- 729 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ENAYİ
Sonbahar kendini hissettirmeye başladı. Akşamın serinliği, karanlıkla birlikte üstüme çöküyor. Şirketin servis arabasından inmiş, her gün yemek yediğimiz lokantaya doğru yürürken, suskun, durgun, şaşkındım. Doğrusu ne yapacağımı bilmiyordum. Söylenenlere göre Mimar Sinan’ın yaptığı, büyük olmayan, küçük mütevazı caminin önünden geçerken, akşam namazından çıkanlarla karşılaştık. Nereden estiği belli olmayan rüzgâr, caminin etrafındaki ağaçların dallarını sallıyordu. Hafif bir hışırtı, kulaklarımı tırmalarken, yanımda yürüyen Ufuk, sessizliğimi anlamak için bana bakıyor. Konuşmaya fırsat arıyordu. Ancak ben suskundum. Sanki konuşmak istemediğim her halimden belliydi ki, Ufuk’ta benimle konuşmaya cesaret edemiyordu.
Ufuk’la yaklaşık üç yıldır arkadaşlık yapıyoruz. Hemen her gün beraberiz. Aynı işyerinde birlikteyiz. Benden bir yıl sonra işe alınmıştı. Babası çalıştığımız fabrikada ustaydı. Ufuk’la işe girmeden önce tanışmıştık. Ağabeyi Osman’la tanıştıktan sonra Ufuk’ta arkadaşımız olmuştu. Tanıştığımız günden itibaren birlikteliğimiz devam ediyordu. Osman banka memuru olarak başka bir yerde işe başlayınca, Ufuk’la beraberliğimiz iyice arttı. Aynı işyerinde çalışıyor. İşten sonra beraber lokantalarda yemek yiyor. Kahvehane, park veya sinemaya gidiyorduk. Siyasi, felsefi, ideolojik görüşlerimizin beraberliği, aile yapılarımız pek uymasa da ikimizi sıkı bağlarla bağlıyordu. Sanki yapışık ikizler gibiydik. Geçmişimiz bugünkü şaşkınlığımın nedeniydi. Ufuk’a nasıl davranacağımı, ne söyleyeceğimi bilmiyordum.
Caminin yanından lokantaya giden dar yola girdik. Burası şehrin ilk sokaklarındandı. Çocukluğumdan beri hiç değişmemişti. Özellikle şehrin merkezinde birçok yer değişmiş olmasına rağmen, bu bölge koruma altına alınmış gibi duruyordu. Birçok insanın düşüncesinden ayrı olarak, eski binaları sevmiyordum. Bana göre eskiler ilerleyecek insanı tutukluyorlardı. O nedenle tarihi yerleri, binaları görmeyi sevmiyordum. Bütün yerleşim alanlarını eskidikçe tarihi eser olarak saklamaya kalkarsak, yaşayan insanlara dünyada yer kalmaz diye düşünüyordum. Sanki geçmişi yaşatmaya çalışmak, yaşamayı, yaşama alanlarını, geleceği kısıtlamaktı.
Ufukla aramızdaki gerginliğe neden olan olayı konuşmalıydım. Ufuk benim neden böyle davrandığımdan habersiz konuşmaya çalışıyor. Arada muzip bakışlarla şakalar yapıyordu. Oysa benim ne onun muzip bakışlarına, ne de şakalarına tahammülüm yoktu. İçine düştüğüm kaos beni allak bullak etmişti.
Babamın bana yaptığı en büyük iyiliklerden biri, belki de en büyük kötülük benden hesap sormamasıydı. İşyerinde çalışmama karşılık aldığım paranın hepsini kendime harcıyordum. Babasının evinde yaşayan, ailevi sorumlulukları olmayan birisi için aldığım maaş çok iyiydi. Benim aldığım maaşı alan birçok işçi, kira ödüyor, ailesine bakıyor, çocuklarını okutuyordu. Bense bütün parayı kendime harcıyordum. Ufuk’un ailesi ise çok kalabalıktı. Kardeşlerinden beşi okuyordu. Okula gitmeyen iki kardeşi daha vardı. Evlerine bazen misafir olarak giderdim. İlkokula giden kardeşlerinden Mustafa’nın elinde bir çuval ekmeği görünce şaşırmıştım. Sonradan öğrendim ki, her gün on beş ekmek alıyorlarmış. Benim ailem ise hiç ekmek almazdı. Ekmekler evimizin önündeki fırında yapılırdı. Fırın avlumuzun yol kenarındaki duvarındaydı. Haftada bir köy ekmeği için hamur karılır, fırında pişirilirdi. Bazen bir haftalık yufka yapılırdı. Ufuk’un abisi Osman henüz yeni işe girmişti. Şehir dışındaydı. Aldığı maaşı kendisi için harcıyordu. Bekâr olduğu için yüksek kira ödeyerek ev bulabilmişti. Nedense ev sahiplerinin böyle bir algısı var. Kız olsun, erkek olsun, bekârlara ev vermek istemiyorlar. Verseler de