KARA YUSUF -XV
........................
**
Keçi ve koyunları Kürt Arif, Kel Bekir, Adımış ve İsmail’den sonra, güze doğru Yusuf ile Çakmak tarafından koruda otlatırlar.
Bir gece Yusuf’un midesi ağrır. Sancısından sabaha kadar uyuyamaz. Çünkü daha önce de ağrımıştır. Bu yüzden doktora götürülmüş ve hap verilmiştir. Yusuf bir süre sonra zamanında hapını yutmamaya başlar. Amcası Musa, Yusuf’un hapını yutmadığını duyunca çok kızar. Çünkü doktor, ‘hapın kesinlikle ve hem de zamanında yutulmasının şart’ olduğunu önemle belirtmiştir. Doktor bunu, bizzat amcası Musa’nın yanında Yusuf’un yüzüne söylemiştir.
Yusuf kendi kendine; ‘Nasıl olsa iyi oldum’ diye düşünür. Musa ve Hasan tekrar doktora götürürler. Doktor, hastalığının ilerlemiş olduğunu söyler ve Ankara’ya havale eder. Bunun üzerine Ankara’da ameliyat edilmesinden başka çare olmadığı belirtilir. Çaresiz ameliyat edilir.
Yusuf, hastalığının ciddiyetini çok zaman sonra öğrenir. Şimdi daha iyi anlar. Ama yara büyümüş ve derinleşmiştir. Doktor, Yusuf’un anlayacağı biçimde sonuçtan bahseder. Durumunun iyi olduğunu söyler. Gerçeği bilerek söylemez. Doktor bunu bir görev icabı yapar. Yusuf bunu bilmez. Bilmemesine özellikle çalışırlar. Yusuf’un artık hastanede işinin kalmadığını kendisine söyler. Hatta gülümser ve sesli olarak söyler:
-Hadi bakalım, kendine iyi bakarsan bir daha hastanelere gelmezsin. Tamam mı? Artık köyüne gidebilirsin Yusuf Efendi.
Sanki doktor, onun evini çok özlediğini biliyordu da öylesine demişti. Doktor gerçekten evine gönderiyordu. Dr. Celâl Bey, bunu böyle söylemişti. Sadece amcası ve babasına, Yusuf’tan uzakta, gizlice söyleniyordu. Hatta bir ara amcasını Dr. Celâl Bey yalnız görüşmek üzere odasına çağırır ve uzunca görüşürler. Görüşme gerçekten uzun sürmüştür.
Yusuf son kez yattığı Ankara Hastanesinden çıkmak üzere babasıyla dışarıda beklerler. Amcası Musa, ağır ağır Dr. Celâl Beyle birlikte koridorda yanlarına gelirler. Dr. Celâl Bey gülümser ama Musa’nın yüzü gülmez. Hatta üzgün olduğu neredeyse belli olmaktadır. İçerde Dr. Celâl Beyle bu konuyu konuşmalarında, Yusuf’un, kanser olduğunu bilhassa bilmemesine yönünde aldıkları karara rağmen, üzüntüsü belli oluyordu.
-Dohtor Bey, gene görüşecez inşallah! Değil mi?
Doktor daha yanlarına gelmemişti. Hasan Ağa heyecanlı bir biçimde doktora küçük bir nezaket konuşması yapar. Sanki bir ‘Allahaısmarladık’ vedâsı yapar. Dr. Celâl Bey, Musa’nın omzu üzerindeki elini yavaşça çeker.
-Hasan Kâyâ heç merak etme! Ben her zaman Yusuf’un yanındayım. Ne zaman isterseniz hazırım.
Hasan Ağa kendilerine yaklaşmış olan doktora, hürmet ve saygı gereği bir iki adım varır. Elini uzatır.
-Sağ ol, Dohdur Bey! Koyümüze, hanemize beklerim! Allah sizden razı olsun!
Doktor, Hasan Ağanın elini sıkar.(Bu arada hemen yanı başlarında bir bankta oturmaktayken, doktorun kendisine doğru yöneldiğini anlayan Yusuf ayağa kalkmış, zoraki bir biçimde gülümseyerek bekler) Doktor, Yusuf’un yanına gelir. Bir elini Yusuf’un omzuna kor.
-Bak Yusuf! Sen aslan gibisin. Yiğit delikanlısın. Yiyeceksin, içeceksin, gezeceksin...
Doktor, arada bir Musa Kâyâya ve Hasan Ağaya dönerek konuşmasını sürdürür:
-Ben her zaman olduğu gibi senin hep yanında olacağım. Burada olduğu gibi...
Yusuf çok zayıf bir sesle karşılık vermeye çalışır:
-Buruya bi daha gelmiyecam mi?..
Aslında çok şey söylemek ister Yusuf. Çok şey öğrenmek ister. Sorular sormak ister Yusuf. Ancak hem konuşma güçlüğü yüzünden hem amcası ve babası varken, hem de kötü şeyler duymak istemediğinden konuşmaz , konuşmak istemez. Başka bir şey söylemez, susar. Zaten Yusuf eskiden de pek fazla konuşmayı sevmezdi. Çünkü öyle yetiştirilmişti. Büyüklerin yanında yetişmişti. Büyükler konuşur, o dinlerdi. Bu fazla konuşmama, bir davranış şeklini almıştı.
Doktor Celâl Bey, gayet düzgün bir ifadeyle sözünü sürdürür:
-Senin buraya gelmene hiç gerek yok artık. Biz doktorlar olarak gerekeni yaptık. Ben, istediğiniz zaman yanınıza geleceğim. Hatta köye de geleceğim. Kontrollerini Yozgat’ta yapacağım. Anlaştık mı?
Bu sırada Musa üç beş adım geride beklemektedir. Olduğu yerden söze karışır:
-Sayın Hocam! Açıkça, ‘iyi mi, kötü mü durumum’ diye orenmek istiyo...
-Ee, kolay değil elbet! Ameliyat bu canım! Bıçağın yerinin kapanması, iyi olması için bile en azından birkaç yıl alır. Ama sen kendine iyi bakar, moralini sağlam tutar, her şeyden önemlisi de, ‘Ben bu hastalığı yeneceğim...’ dersen, hiçbir şeyin kalmaz, evvel Allah. Tamam mı aslanım?
