BİR RÜYA BİN DÜNYA
BİRKAÇ SÖZ
Büyük düşünmek, büyük hayaller kurmak; insanın hem vasfı hem de ‘büyük adam’ olmanın yoludur! İnsan, yaşıyorsa hayal kuracak ve kurmalıdır. Yaşayana has en önemli özelliktir, hayal kurmak ve rüyâ görmek.
Okumak gerekir her şeyi. Hayatı sevmek, kendini sevmek, başka varlıkları sevmek... Sevmek, okumak demektir. Ama herkes okumalıdır. Herkes, sevmelidir. Herkes, bir dünya kurmalıdır; onun için de dünyayı sevmelidir. Dünyayı tanımalı, bilmeli ve içinde olmalıdır.
Ve dünyayı okumalıdır herkes.
Düşünmek gerekir; ‘Ben; duymalıyım, görmeliyim, bilmeliyim. Ben; yaşamalıyım ve yaşatmalıyım...’
Uygulamalıyız; okuduklarımızı, düşündüklerimizi. Önce kendimiz görmeliyiz. Önce kendimiz bilmeliyiz. Önce kendimiz hissetmeliyiz acıyı, tatlıyı...
Netice, insanın aynasıdır. Hem de iyi okuyan, güzel düşünen, sabırla uygulayan kesinlikle başarılı olur.
‘Oku, düşün, uygula ve neticelendir’ ki ne ekersen biçersin!
Ekrem GÜRER
NOHUTLU RÜYASI
Üç hilâlin temsil ettiği topraklar... Ayakları arzın derinliklerinde, başı asûmana varan yurt torakları... Dünya coğrafyasında en büyük, en önemli yeri alan bir devlet... Adını kurucusundan alan, ömrünü başta Hazreti Allah ve sonra sevgili Peygamber’den, evliyâdan, enbiyâdan hayır dua alan bir millet ve ülke... Bir oymak, sonra bir beylik, sonra bir devlet ve kocaman bir imparatorluk... Dostlar adıyla övünmüş, şereflenmiş, huzura kavuşmuş; düşmanlar adıyla çıldırmış, kıskanmış ve her zaman sarsılmış, yanmış ve yıkılmıştır.
Üç hilâl, karanlıkları aydınlatan ve daima yükseklerde parıldayan bir bayrak oluvermiştir. Üç hilâl, üç kıtayı aydınlatıvermiştir. Üç Hilâl, kâinatı aydınlatmış ve ‘yedi iklim’e aynı baharı yaşatmıştır.
Osmanlı’nın ‘Yükselme Devri’, sonra ‘Duraklama Devri’, derken ‘Gerileme Devri’ başgöstermiştir; yıl 1877. 1876’da V. Murad’ın çok kısa bir süre sonra tahtını bıraktığı, yerine Abdülhamid’in geçtiği bir dönem başlamıştır. İçerde ve dışarda başına buyruk işler yapılmakta iken Abdülhamit Han, bizzat kendi otoritesini koymaya başlar. Sadece kendi aklını dinler ve yapılan bütün antlaşmalarda bizzat kendi karar verir. En önemlisi de içerde, daha önce kurulmuş olan meşrutiyet ve anayasanın baş mimarı sayılan Mithat Paşa’yı hükümet etmekten alır. Dışarda ise, neredeyse oldu olacak bir Rus Savaşı’nı geciktirir. Osmanlı bu sıralarda gerçekten bir kazan gibi kaynamaya başlamıştır. Daha büyük belâlar ve yaralar açılmaması için ne yazık ki tavizler verilir.
Yıl 1878; ne kadar direnilse, ne yapılsa elden bir şey gelmez. Sanki sıraya girmişler, sanki aceleleri varmış gibi Sırbistan, Karadağ ve Romanya; arkasından Bulgaristan, Makedonya... Ve Şarkî Rumeli vilâyeti önce üçe bölündü sonra Bulgar Prensliği olarak birleştirildi.