neredeyse iki misli kira istiyorlardı. Hele öğrencilere ev vermeye gelince, kira bedeli üç beş misline çıkabiliyordu. Ufuk çalışmıyorken bütün harcamaları ben yapıyordum. Çünkü benim param vardı. Ailem parama dokunmuyordu. Maaşım kendime aitti. Geleceğe yatırım yapmak gibi düşüncelerim de yoktu. Gençliğin verdiği sorumsuzlukla geleceğe birikim yapmak hiç aklıma gelmiyordu. Evlilik mi, daha zamanı vardı. Ailem vardı ama aile sorumluluğum yoktu. Kira vermiyordum. Arkadaşlarımla paramı paylaşmayı seviyordum. Paylaşma deyince ailemle paylaşmak hiç aklıma gelmiyordu. Varsa yoksa arkadaşlarımdı. Gerçi kaç tane arkadaşım vardı ki? Birkaç kişi. Ama ben zamanımın hemen tamamını Ufuk’la geçiriyordum. Ufuk’un babası çocuklarına harçlık verecek konumda değildi. Adamın aldığı maaş, kiraya mı, aileye mi yetecek belli değildi. Bir ara laf arasında Ufuk babasının harçlık veremediğini, bu nedenle çocukken simit bile alamadığını söylemişti. Ufuk’un parası olmadığını bildiğim için, ona hiç harcatmıyordum. Paran var mı yok mu diye bile sormuyordum. İşe alındığında benden 50 lira düşük maaş alıyordu. Fabrikada çalışanların maaş bordrosunu ben yapıyor, maaşları ben dağıtıyordum. Ufuk’a ilk maaşını verirken, “-. Hadi iyisin, cebin para görsün artık” demiştim. O da “-. Ne olacak ki, aldığım gibi babama vereceğim. Babamla böyle anlaştık. Bir sürü borcumuz var. Benim maaşlar borca gidecek” demişti. Bu durum beni çok üzmüştü.
Arkadaşlık duygusunun, aşk duygusu gibi insanı kör ettiğini bilmiyordum. “Aşkın gözü kördür” sözünün “Arkadaşlığın gözü kördür” sözüyle güncellenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bugün aldığım bilgi, beklentisiz, tamamıyla özveriyle yaşadığım arkadaşlığı gözden geçirmem gerektiğini söylüyordu.
Ana yola çıktığımızda rüzgâr bütün gücünü hissettirmeye başladı. Doğudan esiyordu. Sanki gelecek kışın habercisi gibi soğuktu. Karanlık gittikçe koyulaşırken, parlak gökyüzünde yıldızlar kendine yer arıyorlardı. Konumunu belirleyen her yıldız, parlaklığını bize göndererek ben buradayım diyordu. Lokanta kalabalık değildi. Merkez aile lokantası şehrimizin merkezinde sıradan bir lokantaydı. Camiden dar yolla ana yola çıktıktan sonra hemen köşedeydi. Yemek için genellikle buraya geldiğimiz için evimiz gibi olmuştu. Yemekleri orta halli, fiyatları uygundu. Köşedeki masaya oturduk. Tam karşımızdaki siyah beyaz televizyonda Kıbrıs haberleri vardı. Siyasi liderler haberlerde boy gösteriyorlardı. Kıbrıs’ta durumlar vahimdi. Rumlar çıldırmış gibi Türk yerleşim alanlarına saldırıyorlardı. Haberlerin gidişatı, yapılan yorumlar savaşın patlayacağı yönündeydi. Hemen her an Türkiye Kıbrıs’a askeri gönderebilirdi. Ülkemiz ise seçimlere gidiyordu. Ecevit’le, Erbakan seçimlere çok iddialı giriyorlardı. Demirel ise kendine güvenli bir şekilde, sanki onlar bir şey yapamaz diyordu. Ama çoğu konuşmalar bu yıl yapılacak seçimlerde Demirel’in kaybedeceğine inanıyorlardı. Yemek siparişlerini verdik. Benim suskunluğum hala sürüyordu. Ufuk beni çözmeyi bırakmış gibiydi. Artık ne muzip şakaları, ne de kaçamak bakışları vardı. Birkaç kez “.- neyin var?” demişti. Bende “-. Hiç boş ver” demiştim. O da muzipçe “-. Yine Duygu meselesi mi?” Ha dercesine başımı sallayıp geçtim. Duygu hayatımda ayrı bir hikâyeydi. Neticesi mümkün olmayan, kendimden sekiz yaş büyük dul bir kadına karşı tutkulu duygular yaşıyordum. Sırrımı sadece Ufuk biliyordu. Kimseye de açma niyetim yoktu. Duygu’nun bile kendisini sevdiğimden haberi yoktu. Duygularımın anaforunda kendimle boğuşuyordum. Ortaya çıkmaması için elimden geleni yapıyordum. Duygu anaforu yaşayanların mutlaka, duygularını paylaşacak, açmazlarında kendine yardım edecek arkadaşlara ihtiyacı vardı. Ufuk, bu konuda sırdaşım, arkadaşımdı.