Yusuf, Dr. Celâl Beyi hem sevmiş, hem de ona çok güvenmiştir. İnce bir gülümseyişle ve başını hafif bir biçimde öne doğru eğerek doktora içten teşekkür eder.
Doktor Celâl Bey Ankara’da çok ünlü, sevilen, sayılan bir doktordur. Ankara Üniversitesi Rektörüdür. O, bir profesör ve Yozgatlının gururu bir hocadır. Doktor Celâl Bey, birçok nedenlerden dolayı Yusuf’a karşı bütün sevgisini, ilgisini vermiş; onun iyi olması için ne gerekiyorsa yapmış ve yapmaya devam etmektedir.
Yusuf, babası Hasan ve amcası Musa son kez, Doktor Celâl Beye ‘Allahaısmarladık’ derler ve oradan ayrılırlar.
**
Yavaş yavaş hastanenin merdivenlerini inerler. Hastanenin avlusuna geldiklerinde dururlar.
-Hasan Ağa, siz şurada durun, oturun. Ben yan taraftaki taksi durağına gediyim.
Biraz hızlı adımlarla gider. Bu arada Yusuf, yanında bekleyen babasına döner.
-Ağa! Şuruya azıcık oturuyum.
Hasan Ağa hemen Yusuf’un koluna girer.
-Otur oğlum. Ben de yoruldum. Beraber oturah.
Hemen arkalarında duran üç dört kişilik bir ağaç banka otururlar. Yusuf otururken hafifçe ağzını açar, dişlerini sıkar.
-Garnım az acıdı, ağa!...
Başını sol tarafa hafifçe büker.
İçi yanan sadece Yusuf değil o anda. Hasan Ağa her şeyi duymakta, görmekte ve hissetmektedir. Titrek bir gülümseyişle sanki Yusuf’a moral verir;
-Ee, golay mı oğlum? Daha iki gun oldu ameliyat olalı. Birden bire eldeki basit bi yara bile ha deyince haftalar, aylar sona eyi oluyo... Seninki de eyi olacak elbet. Bıçah yarası... Acır oğlum! Sabırlı ol! Sen çabuk atlatırsın, inşallah!
Hasan Ağa kalın ve boğuk bir sesle moral konuşması yapar. Yusuf öylece dinler. Sırtını dimdik tutar, ancak boynunu hep bir tarafa hafif eğer ve öylece oturur. Hem babasını dinler hem de emmisi Musa’nın hemen gelmesini bekler gibi durur. Çünkü, sık sık başını amcasının gittiği yöne doğru döndürür.
**
Anadolu’nun büyük bir bölümünde olduğu gibi Bişek Köyünde de babaya çoğunlukla derler. Yusuf’ta bu gelenek ve adet içerisinde büyümüş olduğundan babasına ‘ağa’ demektedir. Hatta küçük kardeşler de aynı şekilde büyük erkek kardeşlere ‘ağa’ diye hitap ederler.
-Aha, emmin geldi Yusuf!
Aslında Hasan Emmi de Yusuf gibi kardeşi Musa’nın hemen gelmesini arzulamaktadır.
Taksi gelir ve Yusuf’un yanında durur. Yusuf ile babası taksinin arkasına yavaşça binerler. Musa, şoförün yanına oturur.
-Hadi sür bahalım, Aslan hemşerim. Allah yolumuzu açık etsin!
Taksici Aslan, Musa ile önceden her şeyi konuşmuş ve anlaşmışlardır. Zaten Hasan Emmi böyle şeylere ve hele Musa’nın işine pek karışmaz. Çünkü bunu bir saygı olarak kabul eder. Musa’ya her konuda güvenir. Siteler Samsun yoluna girerler. Yozgat istikâmetine doğru yönelirler.
-Emmi!
-Buyur Yusuf!
-Sitelerden çıkıyoh, daal mi?
-He, çıkıyoh. Sahi Yusuf, sen Sitelerde çalışmıştın...
-Çalıştım ya, emmi...
-Sitelerin neresinde çalıştığını biliyon muYusuf?
-Adını bilemiyom da şu döndumüz gavşah vardı ya, oruya yahındı herhal, emmi.
-Orası Siteler Gavşa... Samsun Yolu Gavşa da diyolar.
-He, emmi.
Taksici Aslan Efendi, Musa’yı tasdikler:
-Evet, evet. Doğru .Siteler-Samsun Yolu Kavşağı.
Hasan Emmi şapkasını çıkarmış taksinin arkasına atmış ve kendisi de yorulmuş gibi arkaya yaslanıverir. Hiç konuşmaz, öylece dinler. Arada bir gözlerini yumuyor. Ancak uyumaz. Sanki günlerce uyumamıştır. Uyuyamamıştı gerçekten. Gözlerine uyku girmemişti ki Hasan Emminin. Yusuf günlerce hastanedeydi. Ankara’yı günlerce, haftalarca mekân tutmuşlardı. Yusuf’un iyileşmesi için her şeye katlanıyordu Hasan Emmi. Yeter ki Yusuf iyileşsin. Uykusuzluk, açlık, yorgunluk... Hiç önemli değildi!...Çok kısa bir an sessizlikten sonra Şoför Aslan konuşur:
-Tekrar geçmiş olsun yiğidim, hiç üzülme. Allah’ın izniyle atlatırsın bunu.
Yusuf yavaşça karşılık verir:
-Sağ ol, Aslan Ağa!
-Hastalık, fakirlik, zenginlik her bi şey bizler için, Yusufcan! Her hastalığın dermanını da vermiştir, yüce Mevlâ’mız.
Yusuf, Hasan ve Musa, şoförün bu tatlı sözlerini sadece dinlerler. Sesli olarak değil de başlarını hafif bir şekilde eğerek ‘Evet. Tabi. Haklısın...’ anlamında katılırlar.
Yusuf konuşmak istiyor, ama konuşamıyordu. Zaten yorgun ve bitkindi. Konuşmalar taksinin içinde bir müddet yine kesilir. Yusuf kendi konuşamıyor ama konuşulsun istiyor gibiydi. Başını sık sık sağa sola çevirir durur. Bir ara babasına döner.
