- 515 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Dudaklarını Mora Boyayacak Melekler
Savaşlar, soykırımlar gördük,
İskenderler, Sezarlar,
Ne atlar kaldı onlardan, ne meydanlar...
Gittiler, yıkılıp birer birer,
Biz kaldık ...
Rıfat Ilgaz
Niye bu kadar sensiz kalıyorum? Neden, bir manası olmalı? Ama hiçbir dilde, hiçbir kelime cevap vermiyor sorularıma. Anlamsız bakışların uğrak hüznünü avuçlarımda biriktirip, ellerimi yumruk yapmışım. Karşıda ayna!
Ama ben bu yüzü tanıyorum. Aynı boşluk bu, aynı yağmursuz bakışlar… Fakat hayır, aynasız olmalıydı, aynasız kalmalıydım şu anda. Seni görmeliydim, seni yalnızca!
Ağlıyor musun? Hıçkıra hıçkıra ağlıyor musun gözlerini benden kaçırıp? Ne kadar çok acı, ne kadar çok gurbet biriktirmiş sımsıcak kolların. Nefesin kesiliyor değil mi? Az geri çekeyim kendimi, yoksa böyle daha mı rahatsın?
Şişt… Canım, gözyaşların terinle karışmış. Saçların Karadeniz gibi hırçın, saçlarında demli çayın kokusu… İkindi vakti şu an, hani kuşların şarkı söyledikleri o güzel vakitteyiz.
Biliyorum, sorun değil ama takmıyor da değiliz. Bir kedi dahi bulamadık, patilerini koklayabilmen için. Yoksa ona mı ağlıyorsun? Bir kedi içinde ağlanmaz be hasretim! İncecik kaşların ve güneşin üzdüğü yüzünde birkaç salıncak, avuçlarımda kalıyor yaşların.
Ama sen ağlıyorsun hâlâ! Ağlama ne olur, yanındayım canım.
İşte bu son hıçkırığın olmalı! Sımsıkı sarınca kolların boynumu, biliyorum rahatlayacaksın. Islağız, çok ıslak! Gözyaşınla karışmış terin bir başka! Kokunu göğsüme sindiren, yüreğime kazıyan bir sıcaklıkla yapışıyor kıllarıma. Gözlerini açıp, bakabilir misin bana?
Biliyor musun, sen ağladığında üzülmüyorum. Hayır, dertleniyorum, kederin azığı artıyor ama üzülmüyorum. İnsan hiç sevdiğinin yaşlarını yudumlarken, üzülür mü? Yalnızca, kederleniyorum o kadar! Ve seni yanında görmek, yanımda bilmek, dokunabilmek sana, bunları tarif etmek de yolunu hiç bilmediğim şehirlere gitmek kadar da zor! Ama işte, buradasın, yanımda, benimlesin, sadece yanımda sen varsın, sevgi denen şeyin sıcaklığı ile sarıyorsun, sarmalıyorsun.
Bademciklerimde sıkışan bir şeydi aşk dedikleri. Hiç bu kadar yakın olamazdım, Güneşi bilip. Bu kadar uyanık kalamazdım, Ay’ı görüp. Kusmaya çalıştığım aşkı yüreğime işledikçe, bir ferahlık, sakinleşme vuslata eriyor dudaklarımda. Bulutla yağmur gibiyiz biraz da. Biraz bulut ben, biraz yağmur sen… Bazen bulut sen, yağmur da ben! Dillerindeki şarkılar ne kadar da güzel kuşların! Ağlıyor musun hâlâ? Ama…
Avuçlarını öpüp, alnıma koyma vakti geldi. Gökte iki yıldız var, sanırım Mikail hıçkırıklarını duymuş. Şu çok parlak olan benim ha? Ya sen? Şu bize daha yakın olan ve ışığı sönük olan mı? Eğer şimdi sarılmamızı sonlandırıp, sıcacık karnına burnumu yaslamamış olsaydım…
Tamam, aralanan kapıların ardınca teskin edilmek ikimizin de hakkı. Dudakların acırken, acıkırken daha fazla aşka, biraz daha mora boyamalı melekler seni.
Rüyalarımın her birini yatağıma hapsedip, senin nefesini dinliyorum. Uzuyor şimdi, kesildi ve derin bir bırakış…
Sabaha çalan akşamlar yakın.
Dudaklarını mora boyayacak melekler.
Nihayet yağmur olmaktan vazgeçtin. Ne olur sımsıkı sarıl ve sadece nefes alıp ver. Çoktandır parçalanan bulut ben olmuştum, şimdi sırtından kalçana inecek iki damla gözyaşının zamanı.
Saçlarından akan çaylar, nemli ve yapışkan sarılmalar da tutsak kalpler; her şey yerli yerinde: Mağaralar, kayıtlar, savaşlar, ölümler, doğumlar, gidişler, gelişler ve sevmeler…
Bunların yanı sıra, iki sevgili ebedi nihayete kucak açıp, her gün doğarlarken, senin olmadığın bir güne açılacak yolculuğun hiç uygarlık bilmeyen serzenişlerinde kalacağım.
Ama önce ağlamadığına kanaat getirip, mora boyanmış dudağından öpeceğim.
Biliyorsun, ama yine de söyleyeceğim. Biz hiç istememiştik böyle parçalanmaları, sadece ihtiyacımız vardı ara sıra böyle bulut olup, yağmalara. Bu yüzden daha fazla özlüyoruz ya, ıslak tenlerimizin birbirini sarmasını, toprak misali dünyada!
Söyledim ve kapadım gözlerimi senli rüyalara.