Üç hilâl yavaş yavaş sönmeye başlıyordu. Osmanlı’nın tepesine en ağır darbeyi ve demir yumruğu İngiltere indiriyordu. 4 Nisan 1878; güyâ, ‘Ruslar bölgede bir harekât yaparlarsa biz yardımcı oluruz’ tuzak bir politikayla Kıbrıs adası elden çıkıverir. Tabi arkasından oradaki Türk ve müslüman ahalinin kısa zaman içinde çeşitli şekillerde göçmesine, kaçmasına, adayı terketmesine çalışırlar; bunu da başarırlar. Bu durum üç hilâlin egemenliğindeki diğer toplulukların ırkçılık damarlarının harekete geçmesini hızlandırır.
Abdülhamit Han, ne kadar sıkı ve otoriter bir rejim uygulamaya çalışsa da üç hilâlin sönmesini, Osmanlı’nın dağılmasını engelleyemez. Dışardaki düşmanların büyüklüğü ve kimlikleri bellidir; belirsiz olan ve en felâketi ise içerdekilerdir. Abdülhamit Sultan’ı ve Osmanlı’yı güçsüz kılan da budur. Hem dışardan hem içerden yapılan darbelerle üç hilâlin aydınlığı giderek azalır. Abdülhamit Sultan, şahsî gayretleriyle ve cesur politikasıyla üç hilâli başının üstünde tutmaya çalışır.
Üç hilâlin, karabulutlar arasından olanca gücüyle aydınlığını göstermeye çalıştığı bu sıralarda Yusuf, ağlayarak dünyaya gelir.
Üç hilâl, Yusuf’u değil deniz ötesi müslüman Türk ahalisini de ağlatmıştır. Yusuf, Bişek Köyü’nün çıplak tepelerinde, ıssız derelerinde, bir göçmen ahaliyi andıran yeşil çalılık korusunda kah davar ve sığır otlatırken, kah kendi kendine hürce gezerken, ıraklarda neler olup bittiğinden habersizdir.
Yıllar, onun için bir gün gibi geçiyordu. Yusuf, bir yandan boy atarken, üç hilâl de gittikçe sönüyordu. Osmanlı bir bir kolunu, bacağını kaybediyordu. Bütün bir gövde acı içinde kıvranıyordu. Yusuf’un da sanki acelesi varmış, hızlıca büyüyordu. Yusuf, öncelikle babası Kafa Osman’ın ve çevresinin güvenilir birisi oluvermişti.
Yusuf, delikanlı bir genç olmuştur; on dokuz yaşlarındadır. Bir gün yazın Yozgat’a, satmak üzere babası Osman Kâya ile birlikte koyun sürüsü götürmeye karar verirler. Götürecekleri davar, kurbanlıklardır. Hepsi de evden yetişme koyunlardır. Aralarında üç beş tane teke denilen hayvanlar da vardır. Koyun ve keçi olarak hepsi kırk kadardır. Kendi elleriyle yetiştirip büyüttükleri hayvanlar... Kafa Osman ve oğlu Yusuf, sabahın ilk vaktinde, horozlar yeni ötmeye başladığı sıralar avludan sürüyü çıkarırlar. Kafa Osman atına biner, kırma tüfeğini, özel dokunmuş kilimvari heybenin bir gözüne kor ve yavaştan yavaştan sürünün arkasından gider. Yusuf, sürüyü Küçük Öz’den Bayraktar Deresi yönüne çevirir. Sürü, Büyük Öz’ü geçer geçmez Kafa Osman durur. Az ilerisinde giden Yusuf, babasının durduğunu görünce o da durur. Olduğu yerden seslenir;
-Ağa! Niye durdun?!..
-Şu tüfa omzuma alıyım, dedim.
Yusuf, ‘tüfek’ lâfını duyunca hemen heyecanlanır. Olduğu yerden hareketlenerek babasına doğru yürür. Hem yürür hem de konuşur:
-Ağa! Eyi düşünmüşsün. Bah, benim ahlıma gelmediydi...