Ufuk bugün öğleden sonra iş için fabrika dışına çıkmıştı. Onun fabrikada olmadığını bilen babası, molada yanıma gelmiş, günümü altüst eden soruyu soruvermişti. “-. Oğlum işçilerin maaşını verdiniz. Memurların maaşını vermediniz mi?” “-. Olur mu Ali amca, işçilerden bir gün önce verdik” “-. Ya, öyle mi? Ufuk bana maaşının yarısını veriyordu. Bu ay almadık dedi de” “-. Ali amca sen Ufuk’un maaşının tamamını alıyormuşsun ya. Ufuk öyle dedi. Maaşından harçlık bile vermiyormuşsun” “-. Olur mu oğlum? Sana öyle mi söyledi? Ben o kadar vicdansız mıyım? Delikanlı adamın paraya ihtiyacı olur. Ben onun maaşının yarısını alıyorum. Yarısı kendisine kalıyor” Şaşırmıştım. Hâlbuki Ufuk maaşının hepsini babasına verdiğini, babasının biriken borçlarını ödediğini söylemişti. Babasıyla tartışmamak için “-. Tamam, Ali amca ben ona üç gün önce maaşını verdim” dedim. Ali amca, şaşkın, üzgün, “Allah Allah bu oğlan niye maaş almadım dedi. Daha bu sabah sordum. Adam da benden para bekliyor. Ya bir yere harcadıysa. Ben ne yapacağım şimdi?” diyerek odadan çıkıp gitti.
Ali amca çıkıp gitmişti ama asıl gidenler bendeydi. Duygularım altüst olmuştu. Arkadaş diye birlikte olduğum. En gizli sırlarımı paylaştığım. Maaşını babasına veriyor diye üzülüp, hiçbir yerde beş kuruş harcatmadığım biri vardı. Şimdi öğrendim ki, her zaman yanında maaşının yarısı varmış. Hiçbir zaman benim de param var. Bu sefer ben ödeyeyim dememişti. İşyerinde beraberdik. Dışarıda beraberdik. Benim gördüğüm Ufuk hiç para harcamıyordu. Ne yapıyordu maaşının yarısını? Nasıl bir insandı? Sürekli ben harcarken, hatta abisinin bulunduğu yere giderken bile, dolmuş biletini ben almışken, bir gün olsun ben vereyim dememişti. Ne söyleyeceğimi bilememenin sıkıntısını yaşıyordum. Suçlu ben miydim? Yoksa Ufuk mu? Kendi kendime adil olmaya çalışıyordum. Öyle geliyor ki, neredeyse maaşımın yarısını ben onun için harcarken, o maaşının yarısını bir yerlerde biriktiriyordu. Aldanmış mıydım? Aldatılmış mıydım? Yoksa aldatılmaya hazır biri miydim? Sorgusuz sualsiz paylaşmak... İyi niyetle olsa da, arkadaşım parasızlık çekiyor diye, onun para ödememesini beklememek, iyilik miydi, yoksa başka şey miydi? Kızıp bağırmam gerekmiyordu. Hesap sormamın bir anlamı yoktu. Yorumlarımın sonucunda kendimi suçlu buluyordum. Ama bir şeye çok kızıyordum. Ufuk “babam maaşımın tamamını benden alıyor” dediğinde ona inanmıştım. Bu inançla Ali amca hakkında olumsuz düşüncelere sahip olmuş. Bazen de ileri geri konuşmuştum. Hatta bir başka yerde, “ne babalar var” diyerek Ufuk’un babasını “kötü baba” örneği olarak göstermiştim. Bundan dolayı içimde bir hüzün var. Bugün babasının “-. Olur mu oğlum. Delikanlı adam, paraya ihtiyacı olur. O nedenle maaşının yarınısın harcasın diye ona bırakıyorum” dediğini hatırladıkça, içim içime sığmıyor. Bu kadar olgun, iyi, düşünceli olan baba için, oğlunun yüzünden kötü düşüncelere sahip olmuştum. Aleyhinde konuşmuş, kötü baba unvanını yapıştırmıştım. Babasından özür dilemem gerekti. Ama bunu nasıl yapabilirdim ki? Bunu yapabilmem için, oğlunun yaklaşık iki yıldır yaptığını babasına anlatmam gerekiyordu. Nasıl anlatabilirdim ki? Gün boyunca derin düşünceler içindeyim. Ufuk benim Duygu’ya ait aşkımın anaforlarından birini yaşadığımı zannederek susarken, fazla irdelemezken, ben onun arkadaşlığını gözden geçiriyordum.
Benim durgunluğumu gören lokantacı Musa dayı, “Hayrola neyin var?” “Hiç Musa dayı” Ufuk araya girip “Aşk acısı çekiyor aşk” dedi… Musa dayı da gülerek, “Öyle mi hadi hayırlısı, düğün ne zaman?” diyerek uzaklaşırken, arkasından “Bakma sen buna, öyle bir şey yok, dalga geçiyor işte” deyince Masa dayı, “bizde gençken sizin gibiydik. Bir türlü aşkımızı söyleyemezdik. Nedense utanırdık. Hatta ailemiz başka bir kız almaya kalkardı da, ben şu kızı seviyorum diyemezdik” dedi. Bizler şimdi Musa dayı gibi değildik. Seviyorsak seviyoruz diyebiliriz. Ailemizin beğendiğini almak zorunda değiliz. Ha, beğendiklerini beğenmişsek mesele yok. İllaki insan sevdiğiyle evlenecek değildi ya. Mesela ben kendimden sekiz yaş büyük dul bir kadını seviyorum. Onunla da evlenmeyi hiç düşünmüyorum. Aklımla kalbime egemen olmaya çalışıyorum. İçimdeki kavga bir gün geçecek biliyorum. Sabırla o günün gelmesini bekliyorum.