-Ağa...
Hasan Emmi dalmıştı bu sırada. Neler düşünüyordu bilinmez. Yusuf tekrar seslenir:
-Uyuyon mu ağa?
Hasan Emmi kendiliğinden yumulmuş gözlerini birden açar. Sesli bir şekilde karşılık verir:
-Buyur...Yusuf, bi şey mi diyon?
-Yoh Ağa! Seni uyumuyo sandım da... Sen uyu.
Hasan Emminin haberi yok ki, Yusuf’un sessizce bir şey söyleyeceğinden. Yusuf çok geçmez, babasına tekrar döner ve yavaşça seslenir:
-Ağa, Yağlı’da ecik dururuh, daal mi?
-Yoh oğlum, her yerde dururuh. Bu, otobüs daal ki... İstediğimiz yerde dururuh.
Musa, Hasan Emminin sözlerini duyar.
-Hasan Ağa, Yusuf bi şey mi istiyo?
-Yağlı’da ecik dursah diyo da...
-Bah bah! Ne demek yiğenim! Ben, ‘İrahat gidek, istediğimiz yerde durah, enek, dinlenek’ deyin tahsi tuttum...
Yusuf bu sırada babasının kucağına başını yaslamış duruyordu. Yusuf’un kucağına yatmasını ve yaslanmasını Hasan Emmi istemişti. Taksi gayet yavaş gidiyordu. Musa ile şoför arasında önceden böyle anlaşılmıştı. Yusuf, amcasının sözüne karşılık vermek için doğrulmak ister. Ancak babası izin vermez. Yusuf yattığı yerden konuşur:
-Sağ ol, emmi! Hani ben, otobüsler hep orda duruyo da... Biz de duracık mı demek istedim.
-Tabi duracık yiğenim! Orda da dururuh. İstersen hemen şimdi durah. Bi ihtiyacın var mı? Söyle, hemen durah. Çekinme yoh. Tamam mı? Onun için tahsiynen gediyoh ya!..
-Sen nasıl bilirsen emmi...
Musa, sözlerini adeta tekrar eder.
-Yo öyle daal! Ben de, sen de, hepimiz... Nerde, ne zaman istersek duracık. Tamam mı?
Bütün bu konuşmalar aralıklı sürüp gider. Biraz da zoraki olur konuşmalar. Hani bir tür moral gibi, vakit geçirmek gibi...Yol uzundur. Sessizlik, konuşmamak iyi değildir. Musa Kâyâ ve Hasan Ağa gerekli öneriyi doktordan almışlardı. Yusuf’un morali yüksek tutulacaktır. Dolayısıyla sessizlik ve konuşmamak bir üzüntü sebebi sayıldığından, kim ne şekilde bir şey söylese bu hemen bahane edilip konuşmaya neden oluyordu. İşte böylece, arada bir konuşmalar sürüp gidiyordu.
Ankara’dan çıkılmıştır. Mamak, Kayaş geçilmiş, Irmak’a gelmişlerdir. Taksici Aslan birden konuşuverir. Sesini de biraz yükseltir:
-Bak burası kasaba Yusuf. İstersen hemen içeri girelim. Ne dersin?
Bu taksi benim değil, senin. Tamam mı?
-Yağlı’ya mı geldik Aslan Ağa?
-Yok, Yağlı değil. Bura Yağlı’dan da böyük. Yani böyük kasabalardan. Hani kaza derler ya... İşte, öyle bi yer. Her bi şey vardır burada, Yusufcan.
Hasan Emmi araya girer:
-Bi şey canın istediyse söyle. Gasabadan alah, oğlum.
-Yoh Ağa. Sen de sağ ol Aslan Ağa. Gerçekten bi şey canım istemiyo. Bi istam yoh.
Taksici Aslan’ın sözleri gerçekten herkesi çok sevindirir. Aslan, gerçek bir ağabey gibi davranmaktadır Yusuf’a. ‘İsteğin var mı? Duralım mı? Taksi benim değil, senin...’ gibi sözler hoş ve içten sözlerdir. Aslan da aynı aileden biri gibidir. Takside Yusuf’un babası, amcasından başka bir de ağabeyi vardır. Aslan’dan beklenmedik davranışlardır bunlar. Belki bir Yozgatlı olması da, daha çok etkilemiştir.
Fakat ne de olsa ticarî çalışıyordu. Durmak istemez, biraz olsun hızlı gitmek ister. Bir iş fazla görmek ve dolayısıyla daha çok para kazanmak ister. Bütün bu düşünceler, bir taksici için gayet normaldir. Ama Aslan, böyle olmadığını, böyle düşünmediğini sözleriyle ve tüm davranışlarıyla ortaya koymuştur. Belki acımıştı; onun için böyle davranıyordu. Her ne sebeple olursa olsun Aslan, işinin icabı veya insanlık icabı, çok güzel bir görev ve rol yapıyordu.
Yanında oturan Musa Kâyâ, Aslan’a hafif bir şekilde başını döndürür ve eğilerek yavaşça seslenir:
-Çoh guzel gonuştun. Allah senden razı olsun Aslan hemşerim.
Aslan hemen karşılık vermek ister Musa’ya:
-Keşke oğlan...
Birden susar. Arkasını getirmez lafın. Musa hemen sağ elinin işaret parmağını ağzına götürür ve ‘sus’ işareti yapar. Aslan anlar. Başını yavaşça bir sağa, bir sola sallar ve kısık bir sesle konuşur:
-Anladım Musa Kâ. İnşallah bi dalgınlık yapmah! Allah bütün hastalara yardım etsin. İçinde de şu yiğide yardım etsin!
Musa, Aslan’ın bu içten duasına gayet kısık bir sesle karşılık verir:
-Âmin, âmin...
Aslan sessiz ve derin bir nefes çeker. Nefes çekmesi Musa’yı hareketlendirir. Zaten duygu yüklü olan Musa, başlar yavaş yavaş başını öne doğru sallamaya.
