- 1137 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
NEREDE O ESKİ RAMAZANLAR?
NEREDE O ESKİ RAMAZANLAR?
Ramazanları,1970’li yıllarda bir dönem Osmanlı’ya başkentlik yapmış ve hâlâ buram buram tarih kokan Bilecik ve Bursa’da,1980’li yıllarda da ondan daha fazla Osmanlı olan ve tarihi, coğrafyası ve kültürüyle dünyada bir benzerinin daha bulunmadığı İstanbul’da yaşadım.
Kıbrıs’ta,Artvin’de, Bolu’da ve Sakarya’da da nice Ramazan ayları idrak ettim.
Dolayısıyla bir mukayese yapma imkanına sahip olduğumu düşünüyorum.
Ramazanı yaşama noktasında özellikle öğrencilik yıllarımda geçirdiğim
her üç tarihi yer de birbirine benzemekle birlikte, aralarında küçük
nüanslar vardı. Ancak Bilecik ve Bursa Osmanlı’nın kuruluş
devirlerinde şekillendiği için, daha çok Selçuklu mimari yapısı
görülürken, gelenek, görenek ve sosyal yaşantı açısından da Selçuklu
Osmanlı sentezi hissedilirdi. Mesela; Bursa Ulu Cami’de bülbülü hoş
eda ile okunan Kur’an sesiyle, şadırvanın su sesinin izdivacından
doğan, mimari yapı ve ahengin kristalize ettiği havayı yaşayarak
teravih namazı kılmanın hazzı, hiçbir kavramla ifade edilemez. O
güzellik ancak yaşanır. Aynı aheng ve manevi havanın belki de daha
zenginleştirilmişini İstanbul Eyüp Sultan’da ve selâtin camilerinde
yaşamanız mümkündür.
Eyüb’ün serin bir Ramazan akşamında henüz yatsı ezanı okunmadığı halde
,cami içi ve dışıyla beraber hınca hınç dolması üzerine, birer kağıt
seccade temin ederek, değerli bir dostumla birlikte mabedin yaklaşık
150 metre ötesinde ve beklide imamın da önünde, minareden yükselen
şahane ve davudi bir ses eşliğinde kıldığımız teravihin muazzam zevki,
hâlâ dimağımdadır. Her dört rekatın arasında teravihin bitmemesi ve bu
manevi hazzın biraz daha uzaması için dua ettiğimi hatırlıyorum.
Süleymaniye’de, Fatih’te, Sultanahmet’te, Hırka-i Şerif’te gördüğünüz
ve sahura kadar devam eden coşkulu insan seli ve o manevi atmosfer
insana Ramazanı daha güzel yaşatıyor.
N.Fazıl’ın: "Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar; Güleni şöyle
dursun, ağlayanı bahtiyar" diye tasvir ettiği İstanbul’un her şeyi
farklı olduğu gibi, Ramazanları da çok farklıdır. Bu yönüyle
Ramazanı İstanbul’da yaşamak ayrı bir zevk konusudur. Elbette her
yerin ayrı gelenek, görenek ve adetleri vardır. Ramazan pideleri ve o
kutsal aya mahsus tatlılar, börekler, her çeşit zengin menüler... Evet
bunları büyük zevkle hazırlayan insanlarımız hem maddi, hem de manevi
açıdan adeta iple çekiyorlar bu mübarek ayı. Ama değişmeyen ortak
payda şudur: Her biri bu mübarek ayı büyük bir sevinçle karşılıyor ve
hüzünle uğurluyor. Gereği gibi de değerlendirmeye çalışıyor.
Öte yandan Ramazan ilahileri, manileri ve fıkraları da toplumumuzda çok
yaygın olarak kullanılıyor. Bir kaçını burada verelim.
Koca Ragıp Paşa konağında iftar vermiş ve oruç üzerine sohbet
yapılıyordu. Paşa bir ara Şair Haşmet’e dönerek:
" - Senin de borcun var mı?" dedi. Haşmet de: "Var efendim, hiç olmaz
mı? Bakkala bin kuruş, kasaba 500 kuruş..." derken, Paşa güldü ve:
" - Be adam ben onu sormuyorum, oruç borcun var mı?" diye soruyorum. Haşmet de:
" - Kusura bakmayın Paşam siz ancak kul borcunu sorarsınız. Oruç
borcunu Allah sorar" diye cevap verdi.
