- 1067 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BEDENİN SENİN YA, TEPE TEPE KULLAN…
Hesap vermeden özgürce yaşamanın en iyi yollarından birini söyleyeyim mi sana; her fırsatta herkesten hesap sormaktır.
Ahlak bekçiliği yaparak, ahlaksızlığını setredebilirsin mesela… Dindar geçinenler arasında bunun örnekleri çoktur, inançsızlarla savaşmaktan, kendi nefisleriyle savaşmaya vakit bulamazlar.
İktidarı eleştirerek, kendi diktalığını gizleyebilirsin pekâlâ… Solcular arasında bunun örnekleri çoktur, film setlerinde, gazetelerinde, televizyonlarında, internet sitelerinde, derneklerinde aykırı sesleri tereddüt etmeden ötekileştirirler.
“Ortaçağ karanlığı” nı eleştirerek kendi katı inançlarını saklayabilirsin… Bilim adamları, akademisyenler arasında bunun örnekleri çoktur, onlar bilimsel düşünmekten çok, bilime inanır’lar, dini kıssalar gibi Ortaçağ hikâyeleri anlatırlar, bilim söz konusu olduğunda çok katıdırlar.
Başkalarının yanlışlarını diline dolayarak, yanlışlarını örtebilir, kendini iyi, hissedebilirsin. (Nereye kadar… Buna garanti veremem.)
Her zaman, her sokakta ve her dört duvar arasında, çoğunluk onlarındır.
Fahişe bile ahlak dersi verir bize: "Ben memleketi satmıyorum en azından! Çaresizlikten kendi bedenimi satıyorum."
Eskiler "kötü emsal, misal olmaz" demiştir, fakat yeniler hatırlamaz bunu.
Her çaresizliğe düşen bedenini satsaydı, memleket genelev olurdu. Oysa çaresizliğin önünde diz çöküp, talebesi olup ondan yeni meslekler öğrenen çoktur.
Her dara düşen memleketini satsaydı, dünya üzerinde memleket kalmazdı, memleket sadece sözlükte -kelime olarak- var olurdu.
Kadim kültürde, seçilen isimler tesadüfün eseri değildir, bir anlamı vardır. Bu yüzden haddini aşan kadın ve erkeklere, haddini aşmak anlamına gelen "fahşa"dan türetilmiş, fahişe denir.
Elbette, tek taraflı bakmayalım. Fahişe, hem mazlum, hem zalimdir.
Mazlumların kahir ekseriyetinin aynı zamanda zalim olması, az rastlanılır bir durum da değildir.
Kötü muameleden şikâyet eden asker, fırsatını bulunca, eleştirdiği şeyleri yeni gelen askerlere yapar.
İşyerinde müdürünün eziyet ettiği memur, evdekilere eziyet eder.
Çocuklar masumdur, ama çocukların çocuklara ettiği kötülüğü büyükler edemez.
Kadınlar zariftir, ama kadınların kadınlara ettiği kötülüğü erkekler başaramaz.
Sanatçılar duygusal insanlardır, ama sanatçıların sanatçılara ettiği kötülüğe cahillerin aklı yetmez.
İster "kalbi temiz" olanlardan olalım, ister "ahlaksızlıkla savaşanlar"dan, hepimiz ev sahibimiz olan mülkiyete bedel öderiz.
Mülkiyet, ahlakın ev sahibidir, ahlaka bekçilik yapar.
Emperyalistleri eleştirmek kolaydır, ama kendi bedeninde emperyalist olduğunu, kendi bedenini işgal ettiğini fark etmek zordur.
Kendini bizim sahibimiz sanan devletin haddini aştığını görmek kolaydır, ama kendimizi içinde bulduğumuz bedenin sahibi olmadığımızı, bu mülkiyet için bir bedel ödemediğimizi görmek zordur.
İçinde alınteri ve emek kelimelerinin geçtiği sloganlar atmak kolaydır, ama "su parası"nın suyun bedeli olmadığını görmek zordur. Suyun nakliye ücretidir o, döşenen boruların, verilen hizmetin bedelidir.