Yusuf, konuşa konuşa yanına gelir. Kafa Osman, tüfeği heybenin gözünden ancak çıkarmış ve eline almıştır. Yusuf gelir gelmez babasına gülümseyerek seslenir;
-Ağa! Tüfa bana ver. Sen atta irahat get.
Kafa Osman, Yusuf’un bu önerisine gülümseyerek karşılık verir;
-Hadi öyle ossun! Al bahalım.
Yusuf, tüfeği alır almaz düzeltir ve boynundan geçirerek omzuna takar. Sonra hızlı adımlarla sürünün yanında gider. Bayraktar Deresi’ne girildiğinde Kafa Osman, atın üzerinden seslenir;
-Yusuf, oğlum!..
Yusuf, kendilerinden başka hiçbir canlının hareketlenmediği bu vakitte, babasının sesini rahatlıkla işitir. Durur ve karşılık verir;
-Buyur ağa! Bi şey mi diyon?
-Yahu oğlum, Çapar’ı unuttuh!..
Yusuf olduğu yerde hafiften güler ve babasına cevap verir;
-Çapar burda, ağa! Sürünün önünde gediyo.
-Öyle mi? Eyi eyi. Ben gormedim de...
Çapar, hem evin hem sürünün bekçisidir daima. Çok sadık bir köpektir. İri, beyaz tüylü, boynu tortlu, cesur bir hayvan. Onun olduğunda ne sürüye, ne de eve kimse yaklaşamaz.
Kabak Tepe’ye kadar sürü, az durur az otlanır. Buraya gelindiğinde Kafa Osman ve Yusuf, sürüyü kendi haline bırakırlar. Hem kendileri hem de at, iki saat kadar dinlenirler. Azıklarını çıkarırlar. Baba ve oğul bir dürümü bölüşüp yerler.
Yusuf, çeşmenin başında dürümünü yerken aklına kardeşleri gelir. Babasına merakla sorar;
-Ağa!
-Buyur oğlum!
-Sağ ol ağa! Bekir emmimin haberi var mıydı, şehre gidecamizden?
-Ahşamdan gonuştuh. ‘Siz gedin’ dedi.
-Ha, eyi. Ben de haberi yohsa ‘kuser’ diyecadim. Şey ağa! Benim asıl diyecam, ‘çocuhlara sabol’ deseydin emmime!
Osman Kâya, Yusuf’un bu içten ve samimi düşüncesine gülümseyerek karşılık verir:
-Oğlum! Emmin senin bildiğin gibi daal. O, çocuhları yalnız bırahmaz. Ben söylemeden o, ‘ben çocuklara goz gulah olurum’ dedi.
-Valla ağa, ne yalan söyleyim; ben emmimi de çok seviyom.
-Kim sevmiyo ki oğlum, emmini. Bütün ahrabalar seviyo. Bekir emmin yiğit birisi. Onun asıl yiğitliği cüssesi daal sadece, yüra gocaman. O gocaman yüra sevgi dolu. Herkese yardım etmeyi bek sever.
-Emmim gerçekten çoh yiğit ağa! Emmime ‘maşallah’ heç bi iş dayanmaz, daal mi ağa?
Osman Kâya, Yusuf’un bu lafına yavaşça gülüverir. Yusuf merak eder ve sorar;
-Hayırdır ağa! Niye guldün?
-‘Yiğit’ deyince ahlıma emminin bi ‘kutük sokmesi’ geldi.
-Annat da dinneyim, ağa!
-Birgun yoharı Garune’de odun ediyodum. Yanımda anan da vardı. Derken bi kutük geldi onüme. Ne yaptım, ne ettiysem bi türlü sokemedim. Bi yandan da anan oturduğu yerden bana öyle gulüyo. Benim çoh ağırıma getti. ‘Gız gulme’ diyom, gine gulüyo... Anan, eliyle ta aşağı öz tarafını işaret etti. Bahtım, Bekir emmin... Hemen ben de oturdum kutüğün yanına. İşte orada başlamışım kutüğe gonuşmaya:
-“Şimdi Bekir gelir, senin imanını gevretir. Onun da onünde dur böyle...” dedim...