Rahmetli dayım vardı. Gölpazarı Akçakavak köyünden. Çevresinde Hasan
Ağa diye tanınırdı. Kalabalık bir iftar sofrasında yemek
başlıyor. Köylerde daha ziyade yemekler ortaya konur ve herkes aynı
kaptan yer. Çorba gelir sofraya, herkes basar kaşığı, tam tabakta
çorba bitmek üzereyken, bizim dayıya :
"-Çek Hasan Ağa! Sünnetleyiver çorbayı" denir. Sırada etli kuru
fasulye vardır. Yine herkes yer ve azalınca: "Çek Hasan Ağa! Bunu da
sünnetleyiver". Pilav gelir aynı şekilde. Nihayetinde sofraya bir
tepsi nefis ve leziz baklava gelir. Herkes büyük bir iştahla baklava
yemeğe başlar. Tepsi yarıyı geçmeye başlayınca, bizim dayı bakar ki,
kimse çek Hasan Ağa demiyor. Kocaman baklava tepsini tutar ve biraz da
yüksek sesle kendi kendine:
"Çek Hasan Ağa" diyerek kendi önüne çeker. Tabi sofradakiler
bakakalırlar. Bizim Dayı: "Her yemeği biz sünnetliyoruz da, baklavayı
niye biz sünnetlemeyelim" deyince, topluca gülüşürler ve haklısın
afiyet olsun derler.
Bir defasında iftar sofrasında Hz. Peygamber sahabeyle beraber iftar
ediyorlardı. Allah Resulü sırf bir gönlü sevindirsin diye, yediği
zeytinlerin çekirdeklerini fark ettirmeden Hz. Ali’nin önüne koyuyordu.
Yemeğin sonunda Hz. Ali’nin önünde bolca zeytin çekirdeği birikmişti.
Allah Resulü :
" - Ya Ali! Sen ne kadar çok zeytin yemişsin öyle" buyurdular.
Hz. Ali de şöyle dedi :
" - Ben de deminden beri onu düşünüyordum. Acaba Allah’ın Resulü
zeytini çekirdeğiyle birlikte mi yiyor diye."
Hani bir tekerleme vardır:" Muhammed’den oldu muhabbet hasıl,
Muhammed’siz muhabbetten ne hasıl?"
On bir ayın sultanı Ramazanda muhabbetler daha bir koyu olur.
Muhabbetlerin ağırlıklı konusu da Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti ve
Rasulallah Efendimizin sünneti ve şefaatıdır.
"Gönül ne kahve ister, ne kahvehane. Gönül ahbap ister kahve bahane"
denildiği gibi, arkadaşlıklar, ahbaplıklar, komşuluklar daha da pekişir
Ramazanlarda. Gönüller sevindirilir, kırık kalpler onarılır,
bayramlarda küskünler barışır. İnsanlar hayır ve hasenatta yarışır.
Açlar doyurulur. Çıplaklar giydirilir. Düşenler kaldırılır. Öksüz ve
yetimler sevindirilir. Ağlayanlar güldürülür. Yediden yetmişe topluma
bir huzur, bir manevi hava hakim olur.
Gerek sosyal, gerekse manevi açıdan baktığımızda, Ramazan, bizim
tarihimizde ve kültürümüzde çok önemli bir yer tutar. Bir takım
değerlerimiz bir miktar erozyona uğrasa da bugün hâlâ canlılığını
korumaktadır. Her ne kadar gençliğimiz teknolojik gelişmelerin
etkisinde kalsa da, gelenek, görenek, örf ve adetlerine bağlıdır. Dînî
ve milli değerlerini canından aziz bilecek duyarlılığa sahiptir.
Ancak yine de bizi biz yapan dinamiklerimizi, yüce özelliliklerimizi
ve ulvi güzelliklerimizi muhafaza edip yaşatmak noktasında, her türlü
hassasiyeti göstermek gerekir ki, Ramazan kültürümüz de cemiyetimizde
ilânihâye yaşamaya devam etsin. Kalın sağlıcakla...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.