Yolda bulduğu cüzdanın sahibini aramak, bunun için elinden geleni yapmak, ahlak sahibi olmanın alameti farikası olarak görülürken, kendimizi içinde bulduğumuz bedenin sahibini aramak çabası, gereksiz mistik bir uğraşı olarak görülür.
Ne yalan söyleyelim, vaaza ihtiyacımız yoktur.
Oysa arkasına yaslanan herkes şunu görebilir: Bu beden benim eserim değildir. Adımız, soyadımız bile bizim eserimiz değilken, bu ne cürettir? Etkilenmemek mümkün değildir.
Kimin eseri olduğunu sonra tartışırız. Propaganda diline de ihtiyacımız yok. Dindarların tebliğleri ne kadar basmakalıpsa, bilim adamlarının açıklamaları da o kadar basmakalıptır.
Tanrı kavramı ne kadar gizem doluysa, tesadüf kavramı da o kadar gizem doludur. Sen buna, bilimsel mistisizm, de.
Sebep-sonuç dairesinde her şeyi açıklayabileceğini zanneden kişinin varacağı yer, zamane dindarları gibi mübalağadır, aşırı yorumdur.
İnsan her gün kapısında bir hediye paketi bulsa, ona ’tesadüf eseri’ demez, kasıt arar. Beni tanıyor, biliyor olmalı, der. Fakat insan her sabah penceresinde güneşi bulduğunda, tesadüfün eseri der geçer, merak etmez. Oysa hediyenin sahibi, onu "çevre"leyen ambalajı değildir. Neyse, konumuza dönelim...
Bedenin senin (eserin) olsaydı, onu çok iyi tanırdın, hangi diyetin işe yarayacağını adın gibi bilirdin, hala hangi diyetin işe yarayıp yaramadığını tartışmazdın.
Bedenin senin (eserin) olsaydı, onun nasıl çalıştığını, onun nelere ihtiyacı olduğunu adın gibi bilirdin, hasta olmazdın, yaşlanmazdın, ölmezdin.
Kendilerine çok haksızlık yapılmış olması, köylülerin hazine arazilerini işgal etmelerini, gecekondu yapmalarını haklı gösteremez. Kendilerine çok haksızlık yapılan kadınların, benzer şekilde, adeta "sahibi yoksa benimdir" diyerek hazıra konmaları, kimliklerini üstüne inşa ettikleri bedene, bu benim bedenimdir demeleri de, gecekondu zihniyetinin kadınsı halidir.
"Siz ne karışıyorsunuz, o benim karım" diyen adamla, "sen ne karışıyorsun, bu benim bedenim" diyen kadın, aynı maço zihniyetin çocuğudur.
Ne zulmedilen kadın, o adamın malıdır, ne de karındaki o küçük canlı, o kadının malıdır.
İnsan denen telif eserin hakkı sorulmadıkça, niçin bu topraklarda insanlar kullanım süreleri bitene kadar mal olarak tedavülde -özgürce!- dolaşacaklardır.
Ama nasıl! Cinayet işleyerek. Üstelik bedenle birlikte ruhlarını katlederek… Ben böyle özgürlüğün içine tükürürüm…
‘M. Cân Gündede
YORUMLAR
Bu kadar birbiri ile alakasız konuyu bir araya getirerek sonucunu kürtaja bağlayan yazıyı hiç beğenmedim.
cevabını da kendiniz vermişsiniz nasıl olsa;
“Ortaçağ karanlığı” nı eleştirerek kendi katı inançlarını saklayabilirsin… Bilim adamları, akademisyenler arasında bunun örnekleri çoktur, onlar bilimsel düşünmekten çok, bilime inanır’lar, dini kıssalar gibi Ortaçağ hikâyeleri anlatırlar, bilim söz konusu olduğunda çok katıdırlar.
M. CÂN GÜNDEDE
Ben konuları alakadar sanmıştım!
Değilmiş miş!
Kutlarım basireti(ni)…