-Ee sona ağa...
-Sonası, Bekir emmin geldi. Bu sırada anan beni gıcıh eden gulmesine devam ediyo. Geli gelmez, ‘N’orüyon Osman ağa? Odun ettin mi?’ dedi. Daha ben ağzımı açmadan anan gulerek karşılık verdi:
-‘Bahsana Bekir ağa! Bi kutüğü yerinden oynatamadı, ağan!’ dedi.
-Emmim n’aptı ağa?..
-Bekir emmin, yanımdaki gazmayı eline aldı. İki elinin içine birer kere tukürerek ıslattı. ‘Geri çekil Osman ağa!’ dedi. Ben daha eyice çekilmemişdim, bir kere vurduğunu biliyom; kutük yerinden sanki gendiliğinden çıhıverdi. Ondan sona da, bi saate varmadan bi gağnı kutüğü soktü, attı.
-Emmim bi de çoh uzun boylu, ağa! Ondan uzun buylu kimse yoh koyde. Daal mi?
-Öyle. Ondan uzunu yoh. Duğunlerde, bayrağı kimse uzanıp alamazdı elinden.
Bu konuşmadan sonra, Kabak Tepe’nin dibinde bulunan çeşmeden birlikte sularını bir daha içerler, yollarına devam ederler.
Yozgat’a geldiklerinde akşam yaklaşmıştır. Nohutlu’nun tepesinde sürüyü durdururlar. Geceyi Nohutlu’da geçirmeye karar verirler ve konaklanırlar.
Yusuf ile Kafa Osman yorulmuşlardır. Hayvanlar da yorulmuşlardır. Koyunlar oldukları yere hemen yatarlar. Onların yatmasıyla birlikte Yusuf ve babası da başlarını yere koyuverirler. Yusuf, başını yere kor komaz uyur gider. Sabahın erken vaktinde köyden çıkılmış, günün neredeyse yarısından fazlası yolda geçmiştir.
*
Yusuf, derin uykusunda rüyâlar görmeye başlar. Rüyâsında tanımadığı, o güne kadar hiç görmediği bir adam, kendisine öğüt verir;
-“Sen ileride büyük bir adam olacaksın. Herkese yardım edeceksin. Herkes sana yardım edilmesi için gelecek. Kimseyi boş çevirmeyeceksin. Uzak yerlere gideceksin. Büyük makamlar göreceksin. Büyük adamlarla dost olacaksın....”
Yusuf, uyandığında gördüğü rüyayı babasına anlatır. Babası Kafa Osman, gülümseyerek karşılık verir;
-İnşallah oğlum! İnşallah!.. Sen ne gadar eyi niyetli olursan, gerçekten böyük Allah mükafatlandırır. Mevlâ, istediği gulunu yüceltir, istediğini de yerin dibine endirir... İnşallah sen, mükafatlandırılanlardan olursun!..
Yusuf, gözlerini ovuşturarak babasına karşılık verir;
-Böyük adam nasıl olunur, ağa?!
Osman Kâya, bu sual karşısında önce hafiften güler, sonra başını bir aşağı bir yukarı sallayarak cevap verir;
-Deden ırahmetlik annatırdı: “Gozel Yusuf’u (a.s.) Allah, guyudan çıhardı, goca Mısır’a Sultan etti.” derdi. Gurban olduğum Mevlâ’m, dilerse seni de Saray’a gonduruverir...
Yakışıklı Yusuf, hem gördüğü rüyânın hem de babasının bu yorumu etkisinde kalır. Olduğu yerde hayli durur ve derin bir düşünceye dalar. Sanki büyük bir sorumululuk yüklenmiştir.
Osman Kâya, bir ara durur ve yutkunur birden. Bir şey söyleyecek olur ama söyleyemez bir türlü. Yusuf anlar;
-Ağa! Bi şey mi diyecan?!..