Yemeklerimizi yerken bazı kararlara vardım. “Bugün para ödemeyeceğim. Ufuk’un yemek parasını ödemesi için zemin hazırlayacağım. Hatta ısrar edeceğim” Ufuk kendisine kuracağım tuzaktan habersiz iştahla yemeğini yiyordu. Lokanta fazla kalabalık değildi. Önü tamamıyla cam pencereden olduğu için gündüzleri aydınlık olurdu. Genelde temizdi. Duvarları, yerden bir metre yükseklikten başlayan, enine boydan boya bir metrelik aynalarla kaplıydı. Aynaların altında yere kadar ağaçtan lambri yapılmıştı. Aynaların üstünde ise değişik resimler vardı. Resimlerin çoğu eski Isparta’ya ait resimlerdi. Aynalar lokantayı çok geniş gösteriyordu.
Lokantada yemek yiyenler genellikle tanıdık simalardı. Akşam yemeğine evine gidemeyen çevredeki esnaflar, öğrenciler çoğunluğu oluşturuyordu. Hemen her müşteriyi tanıyordum. Yeni olanlar ise hemen belli oluyordu. Adı üstünde merkez aile lokantası, alenin evi gibiydi. Sahibiyle, çalışanlarıyla dostluklar oluşturmuştuk. Benim yiyeceklerim standarttı. Pek değişik şeyler yemezdim. Yediğim yemek türleri bitmek üzereyken sağ olsun Musa dayı yiyeceğimi ayırırdı. Geç kalsam bile, beğenerek yediğim yemekleri her zaman bulurdum. Tatlıları çok severdim. Hele bir gün balkabağı tatlısı yaparken Musa dayı ölçüyü kaçırmış. Öyle bir balkabağı tatlısı olmuş ki, ağdası taş gibiydi. Balkabağının altın sarısı rengi, ağdasıyla birleşmiş, balkabağı ve ağda bütünleşmişti. Tadı çok fazlaydı. Herkes yiyemezdi. Musa dayı bana tavsiye ederken, “bu tatlısı sen yiyemezsen kimse yiyemez” demişti. Tatlıya karşı aşırı düşkünlüğümü bilen Musa dayı, kimseye yediremediği kabak tatlısına iyi bir müşteri bulmuştu. Tatlının üzerine ince dövülmüş ceviz koymuş, cevizlerin altında altın sarısı rengiyle tatlı müthiş görünüyordu. Çatalla bir lokma almak istedim. A oda ne, çatal tatlıyı kesmiyordu. Merakla uzaktan seyreden Musa dayı, hemen elinde bıçakla geldi. Bıçak bile zor kesiyordu. Tatlıyı ağzıma aldığımda, sanki koyu bir ağda topunu ağzıma almış gibiydim. Ramazan aylarında satılan macunlara benziyordu. Macunları çok severdim. Sanki balkabağı tatlısı, balkabağı macunu olmuştu. İlk porsiyonu yediğimde Musa dayı, beğendin mi diyerek bakıyordu. “Bir porsiyon daha” dediğimde, Musa dayının gözlerindeki sevinci tarif edemem. Adam tatlıyı kimseye yediremediği için atmayı düşünüyordu herhalde ki, müşterisini bulmaktan dolayı sevinçliydi. İkinci porsiyonu getirdiğinde, “ikincisi benden” dedi. Teşekkür ederek tatlıyı yemeye başladım. “Ufuk sende ye” dediğimde, “.- Ben bunu yiyemem. Nasıl yiyorsun şaşıyorum” diyerek acayip bakışlarını üzerimde gezdiriyordu.
Yemek faslı bitince, “Ufuk ben lavaboya gidiyorum, sen hesabı gör” diyerek masadan kalktım. Lavaboya gidişimin kastı, Ufuk’un hesabı ödemesiydi. Fazla sıkıştırmasa da, oyalanmak için tuvalete girdim. Ellerimi, ağzımı pek âdetim olmasa da oyalanarak iyice yıkadım. Aslında yemek arkası hemen ağzımı yıkamazdım. Sanki ağzımı yıkadığımda yemeklerin tadı kaybolurdu. Hâlbuki özellikle yediğim tatlıların tadını uzun süre ağzımda tutmayı severdim. Davranışlarım birçok sağlık kuralını çiğnese de ben zevk alırdım. Yaklaşık on dakika lavaboda oyalandım. Dışarıya çıktığımda, Ufuk Musa dayının masasının başındaydı. Aralarında bir şeyler konuşuyorlardı. Onlara doğru yürürken inşallah hesabı ödemiştir diyordum. Yanlarına varınca Ufuk’a “hesap tamam mı, ödedin mi?” dediğimde, “hayır, param yok ki” dedi. Artık şok yaşamam gerekmiyordu. Çünkü Ufuk parası olduğu halde param yok yalanı onun karakteri olarak karşımdaydı. Uzun süredir bu yalanla ben yaşıyordum. Bunu bugün anlamam neyi değiştirirdi ki? Tamam, öyleyse dedim. “Peki, hesaplattırdın mı?” “Hayır hesaplattırmadım. Seni bekledik” Musa dayı hiçbir şey anlamamış, merakla bize bakıyordu. “Çocuklar üzerinizde para yoksa sonra verirsiniz” dedi. Gülerek “Olur mu Musa dayı? Sen hemen hesapla” diyerek yediklerimizi saymaya başladım. Ben hesabı öderken Ufuk dışarı çıkmıştı.