Uzun bir aradan sonra Hasan Emmi kıpırdar. Yusuf başını babasının döşünden kaldırmış koltuğa sırtını vermiştir. Musa, Şoför Aslan’a döner:
-Müsait bi yerde durur musun Aslan?
Aslan, zaten yavaş giden taksiyi yirmi otuz metre ileride, sağa çeker ve durur.
-Hayrola Musa Kâ!?...
-Bagaja yastık goymuştuk ya... Onu alalım...
-Tamam. Ben alıyım.
Aslan taksiden iner. Hasan Emmi anlamamıştır taksinin neden durduğunu. Merak eder.
-Şoför niye endi, Musa?
-Şu yastığı bagaja goymuştuk ya, onu istedim. Onun için durduh, Hasan Ağa.
-Ben de araba mı arızalandı?.. Yosam şoför sıhıştı da ondan mı durdu, diye düşündüm...
Musa, bu arada Yusuf’a bakar ve gülümser.
-İstersen seni de indirek. Bi temiz hava alırsın. İhtiyacın varsa...
Yusuf, amcası sözünü bitirmeden, gözlerini hafif bir şekilde yumar açar ve başını da yukarıya yavaşça kaldırır. Bu, ‘Hayır! İhtiyacım yok. İyiyim...’ anlamındadır. Şoför Aslan elindeki yastığı Musa’ya uzatır.
-Çok sağ ol, Aslan hemşehrim!
-Bi şey değil. Gorevimiz Musa Kâ.
Yola devam edilir. Musa, elindeki yastığı Hasan Ağaya uzatır.
-Hasan Ağa, şunu al. Gucağına goy. Yusuf başını rahat eder.
Hasan Ağa yastığı alır;
-Benim ahlımıza gelmediydi...Bu eyi oldu bah!..
Hasan Ağa hafifçe bir gülümsemeyle başını döndürür ve Yusuf’a bakar;
-Gel Yusuf. Yastığa başını goy. Ecik uzanıver oğlum!
Yusuf çocuk gibi şöyle bir naz yapar. Ama bu naz kısa sürer. Babasının kucağında duran yastığa sessizce, hiç konuşmadan başını koyar. Bir önemli iş yapılmış gibi Hasan Ağa ile Musa, çok kısa, bir ‘yıldırım bakışı’ yaparlar. Bir an da olsa huzur bulurlar. Çünkü Yusuf için alınan her kolaylık, kurulan her rahatlık onları da mutlu etmektedir. O sessiz ve kısa ama huzur dolu bakışların ardından uzun bir sessizlik başlar.
**
Yağlı’ya gelirler. Bir kıpırdanmayla birlikte sessizlik bozulur.
-Musa Kâ, Yağlı tesislerine geldik.
Musa, başını hafif bir şekilde öne doğru sallar ve yavaşça seslenir:
-Biraz mola verelim. Eyi olur Aslan hemşehrim...
Taksi gayet yavaş bir hareketle yolun sağındaki tesislere girer ve müsait bir yerde durur. Yusuf, babasının kucağında hâlâ yatmaktadır. Daha taksiden kimse inmemiştir. Şoför Aslan inmek için kapıyı açar. O sırada Yusuf, başını kaldırmak ister.
-Ne oldu Ağa? Taksi niye durdu?
-Yağlı’ya geldik oğlum. Sen istersen yat. Emmin, Aslan Ağan biraz inmek istiyolar.
-Ağa! Ben de gahıyım ecik...
Hasan Ağa yavaşça Yusuf’u başından tutar ve kalkmasına yardım eder.
-Şu Yağlı’yı bi daha gorek, ağa.
Musa, Yusuf’un bu isteği üzerine hemen iner ve yan tarafındaki kapıyı açarak yardım eder. Öbür taraftaki kapıyı da şoför Aslan açar ve o da Hasan Ağanın inmesine yardım eder. Otuz, kırk dakika kadar tesislerde kalırlar. Yerler, içerler, tuvalete giderler. İhtiyaçlarını görürler. Yusuf, bu arada hep yürümek ister ve öyle yapar. Hasan Ağa yanında olmak ister. Ancak Yusuf, babasının oturmasını söyler.
-Ağa sen otur, dinlen. Ben ecik gendi gendime şöyle yörüyüm...
Yusuf yalnız yürümek ister. Babası buna müsaade edilir. Yusuf, gayet ağır bir şekilde, tesislerin önünde ileri geri birkaç tur atar. Hemen yanı başlarında Hasan Ağa, Musa ve Şoför Aslan bir masanın etrafında oturur hem çay içerler hem Yusuf’u izlerler.
Öğle vakti yaklaşmak üzeredir. Kalkarlar; yine aynı hızda yola koyulurlar. Hiçbir yerde durmadan Yozgat’a gelirler. Çarşının içinden geçerler. Musa, oldukça yavaş gitmekte olan Aslan’a eliyle sağ tarafındaki bir dükkânı işaret eder.
-Aslan hemşerim!
-Buyur, Musa Kâ!
-Sana zahmet şu dükkânın önünde duruver!
-Tamam, Musa Kâ!
Aslan sağa yanaşır ve durur. Musa iner.
-Siz oturun. Ben dükkâna bi girip çıkacam hemen.
Hasan Ağa, Yusuf ve Aslan inmezler.
Musa Kâyâ çok geçmez gelir. İçeri girer, oturur. Elinde büyükçe bir radyo...Taksiye oturur ve kucağına kor.
-Ne o Musa?
-Iradıyon, Hasan Ağa.
Aslan da merakla sorar:
-Yeni mi aldın? Pili var mı? Bi açta dinniyek Musa Kâ.
Musa, düğmesini çevirir ve açar. Açar açmaz sesler gelir.
-Hayırlı olsun Musa Kâ! Yusufcan heç usanmaz gaylin. Bunu eyi düşünmüşsün Musa Kâ.
-Tabi ya! Yusuf istediği zaman dinniyecek.
Yusuf yorgundur. Neşesi yoktur. Bir an evvel köye varmayı düşlemektedir. Şu an emmisinin aldığı radyo bile onu sevindirmemiştir. Yine de zorla ve yavaşça karşılık verir.