Osman Kâya, hafifçe iki gözünü yumup açar. Başını yavaşça bir öne bir arkaya sallar. Titrek bir sesle karşılık verir;
-Şindik hatırladım oğlum!
-Neyi hatırladın ağa?
-Ben de senin gadarken bir düş gormüştüm. Ben de, dedene annatmıştım, senin gibi. Deden çoh sevinmişti.
-‘Hey gurban olduğum Mevlâ’m! Eyiliğe, adamlığa delâlet, oğlum!’ demişti.
-Gordüğün düş nasıldı ağa?
-Ben de delânıydım. Evli daaldim. Emme anana nişanlıydım. Harman zamanıydı. Eyi iki camızımız vardı. Deden, ‘harmanın etrafını duvar edek’ dedi. ‘Camızları goş özden taş getir’ dedi. Ben de hevesle bi gaç sefer getirdim. Sona da harman yerindeki sap yuklü ganının kolgesinde uyumuşum. İşte, o yattığımda bi adam, düşümde nasihat verdi;
-“Kimseye tekme vurma. Kimsenin hakkını yeme. Kimseyi küçümseme. Unutma! Gul hakkı mutlaha çıhar. Senden mutlaha çıhar. Senden çıhmazsa çocuklarından çıhar. Çocuhlarından çıhmazsa torunlarından çıhar. Onlardan da çıhmazsa öbür dünyada mutlaha çıhar. İşte bundan kork! Hele senden zayıf, guçsüz, kimsesiz birine hatta bir hayvana bile tekme atma. Kimsesizlerin, zavallıların, guçsüzlerin ahını Yaradan mutlak alır. Bir iş yaptırmah için, birinin işini yapmak için karşılığında bi şey ne al ne ver. Aldıhların da verdiklerin de, öbür dünyada yığınca ataş olur...”
Osman Kâya, birden duraklar. Yusuf, babasının duygulandığını anlar. Ve kendisi de duygulanır, babasının bu davranışı karşısında. Sonra, Osman Kâya kendini toparlar ve devam eder;
-Daha gonuşuyodu mu bilmiyom. Uyandığımda üstümden su boşanmış gibiydi. Ağam hemen ileride, özün kenarındaki söğütün kolgesinde oturuyodu. Duramadım, yanına vardım. Sana annattığım gibi dedene de annattım. Gozleri parladı, gulümsedi. Sona;
-“Gozel Allah’ım, seni gozelce uyarmış, oğlum! Böyle düşler, böyle nasihatlar her gula nasip olmaz, Osman’ım! Atalar, ‘Her şeyin asıl bedeli ahirettedir!’ derler. Dün ağam vardı, bugün yoh. Yarın da ben olmıyacam. Sen de çocuhlarına, torunlarına benim gibi söyliyecan...” dedi. Bu böyle sürüp gidecek, oğlum. Sen, hep eyi niyetli ol. Eyi ol! Allah, düşünde gosterdiklerini mutlaha yaşatır, oğlum.
Yusuf, diğer kardeşlerinden farklı olarak, hep babası Osman Kâyanın yanındadır. O, hesap kitap işlerini iyi yaptığından Osman Kâya da onu yanından hiç ayırmaz. Kardeşleri Hüseyin ile Seyfullah da yeni yetişip gelmektedirler. Hüseyin de delikanlı gibidir; on beş yaşlarındır. Hemen her işi görebilmektedir. Osman Kâya köyden dışarı gittiğinde hemen her işi Hüseyin’e gönül rahatlığı ile bırakmaktadır. Seyfullah dokuz, on yaşlarındadır. O da ağabeyi Hüseyin’in yanından hiç ayrılmaz. O yaşta, gücünün yettiğinden fazla işler görebilmektedir.
Osman Kâya, dışarılarda olurken de gözü arkada kalmaz. Hem çocuklar yetişiktir, aklı başındadırlar hem de Bekir emmileri gibi biri vardır yanlarında.