Hesabı ödeyip dışarıya çıkarken, Ufuk’un yüzsüzlüğü karşısında bende vurdumduymaz olmuştum. Sanki bunun böyle olacağını bilir gibiydim. Yani Ufuk parayı ödemeyecek, yalanına devam edecek, böylece yakayı iyice ele verecekti. Benim kurduğum tuzak ise, parayı ödetmekti. Başarılı olamamıştım. Yediğim iki porsiyon tatlı bütün enerjisini vücuduma boşaltırken, esen rüzgâr yılan gibi bedenimi sarıyordu. Dışarıda beni bekleyen Ufuk’a “hadi parka gidelim” diyerek o tarafa doğru yürümeye başladım.
Gideceğimiz park Atatürk parkıydı. Hükümet binasının doğusunda, şehrin merkezindeki en büyük parktı. Parkın içinde büyük ağaçlar vardı. Yaz günleri güneş parkın içine hiç giremezdi. Koyu bir gölgelik bütün parkı kaplar, özellikle rüzgâr olduğunda ağaçların yaprakları harika bir müzik ortaya çıkarırdı. Parkın ortasında büyük havuzun üzerindeki köprüden parkın doğusundan batısına, batısından doğusuna geçilirdi.
Havuzdaki su fıskiyelerle fışkırtılmaya başladığında, ortalığı harika bir su sesi kaplardı. Yaprakların sesiyle su sesi birleştiğinde, parkta sürekli çalan müziğin sesi duyulmaz olurdu. Parkın kenarlarında ailelerin oturması için yapılmış çardak türünde yapılar vardı. Çardakların üzerleri kenarlarına dikilmiş sarmaşıklar nedeniyle yemyeşildi. Neredeyse parkın bütün etrafını ince bir şerit halinde çardaklar kaplardı. Parkla hükümet binasının arasındaki geniş beton alanda parka doğru yürürken konuşmuyordum. Konuşmamamdan iyice sıkılmış Ufuk patladı “.- E yeter be Cemil. Bugünkü suskunluğun gerdi artık. Neyin var söyle. Bana mı bozuksun? Yoksa başka bir şey mi var?” “.- Ne o çok mu gerildin? Konuşacağız merak etme. Hele parktaki yerimize bir oturalım. Sana anlatacaklarım var”
Ufuk’un gerginliği meraka dönüştü. Meraklıların aceleciliğiyle “.- şimdi anlatmaya başlasana” “.- Hayır olmaz. Söyleyeceklerim önemli. Şöyle sağlam bir yere oturmalı. Arkamızda korunak olmalı.” “.- Allah, Allah neymiş bu kadar önemli şey?” “.- Acele etme az kaldı” Parkın batı kısmından içeri girdik. Hemen her zaman oturduğumuz havuz kenarında güzel bir yer vardı. O tarafa baktım. Oturduğumuz masa boştu. “.- Masamız boş diyerek” oraya doğru yürüdüm. Masamız parkın doğu bölümündeydi. Parkın altındaki yol ile havuzun arasında geniş bir alandı. Etrafı rahatça izleyebiliyorduk. Üstelik esinti olduğunda güzel rüzgâr alırdı. Masamızın olduğu bölüme bakan garson, lisede okuyan bir gençti. Bizi ağabeyleri olarak görür, çok severdi. Tabi bizde onu çok severdik. Ne zaman olursa olsun, bizi görünce hizmet için koştururdu. Öyle iki saat garson beklemezdik. Tabi güzel tüyolarda verirdi. Bugün çay içmeyin. Bugün şunlar daha güzel gibi tüyolar. Bayat çay yerine daima taze çay içmek. Dondurmanın en güzel bölümünden yemek… Meşrubatların en soğuğunu bulup getirmek… Onun bize sağladığı kıyaklardı. Kısaca biz garson Yusuf’u çok severdik. Parkın boş olup, işin olmadığı dönemlerde oturup sohbet ederdik. Harika bir çocuktu. Yazları çalışır, kışın okurken harcayacağı paraları biriktirirdi. Onun için her fırsatta üç beş kuruş bahşiş bırakmak âdetim olmuştu. Masamıza doğru giderken karşımızdan geldi. “Ağabey neredesiniz ya, az kalsın biraz önce birileri yerinize oturuyordu. Onları daha güzel diyerek başka bir yere aldım” Teşekkür ederek masamıza doğru yürürken, Yusuf, “elimdeki boşları bırakıp geliyorum” diyerek hızlıca bizden uzaklaştı.