-Sağ ol emmi! Dinnerik ya!..
Büyük Câminin ilerisinde, Nalbant Emir’in dükkânı önünde bir daha dururlar. Yusuf da taksiden iner. Aslan’la beraber orada yavaş yavaş gezinirler. Musa ile Hasan tekrar çarşıya alış verişe giderler. Köye gidecekledir. Boş gitmek olmaz. On, on beş dakika kadar bir süre sonra gelirler. Elleri doludur. Meyve, sebze, somun ekmek, parmak çörek almışlardır. Ayrıca et, ciğer, dalak, kelle, karın da almışlardır. Bütün bunları Yusuf’un için alırlar. Yusuf’a azar azar ve yavaş yavaş yedireceklerdir. Binerler ve köye doğru hareket ederler.
İkindiye doğru köye girerler. Taksi, Kolsuz’un evinin yanına park eder. Yusuf, ağır bir şekilde taksiden indirilir. Her zaman olduğu gibi duvarların dibinde köylüler bekleşirler. Hemen herkes ayağa kalkar. Zaten köye pek öyle taksi gibi taşıt gelmezdi. Hem onun merakı, hem de Yusuf’u merak ederek ayağa kalkarlar. Kimileri taksinin etrafında... Kimileri Yusuf’un yakınında oluverirler. Hepsi de tanıdık, akraba, komşudur. Önce bir sessizlik olur taksi durur durmaz. Sonra bu sessizlik taksinin kapılarının açılması ve Yusuf’un taksiden inmesiyle bozulur. Sanki sırayla konuşur herkes. Yakından, uzaktan seslenirler. Kimi Yusuf’a, kimi Musa Kâyâya, kimi de Hasan Ağaya...
-‘Geçmiş olsun Yusuf!’
-‘Geçmiş olsun Hasan Ağa!’
-‘Geçmiş olsun Musa Kâ!’
-‘Geçmiş olsun Hasan Kâ!’
-‘Geçmiş olsun Musa Çavuş!’
-‘Hasan Ağa geçmiş olsun! Allah eyiliğini versin...’
Hasan Ağa hepsine birden karşılık vermeye çaşışır.
-Sağ olun... Sağ olun... Allah sizden razı olsun!
Bir başkası Musa’nın yanına iyice sokulur.
-‘Geçmiş olsun Musa Kâ! Yusuf’u eyi gordük, maşallah!’
-Sağ olun. Eyidir Allah’a çok şukür!..
Aynı kişi merakla sormaya devam eder:
-‘Ameliyat olacah diye duymuştuh... Ne oldu kâyâ?..Durumu ne Yusuf’un?..’
-Ameliyat oldu Yusuf, emmi. Allah’a şukür, durumu eyi emmi.
Eşref Emmi çok duygulanır, çok üzülür. Gözleri dolar gelir. Elleri titrer bastonu üzerine çökerken. Titreyen elleri bir deprem gibi bütün bedenini sarsar. Hele o kırışmış, kuru dudakları... Sözcükler takılır kalır sanki boğazında. Eşref Emmi ağladı ağlayacak...
-Vay goçum benim! Demek ameliyat oldu, Gara Yusuf’um ha! Vay yiğidim, vay!..
Musa Kâyâ döner, başkalarıyla da konuşmaya. Başkalarına da karşılık vermeye çalışır. Bir yandan da taksiye doğru gider. Şoför Aslan, taksinin arkasından eşyaları çıkarmakla uğraşır. Yanına varır, yardım eder. Bu sırada küçük çocuklar ve gençler gelirler. Bunlar da Musa Kâyânın yeğenleridir. Bagajdan çıkan eşyaları birer birer ellerine verir ve evine gönderir. Kendisi de şoför Aslan’ı alır, yavaş bir şekilde kendi evine çıkarlar.
**
Daha üç gün olmuştur. Yusuf evde sıkılır, oturamaz. Daha doğrusu özlemiştir dağları, bağları, bahçeleri...Bugün, başka gündür. Değirmeni bir başka, ta uzaktaki ‘köm’ü bile bir başka özlemiştir. Korunun içinde, Söğütlü Pınardaki tarlalarını, Yalanı’yı, Ören’i ayrı ayrı düşünür durur.
Kağnılar geçer köyün içinden. Hem de evlerinin önünden geçerler. Ekin yüklü kağnılar...Çok uzaklardan geldikleri bellidir. Pınarın başında biraz dururlar. Yusuf, çatal kapının ağzındadır. Mahsun bir şekilde seyreder. Sap yüklü kağnılara şöyle bir bakar; kendi kendine gülümser. Beğenmez, kağnılardaki sapın yüklenişini. Kendi kendine söylenir:
-‘Böyle mi yüklenir be? Ben ossam...’
Yusuf, özene bezene kağnıya sap yükleyişini hayâl eder. Kendi kendine söylenmeye devam eder:.
-‘Ohun üstüne birer elçim kekil goyacahsın...Sarı buğdaydan şöyle bi canavar gula yapacan... Ah ulan, ah!..’
Ağustosun ilk günleri...Öğlenin sıcağı düşmüş olmasına rağmen sokak arasından aheste bir vaziyette gider Yusuf. Etrafına hiç bakmaz. Aslında bakmak istiyor ama biri bir şey sorar, beni konuşturarak yorar düşüncesiyle başını önünden kaldırmıyor. Bir ses onu durdurmak zorunda bırakır.
-Vay, Yusuf goçuma bah! Maşallah, maşallah!.. Nasılsın Yusuf? Valla, çok eyi gordüm. Maşallah, maşallah!..
Bu, Arife Hanımdır. Hüseyin Ağanın hanımı. Hüseyin Ağa konuşmaları duyar. Oturduğu pencerenin içinden kafasını dışarı uzatır. Yusuf’u görür ve olduğu yerden o da seslenir:
-Geçmiş olsun Yusuf ! Nasılsın aslanım? Eyi misin?
-Sağ ol Hüsso Dayı! Eyiyim! Gordüğün gibi...
-Oh, oh! Allah eyiliğini versin aslanım. Seni ayahta gorünce, valla çoh sevindim...
