk bir an.
Artık tadımız kaçmıştı.
“Ben teybi götürüp yerine koyayım amcam gelmeden” dedi Cengiz.
Hep birlikte kalkıp köye doğru yürüdük.
Köyün sokaklarından geçip giderken evlerinin önünde toplanmış sohbet eden, belki de doğumlarımızda ebelik yapmış yaşlı kadınlar şimdi önlerinden geçen ve artık birer delikanlı olmuş biz erkek çocukları görünce toparlanıp yemenileriyle ağızlarını kapatıyor, sohbetlerine ara veriyorlardı.
Akşam Salim’in orada okey oynamak için sözleşip evlerimize dağıldık.
Aradan günler geçti.
Yine her zamanki gibi birlikteydik arkadaşlarla. Murat da dönmüştü şehirden. Bu kez biz heyecanla Murat’a teybi ve neler yaptığını anlattık heyecanla.
Akşamüzeriydi. İşinden dönen erkekler birer ikişer kahvenin önünde toplanıp sohbete başlamışlardı. Bizlerse kahvenin içerisinde toplanmış okey oynuyorduk. Yedi kişi aynı anda oynayamadığımız için iki kişi tavla veya pişti oynuyordu. Sonra oyuncu değiştirip sırayla oyuna devam ediyorduk. Boşta olanımız mutlaka pencere yanına oturup dışarıyı, dışarıda akasya ağaçlarının altında koyu sohbete dalmış büyüklerimizi gözetirdi. Çünkü arada bir sigara içiyorduk ve babalarımıza yakalanmak istemiyorduk.
Biraz sonra Cengiz’in Almancı amcası, boynuna astığı teybiyle çıkıp kahvenin önüne geldi. Çay istemek için kahveden içeriye girdi.
“Salim aga, dışarıdaki herkese benden birer çay ver,” dedi. Sonra bize dönerek: “Gençler bol şanslar” diyerek çıkıp dışarıdakilerin yanına gitti.
Kahveci Salim söyleneni yapıp herkese çay dağıttı. Bunlar Almancıdan, demeyi de unutmadı.
Cengiz’in amcası az sonra ayağa kalkıp:
“Komşular, ağabeyler, amcalar! Dedi. “Bakın size teybimi getirdim ki bir şeyler dinleyip eğlenelim hep birlikte.”
Biz o gün teybe ses almasına almıştık da, ne o konuştuklarımızı ne o rezaletimizi silmek yok etmek aklımıza gelmemişti ki. Hem zaten Cengiz de bilmiyormuş alınan seslerin istenirse silinebileceğini.
Amcası teybi kurcalarken bütün o kayıt ettiğimiz şeyleri duymuş. Şimdi de dışarıda herkes yaptığımız rezaleti dinliyordu.
“Ohaaa! Yırtılacaksın ulan!”
“Biriktirdim oğlum. Deminden beri tutuyorum kendimi. Ohhhhh!”
Sonra bir zart sesi daha.
Kadir konuşuyor o ara.
“Lan bu benim osuruğum mu?”
“Evet senin.”
“Amma inceymiş sesi. Gerçekten ben miyim osursan. Niye böyle ince ki?”
Babalarımız ve diğer bütün köylüler şaşkınlık ve sessizlik içerisinde teypten yükselen kahkahalarımızı, konuşmalarımızı en kötüsü de osurmamızı dinliyorlardı. Sadece onlar mı? Duymayan kalmadı o anda. Kahvenin önündeki akasya ağaçlarının gölgesinde pinekleyen herkes duydu, akasya ağaçları duydu, onların dallarından duydukları sesle havalanıp kaçan serçeler duydu, yanı başlarında kahvenin bitişiğindeki çeşme duydu, akan sular duydu, suların akıp karıştığı karasu ırmağı duydu, karasuya düşen bir taşın oluşturduğu halkalar duydu, halkaların hareketinden yön değiştiren sararmış söğüt yaprağı duydu, su içmeye inen kertenkeleler, tavşanlar, yılanlar duydu, çamaşır yıkayan kadınlar, kızlar, ırmakta yüzen çocuklar duydu. Bütün köyde duymayan tek bir insan tek bir hayvan, tek bir ağaç kalmadı.
Herkes gibi şaşkın bir halde teypteki rezaletimizi duyan köyün muhtarı, kendi babalarımıza bile o fırsatı vermeden kahvenin açık olan penceresine yaklaşıp kafasını içeriye uzatarak:
“Tüü sizin sıfatınıza. Şunlara bak, bir de genç olacaklar. Nerdeyse askerlik vakitleri geldi. Ağzınıza sıçayım ben sizin” dedi.
Kahveci Salim, bizi her zaman koruyan kollayandı. Kim bilir belki de onun daimi müşterileri olduğumuz içindi.
“Ne var?” diyerek araya girdi. “ Osurmayanımız mı var? Herkes osurur. Bunun için gençleri utandırmaya gerek yok. Hangi biriniz gece yatarken osurmuyor yatakta?”
“Ama biz yaşlıyız. Bütün gün çalışıp yorulunca ister istemez insan…” dedi Kadir’in babası Kamil amca.
“Gençler osuramaz mı yani? Hele sen Kamil amca sen hiçbir şey söyleme. Keşke senin osuruğunun sesini kaydetseler de herkes duysa. Geçen yaz harmanda gecelemiştik seninle biliyorsun. Vallahi sen osurdukça üstündeki yorgan balon gibi şişip havaya kalkıyordu.”
Bu söz üzerine bir an bizi unutup Kamil amcanın yorgan kaldıran osuruğuna güldüler. Ama teypteki osuruk sohbeti bitmiş yerini Hikmet’in Gülperi’yi kaçırma faslına gelmişti.
“Asıl burayı, asıl burayı iyi dinleyin” dedi Cengiz’in amcası. “Bakın, farkına varmasam neler de yapacaklarmış?”
Bizim ses kaydımız bitince bu kez o geldi pencerenin önüne.
“Evet, hangi gün gideceğimi de söyleyeyim size. İki hafta sonra Çarşamba akşamı yola çıkıyoruz. İşte de size tarih ve gün. Gelin, gelin de kaçırın kızımı. Ulan başka işim, başka derdim yoktu da sizin gibi osuruklulara mı vereceğim kızımı?”
“Ben ossurmadım” der gibi oldu Hikmet.
“Sen sus serseri. Sen hiç konuşma. Şuna bak ben ossurmadım diyor. Özrü kabahatinden büyük” dedi babası Kenan amca.
Utancımızdan saatlerce kahveden dışarı çıkamadık. Hani yer yarılmıyordu ki içine girelim. Dışarıdakiler de bunun farkındaydı ve bizi orada hapis gibi tutuyorlardı. Her zamankinden geç dağıldılar evlere o gün. Her birimiz babamızın önünde kuzu kuzu evimizin yolunu tuttuk.