Masaya oturur oturmaz Yusuf tepemizdeydi. Sempatik gülüşüyle önümde durmuş “ağabey ne alırsınız” diye soruyordu. “.- Yusuf bana bir orta kahve, Ufuk bir şey içmeyecek” dedim. Ufuk şaşırmıştı. “.- Ben niye içmiyormuşum? Bende orta kahve içeceğim” Sert bir ifadeyle “.- Ufuk sen şu an hiçbir şey içme. Konuşmamızdan sonra içeceksen iç. Yusuf, Ufuk ağabeyin bir şey içmiyor. Sen benim kahvemi getir” Ufuk ne olduğunu anlayamamıştı. Kesin, sert ifademden etkilenmiş olacak ki, çıt çıkarmadı. Yusuf “.- Tamam ağabey” diyerek uzaklaştı. Ufuk’un gözlerinin içine dik bakmaya başladım. O da bana anlamsız, merakla bakıyordu. Bakışlarındaki “Neler oluyor?” sorgusu konuşma öncesi tufanı andırıyordu. Tedirgin, meraklı bir şekilde “.- Hadi konuşalım, ne konuşacaksak” dedi.
Etrafımızdaki masaların geneli boş olduğu için fazla gürültü yoktu. Havuzdaki suyun çağıltısına, rüzgâr yapraklarının hışıltısı eşlik ederken, Barış Manço’nun gamzedeyim deva bulmaz şarkısı çalıyordu. Barış dinlediğim sanatçıların başında gelir. Muhafazakâr yapım olmasına rağmen, pop müzik türünü sevmem çevremde her zaman yadırganırdı. Dinlediğim yabancı sanatçılarını, Türk pop müziği sanatçılarını duyanlar şaşırırdı. Dönemimizde pop müzik türünü genelde muhafazakâr olmayanlar dinlerdi. Üç sesin gücüne sarıldım. Sessizliğimi bozan güçlü, kararlı, kesin cümleler kurmaya başladım.
- Ufuk sana birkaç soru soracağım
- Haydi, sor da meseleyi anlayalım
- Tamam. Bana demiştin ki, ben maaşımın tamamını babama veriyorum
- Evet veriyorum.
- Bana demiştin ki, babam maaşımın tamamını aldığı halde bana harçlık bile veremiyor. Çünkü çok borçluyuz. Üstelik babam evin masraflarına yetişemiyor. Mecburen ben katkıda bulunuyorum.
- Evet vermiyor. Evin masraflarına ben katkıda bulunuyorum. Bütün maaşımı veriyorum.
- Ben senin anlattıklarına inanarak, sana çok büyük değer vermiştim. Seni arkadaşlarımın hepsinden daha değerli saymıştım. Bugüne kadar sana bir yanlışım oldu mu?
- Hayır olmadı? Bütün bunları niye soruyorsun?
- Acele etme, bugün sonuca geleceğiz.
- Tamam
- Ben senin anlattıklarına dayanarak sende para olmadığını düşünüyor. Bu nedenle sana hiçbir yerde para harcatmıyordum.
- Evet harcatmıyorsun. Mesele bu mu yani? Senin para harcaman, benim harcamamam mı?
- Hayır, mesele bu değil
- E, ne o zaman?
- Bugün sen dışarıya iş için gittiğinde baban geldi. Senin maaşının yarısını alıyormuş. Senden maaşının yarısını istediğinde, babana henüz maaş almadık demişsin. Üç gündür aynı şeyi söylüyormuşsun. Hâlbuki ben sana üç gün önce maaşı verdim. Biliyorsun şirkette maaşları ben dağıtıyorum.
- Evet verdin.
- Peki, o zaman niçin babana maaşı almadık dedin?
- O benimle babam arasında seni ilgilendirmez ki?
- Öyle mi?
- Öyle…
Artık hiç şaşırmıyordum. Aylarca babam maaşımın tamamını alıyor diye beni kandırandan ne bekleyebilirdim ki? Utanma mı? Arlanma mı? Özür mü? Sorularıma nasıl cevap veriyordu? Hiç tereddütsüz, kesin ifadeler kullanıyordu. Sanki yaptıklarında hiçbir yanlışlık yoktu. Her şey onun için gayet normaldi.
- Elbette senin maaşını babana verip vermemen beni ilgilendirmez. Bu mesele babanla senin aranda ben buna karışamam.
- Mesele ne o zaman?
- Mesele bana yalan söylemiş olman.
- Ben sana yalan söylemedim
- Nasıl söylemedin? Babana maaşının tamamını verdiğini söylemedin mi?
- Evet söyledim.
- Hâlbuki maaşının yarısını veriyormuşsun. Baban yarısını sen harcayasın diye sana bırakıyormuş. Delikanlı adamdır. Masrafları vardır. Onun için yarısını ona bırakıyorum diyor. Yalan mı?
- Hayır, yalan değil. Yarısını veriyorum. Yarısı bende kalıyor ama babam harcasın diye bende bırakıyorsa, ben harcamam için yarısın kendime ayırmıyorum. Ben yarısını geleceğim için biriktiriyorum. Aldığım maaşın yarısını babama, yarını bankaya yatırıyorum. Üzerimde para kalmıyor. Param yok deyince yalan söylemiyorum.
- Yani geleceğini düşünüyorsun?