-Sağ ol, Hüsso Dayı.
-Gel hele goçum! Ecik oturah.
-Sağ ol, Hüsso Dayı. Sona gonuşuruh. Şöyle bi hava alıyım, dedim. Harmana gadar getmek istiyom. Evde otura otura canım sıhıldı.
-Peki goçum! Hadi, ağır ağır get bahalım. Tekrar geçmiş olsun aslanım! Allah eyiliğini versin!
-Sağ ol Hüsso Dayı! Çok sağ ol...
Yusuf, içinden derin bir ah çeker; yönünü Çatalkaya’ya doğru döndürür. Ağır bir şekilde yürür. Hüseyin Ağanın evinin bitişiğinde kız kardeşi Satı’nın evi vardır. Kendi kendine,
-‘Birileri daha görmese de Çatalkaya’ya bir varsam’ diye düşünür.
Kimseye bakmamak için yine başını yere eğer ve öylece yürür. Kısa bir yokuş çıktıktan sonra düzlüğe varır. Yolun sağında, kız kardeşinin evinin arkasında bir harman kuruludur. Burası üç kardeşin harmanıdır. Bu üç kardeş, Yusuf’un eniştesi Halil ve onun ağabeyleri Seyit’le Elvan’dır. Bu sırada harmanda sadece Seyit vardır. Elinde bir yaba, düvenin sürdüğü malamayı aktarmaktadır. Yusuf’u görür görmez, elindeki yabayı olduğu yere bırakır ve Yusuf’a doğru gelir.
-Vay, Yusuf... Maşallah yahu! Maşalah!..Nasılsın goçum?
-Sağ ol Seyit Ağa. Eyiyim valla. Sen nasılsın Seyit Ağa?
-Bizi boş ver goçum. Senin durumun nasıl? Ağrın , sızın var mı?
-Eskisi gibi daal Seyit Ağa. Bazen ecik ecik ağrıyo ya...
-Ee, tabi canım! Golay mı goçum? Ne de olsa böyük bi ameliyat geçirdin. Olacah o gadar. Sen, Allah’ın izniyle onu da atlatırsın, goçum. Valla, seni böyle ayahta gorünce nasıl sevindim!..
-Çok sağ ol, Seyit Ağa.
-Nereye gediyon böyle? Gel, eve girek aslanım! Anşa Bacına bi ayran yaptırıyım...
-Sağ ol, Seyit Ağa. Başka zaman, inşallah! Şöyle harmana doğru gediyom ...
-Peki goçum. Hadi, gule gule get. Gendine dikkat et!
Ankara’dan geleli daha üç gün olmuştur. Ameliyat olalı da dokuz gün olmuştur. Bir elinin yarısı cebinde, diğer eli yeleğinin içinden karnına sokulu...Başı önüne eğik, kenardan kenardan giderek Çatalkaya’ya varır.
Harman, bu sene Veysel Emminin tarlasına kurulmuştur. Yusuf merak eder. Ama harmana kadar gitmeyi gözü kesmez. Çatalkaya’nın tam tepesinde, bir kenarda oturur Harmanı uzaktan izler. Harmanda bu sırada babası, diğer kardeşleri ve amcasının çocukları vardır. Harman, amcası ile birlikte kurulur. İki kardeş olan Hasan ile Musa hiç ayrılmazlar. Ayrılmayı asla düşünmezler. Harman yerinde herkes bir iş yapar. Başlarında Hasan Ağa vardır. O, ne derse o olur. Fevzi ile Esat ikinci kez kağnılarla ekin getirmeye Söğütlü Pınara gitmişlerdir. Bu sırada harmanda Hasan Ağa, oğlu İsmail vardır. Uzaktan oturup seyreden Yusuf’un yanına amcasının oğlu Kenan gelir. O da yanına oturur. Bir hareketlilik olur harmanda. Yusuf, yanındaki Kenan’a sorar:
-Kenan...
-Buyur, Yusuf Ağa!
-Ağam niye bağırıyo öyle?
-İsmail’e bağırıyo Yusuf Ağa.
-Tüm deli canım! Var get Kenan, ağama söyle; ‘şu deliye iş buyurmasın.’ Onun gordüğü iş batsın. Getsin harmandan...Böyle söyle ağama...
-Peki Yusuf Ağa!..
Kenan hızlıca gider harmana doğru. Bağrışmalar, tartışmalar devam eder. Kenan, doğruca amcasının yanına varır. Usulca amcasına seslenir:
-Emmi...
-Ne diyon yiğenim!
Kenan eliyle Çatalkaya’yı işaret eder;
-Emmi, Yusuf Ağam Çatalkaya’nın başında. ‘Ağama söyle şu deliye dahlmasın. Benim canımı çoh sıhıyo’ dedi. ‘Getsin görmesin iş...’ dedi. ‘Ağam gendini de üzmesin’ dedi.
Hasan Ağa oracıkta oturur kalır. Elinde bir dirgen, derinden bir ‘ah’ çeker. Oturduğu yerden İsmail’e bağırır:
-Defol! Get şurdan! Gozüm gormesin seni! Senin gordüğün iş batsın!..
İsmail, ağzının içinde anlaşılmaz sesler çıkartarak hemen ilerideki ‘Bağ’a doğru hızlıca gider. Hasan Ağa, Çatalkaya’ya doğru bakar. Gerçekten Yusuf oradadır. Duygulanır. Sanki Yusuf’la aynı hisleri paylaşırlar;
-Ah Yusuf’um, ah! Kollarımı daal belimi kırdın sen!..Şimdi maffoldum işte!..
Oturduğu yerde bir süre ağlar.
-Yusuf’um olacahtı da... Bana garşı gelecekti ha!..
Hasan Ağanın dört oğlu vardır. İsmail en küçükleridir. Yusuf en büyükleridir. Ondan sonra Esat ve Fevzi gelir. Hasan Ağa iki evlidir. Esat ile İsmail sonraki eşindendir. İkinci eşi Zarif Hanım’dır. Zarif Hanım ilk kocası ölünce dul kalmış ve sonra Hasan Ağa ile evlenmiştir. Ayrıca Nazik adında bir kızı da olmuştur. İki hanımdan sekiz çocuk...Dördü oğlan, dördü kız... Bunlar şu anda hayatta olanlardır.