YUSUF ASKERDE
Kafa Osman, yirmi bir hanelik köyün muhtarıdır. Çok sık gelmeyen jandarma bir gün köye gelir. Askere gidecekler bizzat tespit edilir. O gün için iki gencin askere gitmesi gerektiği jandarmaya söylenir. Jandarma, üzerinden bir kâğıt çıkarır. Bildirilen isimleri not eder ve altını Osman Kâyaya tasdik ettirir. Osman Kâya ağzının içinden yavşça besmele çeker ve sağ elinin iki parmağını ceketinin altındaki yeleğin sağ cebine sokar. Bir bez içinde sarılmış vaziyette kurşuni renkli bir demir kaşe çıkarır. Yanında da üç santim kadar uzunluğunda bir kopya kalem vardır. Kopya kalemin ucunu ağzından aldığı tükürükle ıslatır, demirden kaşenin altına kalemin ucunu iyice sürer, sonra kâğıda basar.
Askere gideceklerden biri de oğlu Yusuf’tur. Yusuf yirmi bir yaşındadır. Bu sıralarda ülkede tam olarak yaş kontrolü yapılamamaktadır. Bu yüzden çoğu gençler, zamanında, yani yirmi yaşlarında askere gitmez... Buna en büyük sebep, ülkenin içinde bulunduğu savaş korkusudur. Bu, apaçık bir durumdur. Ülkede dirlik ve düzen giderek zayıfladığından her mevkide çalışanlar bile başına buyruk davranmaktadır. Gençler yönlendirilmedikleri için giderek gerçek görevlerinden uzaklaşmaktadırlar. Her gencin aslî görevi olan askerlik de hele böyle anlarda, neredeyse unutulmaya yüz tutmaktadır. Bir yıla yakın bir süre sonra Bişek Köyü hatırlanır ve jandarma gelir.
Yusuf, kınalı koç gibi hazırlanır. Sadece beş gün kalır köyünde. Altıncı gün babasıyla birlikte Yozgat’a gider. Kıtası İstanbul’dur. Kafa Osman, bir güz günü, oğlu Yusuf’u, eliyle vilâyete kadar getirip alaya teslim eder. Yusuf, alayın içine doğru giderken dönüp dönüp babasına bakar. Bu durum Kafa Osman’ı hem duygulandırır hem de ileriye dönük endişelendirir. Gözlerinden yaşlar süzülüverir. Göz yaşları, oğlunun askere gitmesinden değil; aksine buna sevinmektedir. Ancak, gidip dönememek düşüncesi ağır basar ve haklı olarak endişelenir. Kendi kendine söylenir Kafa Osman;
-“Yunan gine baş galdırmış, oğlum! Gine gan istiyo bu Yunan! İnşallah, hesabını verirsiniz, Yusuf’um. Allah, Osmanlı’ya, padişahımıza, sana ve hep leventlere yardım etsin!”
Kafa Osman, gerçekten birdenbire çöker sanki. Köye geldiğinde daha ilk gününde kırk yaş birden alır gibi olur. Hep üzgün, hep iştahsız, hep uykusuzdur. Eli ayağı iş tutmaz. Sanki hiç kimsesi yokmuş, hep Yusuf’u düşünmeye başlamıştır. Gerçi arkada aslan gibi oğulları vardır; Hüseyin ile Seyfullah. Üstelik Hüseyin de delikanlı olmuştur. Hem de Yusuf ağası kadar yiğitleşmiştir. Her bir işi Yusuf ağası gibi görmektedir. On sekiz yaşındadır Hüseyin. Seyfullah da on bir yaşlarındadır. Ama nereye gitse Yusuf’u hayâl eder durur.
Kafa Osman çok haklıdır; Osmanlı hastalanmıştır. Bunu fırsat bilenler, başta Yunanlılar dek durmazlar. Osman Kâya durumu bilmektedir. Ama Yusuf’a söylememiştir. Onun için endişelenir ve çok üzülür.
*
____ romanın devamı var ____ EKREM GÜRER
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.