- Evet
- Peki, birlikte yiyip içiyoruz. Birlikte geziyor, parka, sinemaya, kahvehanelere, pastanelere gidiyoruz. Oralarda paralar harcıyoruz. Bütün bunları ben öderken, senin hiç vicdanın sızlamıyor mu? Bütün harcamaları Cemil yapıyor, biriktirdiğim paradan biraz ayırayım da, bende harcamalara katkıda bulunayım demiyor musun?
- Kardeşim niye diyeyim ki? Ben param yok diyorum. Sen haydi sinemaya gidelim diyorsun. Haydi, lokantaya gidelim diyorsun. Haydi, parka gidelim diyorsun. Bende seni kıramıyor geliyorum. Benim harcayacak param yok ki? Seni kırmamak için geldiğim yerlerde niçin para harcayayım?
Artık şaşırmayacağım demiştim ama şaşkınlığımdan ne söyleyeceğimi bilemiyordum. İşin mantığını oturtmuştu. Aylarca bütün harcamaları ben yaparken, asla para harcamayı düşünmemiş. Üstelik benim paraları ödemem gerektiğine inanmıştı. Zira onu hep ben çağırmışım. Ben bütün maaşımı birlikte yemeye içmeye harcarken, Ufuk efendi sürekli para biriktiriyordu. Kendine göre çok akıllıydı. Sorularıma verdiği cevaplara karşılık ne söyleyebilirdim ki?
Yusuf elinde kahveyle geldi. “Buyur ağabey kahven”. Ufuk’a döndü “Ağabey sen bir şey içmeye karar verdin mi?” “Evet bana da bir çay getir” deyince “Bir dakika Osman, Ufuk çay parasını ödeyecek paran var mı?” diye sordum. Bana hayretle baktı. Sorum karşısında çok şaşırmıştı. Garson Yusuf olanlardan bir şey anlamamıştı. “.- Bana hayretle bakma, çay paran varsa söyle, yoksa söyleme. Bundan sonra herkes yediğinin, içtiğinin parasını ödeyecek. Bundan böyle harcamalar Alman usulü” Ufuk tavrıma sinirlenmişti. “Bir çay param var herhalde, senin çay parana ihtiyacım yok” dedi. Garsona çayı söyledi. Garson giderken,
- Gördün mü? Bir yalanın daha çıktı ortaya. Hani bütün paranı bankaya yatırıyordun.
- Ne yalanı?
- Hani maaşının yarısını babana veriyor, yarısını bankaya yatırıyordun. Sende hiçbir şey kalmıyordu.
- Canım üç beş kuruş yanıma alıyorum.
- Alıyorsun ama ben harcarken sen asla harcamıyorsun. Anlaşıldı.
- Anlaşılan ne?
- Benim anladığım bende, senin anlatmak istediğin sende kalsın.
Kahvemi birkaç yudumda içtim. Henüz Ufuk’un çayı gelmemişti.
- Ben kalkıyorum. Sen çayını iç?
- Nereye?
- Güzel bir film var sinemaya gideceğim
- Ne filmi?
- Aşk hikâyesi
- Bende geleceğim
- Hayır gelme, ben yalnız gideceğim.
- Sinema parasını öderim diye korkuyorsan, param var ben öderim. Gerçi bundan sonra Alman usulü dedin ama seninkini de öderim merak etme.
- Geçti artık Ufuk, henüz jeton düşmedi mi?
- Bu kadar alıngan olmaya gerek yok ki!
Güldüm. “-. Alınganlık ha.” Diyerek uzaklaşırken, “sen henüz durumun farkında değilsin” deyip ilerideki Yusuf’a doğru yürüdüm. Yusuf elinde çayla geliyordu. “Hayrola ağabey erken kalkmış, Ufuk ağabeyi yalnız bırakmışsın” “Benim özel işim var Yusuf, şu kahve parasını al. Çay parasını Ufuk verecek” Yusuf şaşkın, kahve parasını alırken, olanlardan bir şey anlamamışlığın merakıyla bakıyordu.
Aşk hikâyesi filmini, şehrin güneyindeki çay kenarında bulunan Altıniş sineması gösteriyordu. Sinemaya doğru yürürken, aklım karışık, duygularım alaboraydı. Sadece Ufuk’la değil bütün arkadaşlarımla ilişkilerimi gözden geçirmem gerektiğini düşünüyordum. Geleceğimi düşünmeden yaptığım özverili paylaşımlara karşılık geleceğini düşünerek hesaplı davrananlarla arkadaşlık kurmuştum. Hangisinin iyi olduğu noktasında karar sahip değilim. Kendi hesabıma hiçbir zaman Ufuk gibi davranamayacağımı düşünüyorum. Hiçbir zaman, ister davet edileyim, ister davet edilmeden birlikte olayım, birlikte olduğum insanlara tüm masrafları ödettiremezdim. Hele yalanı, asla söyleyemezdim. Mantığı kurulmuş, kendi kendine doğrulattırılmış yalanların, yalanlıktan çıkmayacağına inanıyordum. Hiçbir yalan, doğru mantıklar kurulsa da, yalan olmaktan öteye gitmez. Ufuk bana, maaşımın yarısını babama, yarısını bankaya geleceğim için yatırıyorum demiş olsaydı, belki bende bu örnekten giderek, bankaya hesap açtırabilirdim. Belki ikimiz birlikte kararlar alarak, maaşımızın ne kadarını ilerisi için biriktirebileceğimize karar verip geleceğe hazırlanırdık. Ama Ufuk her şeyi kendi içinde hesaplamış, nasılsa harcayan var hesabıyla kendi mantığını oluşturmuştu. Ben asla Ufuk gibi olamazdım. Ailemden gördüğüm terbiye, karakterim buna müsaade etmezdi.