Hasan Ağa durmadan yutkunur. Her yutkunmadan sonra İsmail’in arkasından bir şey söyler:
-Gurban olduğum Allah, beni sana muhtaç etmesin İsmail!
**
-“Gara toprah! Bekle bahalım; Gara Yusuf da geliyo!..”
Yusuf, ameliyat olmadan önce de hastaneye yatmıştı. Ancak bu, çok kısa idi. Askerlik yaptığı sıralardaydı. Bir çeşit kontrol, muayene, tedavi filandı. Ama ameliyat olduktan sonra her nedense hep o ilk Gülhane Askerî Hastanesini hatırlıyor. Hastalığı ile ilgili olarak sürekli bu hastaneyi konuşuyor. Söylerken bazen kendisinden sözler de ilâve ediyor. Bilhassa yalnız kaldığında hep aynı türküyü söylemeye çalışıyor.
Yalan dünya yalan imiş,
Dert çekmesi pek zor imiş...
Şu derdimin dermanını
Kimsecikler bilmiyomuş...
Garyoleler bir sıralı
Üç gün oldum ben geleli
Yedi gün yattım yaralı
Dertli dertli gezer oldum
Gülhane’ye yatar oldum.
Midemde birçıban varmış
İçime derin kök salmış
Dört bir yanımı dert sarmış
Dertli dertli gezer oldum
Gülhane’ye yatar oldum
İki iğne vurdu hoşalttı
Yardı karnımı boşalttı
İki saatte başetti
Gülhane’ye yatar oldum
Dertli dertli gezer oldum...”
Hani çok uzaklardan, ekin yüklü kağnılar incecik sesler çıkarır ya...Yusuf, hafiften esen yelde kendi kendine sallanan yaprak gibi, başını oynatarak hep bu türküyü söylerdi. Yine kendi kendine kaptırmış, o türküyü söylüyordu ki, babası ne zaman yanına gelivermiş, yanı başında oturuyordu bile. Yusuf, türküsünü bitirmişti. O, türkünün hepsini söylememişti. Hepsini söylemeye yüreği dayanmıyordu. Sanki anası ile babası nöbet tutuyorlar; biri kalkıyor, biri oturuyordu. Yusuf’u yalnız bırakmıyorlardı.
Yusuf, oturmuyordu; sadece yere çömelmiş ve dört büklüm bir vaziyette sırtını duvara yaslamış kendi kendine söyleniyordu. Başı hep önüne eğik, durmadan yere bakıyordu. Başını hafif bir şekilde sallıyor, o sallanış, sanki o kurumuş olan kocaman gövdeyi bir deprem gibi sarsıyordu. Bir eli hep alnında, başının gövdeden ayrılmaması için destek verir gibi. Diğer elinde bir çöp, sürekli yeri kurcalıyordu.
-‘Yerler...Aahh şu yerler!!.. Gara toprak...’
Lâkin arkası pek gelmiyordu sözün. Arada bir dişlerini sıkıyor. Yerlere olanca şiddetiyle bakıyor, o haliyle bile sert ve ciddi görünmeye çalışıyordu. O, çok gururluydu. Hastalığı gururundan taviz verdirmiyordu. Elindeki çöple toprağı eşelemeye devam ediyordu.
-Bekleyin bahalım... Belki bana doyarsınız...
Arkasından içini çeker; derinden ama zayıfça.
-Ah, anam ah! ...
Öyle içten ve öyle yanık ah çekmiştir ki, anası evin ta en son odasının içinden sesini duyar, yanına gelir. Anası, zaten hep yanındaydı. Yusuf, evin gezinti denilen balkonunda oturmaktadır. Evin tabanının tamamı topraktır. Ev iki katlıdır. Alt katı ahırdır. Burada hayvanlar bulunur.
Yusuf, her zaman dışarıda otururdu. Yine dışarıda otururken, içeriden tanıdık bir ses gelir. Bu ses, fedakâr, cefakâr, gönüllü hizmetçisi olan anasının sesidir.
-Bi yerin mi ağrıyo? Sancın mı var guzum? İlacını getiriyim, dur yavrum...
Anası ne çabuk gelmişti. Yusuf’unun inleyişini mi duymuştu? O, aslında kulağı ile duymamıştı; yüreği ile duymuş ve hissetmişti. Çünkü o, Yusuf’un anasıydı. Yüreği, Yusuf’unun yüreği idi. Yusuf, içinden bile ahlasa, puflasa duyardı. Anası Yusuf’un eli, ayağı kısaca her şeyi idi.
Anası nereden çıktı geldi? Ne çabuk geldi? Anası Rabia Hanım, Yusuf’un altından yarı kaymış içi yün dolu minderi, yavaşça altına çekti. Ona köyde ‘Fadik’de derlerdi. Fadik Kadın,Yusuf’un sanki gizli eliy, ayağı, gözü, kulağıydı. İşteYusuf, yine böyle bir durumda iken, çok içten bir ‘ah’ çeker. Fadik Kadın duyup gelir. O hep duyardı, hep görürdü...
Yusuf, anasının geldiğini görür görmez, başını yavaşça çevirir. Gülümser sadece. Çatlamış ve tamamen solmuş dudağını yarı aralar.
-Yo ana... Bi şeyim yoh!
Sözcükler yalnız boğazında değil, anki ta yüreğinde takılıp kalır. O güz yaprağı gibi solmuş ağzına gelinceye kadar sözcükler adeta darmadağın olurlar. Fadik Hanım her an Yusuf’unun bir şeyler söylediğini ya da söyleyecek olduğunu biliyormuş gibi sık sık yanına gelir. Fadik Hanım, Yusuf’un yanına her geldiğinde mutlaka bir şeyler yapmak zorunluğundadır. Çünkü o, Yusuf’un anasıdır. Hiçbir şey olmasa, hiçbir şey yapmasa bile bir şeyler sorar, bir şeyler söyler. Konuşmaya, konuşturmaya çalışır Yusuf’u. Rabia Hanım, Yusuf’unun mânen de en büyük hizmetçisi, yardımcısıdır. Rabia Hanım, Yusuf’un yanına her geldiğinde sanki aynı şeyleri söyler;
-‘Bir istaan var mı guzum! Bi şeyler yen mi? Bi bardak süt getiriyim...İstersen çalkama yapıyım ha!..’