Şehrin güneyine doğru hafif loş sokaklardan yürürken, yüzüme güneyden esen serin bir rüzgâr çarpıyordu. Sokak lambalarının aydınlattığı kaldırımlar pislik içindeydi. Yerlere atılmış sigara izmaritleri, sigara paketleri vardı. Bazı evlerin önünde rastgele sokağa serpilmiş pis sular parlıyordu. Aşk hikâyesi filmini seyretmek için sinemaya doğru giden insanlarla birlikte yürüyordum. İnsanların çoğunu aileler oluşturuyordu. Herhalde tek başına, dalgın, hüzünlü, yorgun yürüyen bendim. Düşüncelerin alacakaranlığında dolaşırken, tiz bir kadın sesiyle irkildim.
- Cemil, cemil
Aman Allah’ım bu Duygu’nun sesiydi. Kalbim yerinden oynadı. Alacakaranlık duygularım aydınlandı. Bütün yeryüzü karardı. Ne yapacağımı şaşırdım. Ufuk’la ilgili bütün düşünceler kaybolup gitti. Şimdi benliğimde Duygu fırtınası esiyordu. Yerle gök arasında ne varsa her şey altüsttü. Bastığım kaldırım taşlarının kaydığını hissediyordum. Hafifçe dönüp baktım. Duygu, annesi, ablası, küçük erkek kardeşiyle hemen arkamdaydı.
- Sürekli sesleniyorum. Niye duymuyorsun?
- Hiç dalmışım. Kafam başka şeylerle meşguldü.
- Hayrola neler kafanı karıştırıyor?
Deyince, annesi,
- Yok kız. Zamane gençleri bunlar. İşine geldiğinde duyar, işine gelmediğinde duymazlar.
- Yok anne, Cemil öyle değildir.
- Sen öyle san. Sonunda dediğime gelirsin.
Sonra bana döndü.
- Ne o, sevdalı mısın?
- Yok teyze, ne sevdası?
Derken, kendimden sekiz yaş büyük kızına karşı duyduğum aşkın fark edileceğinden nasıl korktuğumu anlatamam. Seven insanın, sevdiğine, sevdiğinin yakınlarına yakalanması ne demektir bilemezsiniz. Hele yakalanma korkusunun kara bulutu insana çökünce, insanın ne hale geldiğini bilemezsiniz. Büyük bir telaşa kapılmıştım. Asla onlara belli etmek istemiyordum. Hemen onlardan uzaklaşmalıydım. Eğer onlarla birlikte olursam duygularımı anlayabilirlerdi. İleride gördüğüm bakkala doğru hızla yürümeye başladım.
- Sigara almam gerek. İyi akşamlar…
Diyerek onlardan uzaklaşırken, annesi fark etmiş olacak ki…
- Demedim mi sana kız. Bak nasıl kaçıyor. Âşık valla bu oğlan âşık…
- Kime ki?
Kime ki diyen Duygu’nun sesi kulaklarımı tırmalıyordu. İçimden dönüp, “.- sana, sana, sana” diye haykırmak gelirken, gizli bir güç bana engel oluyordu. Belli ki, Duygu ve ailesi de sinemaya gidiyorlardı. Onlarla tekrar karşılaşmamak için sinemaya gitmekten vazgeçtim. Eve doğru yürümeye başladım.
Gökyüzündeki ay geceyi parlatırken, içimdeki duygular beni karartıyordu. Yarın, bugünden vereceğim kararların uygulama günü olacaktı. Yarın arkadaşlıklarla ilgili düşünce ufkumu karartan Ufuk’la kuracağım yeni ilişkilerin ilk günü olacaktı. Nasıl? İşte bunu bilemiyordum. Evimin yolu üzerindeki ıssız, sakin, ağaçların karartılarıyla bunalmış yolda ilerlerken, kendimi arıyordum.
YORUMLAR
Öykünüzü, az önce antoloji.com'da okumuştum, buraya geçtim gene onunla karşılaştım, uzun ama okunabilir bir öyküydü... arkadaş acısı çekmek aşk acısı çekmekten beterdir, hayatımızda birden fazla Ufuk'lara alışkın olsak da acısı bir başka koyar onların... çümkü ne kadar aptal lolduğumuzu yüzümüze de çarparlar... tebrikler...saygıyla
.
kemnur tarafından 7/27/2012 3:43:21 AM zamanında düzenlenmiştir.
MEHMET ÇOBAN
Öyküler konusunda henüz acemiyim. Uzunluk kısalık konusunda bir hayli terüddütlerim oluyor. Bir iki sayfalık anlatımları yavan buluyorum.