Yusuf, anasına döner, baygın bir bakış ve üzgün bir gülümseyişle başını sağa ve sola hafifçe sallar. Gözlerini de bir defa yumup açar. Bu, Yusuf’un, anasına karşılık vermesidir. Rabia Hanım yine Yusuf’un yanına gelmiş ve kalkmak üzeredir. Ama Yusuf, kalkmasını istemez.
-Hele otur ana. Ecik gonuşah!..
Rabia Hanım gider mi? Böyle bir fırsat bekliyordu. O, zaten Yusuf’un yanından hiç ayrılmazdı. Yusuf, anasının omzuna yaslanır. Sırtını sanki bir dağa yaslamıştır... O an anası Yusuf’a büyük bir güç vermektedir.
Rabia Hanım beklenmedik bir hareket yapar. Aniden geriye döner ve içeri gider. Halbuki Yusuf, anasına ‘Otur. Konuşalım...’ demişti. Neden böyle yaptı Fadik Kadın? Fadik Kadın bir ana ama o da bir insandı. Yüreği fazla dayanadı...Tam bu sırada bir ses duyar Fadik Kadın. Hasan Emmi içerden gayet yavaşça ve usulca seslenir:
-Gız Fadik! Gelsene yanıma diyom!..
Sanki yanında serçeler var da ürkmemesini ister gibi. Sanki beşikte bir bebek uyuyor da uyanmamasını ister gibi. Bu yavaş sesleniş hiçbiri için değildi. Rabia Hanım gibi onun da morali çökmüştü. Bu nedenle dermansız, isteksizdi. Hasan Ağada o eski ataklık, hareketlilik, o şen şakraklık yok olmuştu.
Hasan Ağa, karısına evin koridorundan sesleniyordu. İçerde yayık yayıyordu. Yayık yaymaktan mı usanmıştı bilinmez... Ama dışarı çıkmak istiyordu belli ki. Belki deYusuf’un yanına gelmek istiyordu. O da Yusuf’un bir eli, bir ayağı idi. Tekrar tekrar seslenir:
-Gız, gelsene diyom. Duymuyon mu?
**
Yusuf, mırıldanır gibi bir türkü söylüyordu dermansız dermansız. Fadik Kadın şöyle bir duraklayıverir. Sonra yavaşça yanına oturur.
Yalan dünya yalan imiş,
Dert çekmesi pek zor imiş…
Şu derdimin dermanını
Kimsecikler bilmiyormuş.
Aman dünya ne darımış
Dert çekmesi pek zorumuş
İçerimde çıban varmış
Dermanını bulan yokmuş.”
Hasan Ağa, bir daha seslenir. Bu sefer sesini biraz yükseltir:
-Gız Fadik! Geliyon mu, diyom sana?..
Rabia Hanım oturduğu gibi yavaşça kalkar.
-Ağan ne diyosa bi bahıyım...
Yusuf yavaşça seslenir:
-Ana!..
Rabia Hanım hemen durur ve döner.
-Bi şey mi diyon Yusuf?
-Şey. Ana! Iradıyonu diyodum...
-Iradıyon mu dedin?...
-He ana. Emmimin ıradyonu ... İstesen ana.
-Emmiyin ıradyonu mu var?
-Var ya, ana. Yozgat’tan almıştı emmim. Dükkânda herhalde.
-Sona getiriyim.
-Ana! Şimdi getirsen... Canım türkü dinnemek çekti...
-Peki! Aha gediyom...
Fadik Kadın hızlıca gider. Gittiği gibi radyoyu getirir. Yusuf’un yanına koyar. Yusuf uzanır düğmesine, açar. Elleri, sanki yüz yaşındaki bir insanın elleri gibi... Damarlar bile yapışmış bileğine.Damarlar, kurumuş dere gibiler. Kemikleri olduğu gibi görünmekte. Gülümser hafifçe. Gülümserken ağzını zorla açar. Dudakları susuz toprak gibi çatlamış, sapsarı... Gözleri büyükçe, dibi görünmeyen derin bir kuyu gibiler.
İlk açtığında türkü çıkmaz. Sonra diğer eliyle ibresine uzanmaya çalışır. Sırtını yavaşça duvardan çeker. Dişlerini sıkar, sessizce. Aldırmaz... Dönderir ibreyi yavaş yavaş. Çok sürmez, çıkıverir bir türkü. Başını hafifçe büker. Gözlerini yumar, kapatır. Kısa bir an da olsa seviniverir.
-Buldum ana...
-Yaa! Dinne oğlum.
-Bah ana! Şanslıyım, daal mi? Hemen buldum.
-.....................!?
Rabia Hanım bir şey diyecek olur, diyemez. Sadece ‘evet’ der gibi başını hafifçe sallar. Kalkmak ister gibi yapar. Sonra birden doğrulur.
-Ağayın yanına bi varıyım. Bi şey diyodu...
-Gel de beraber dinniyek ana.
-Gelirim Yusuf’um. Gelirim...
Rabia Hanım aslında unutmuştu Hasan Ağanın seslendiğini. Fakat Yusuf’un türkü dinleyecek olması Rabia Hanımı şimdiden duygulandırmıştı bile. Onun için, kısa bir süre de olsa duygularını gizlemesi gerekiyordu.
Bu arada Yusuf’un bulunduğu duvarın penceresinin kenarında Hasan Ağa oturmaktadır. Pencerenin bir kanadını da açmış hem dışarıyı izliyor, hem de Yusuf’un getirdiği radyoyu dinliyor. Rabia Hanım da varır, sessizce Hasan Ağanın yanına oturuverir. Birlikte Yusuf’u izlerler. Sessizce dinlerler radyodaki türküleri. Türküler bir bir geçer radyodan. Dinlerler, dinledikçe içten içten ağlarlar. Türkü ikisini de artık ‘dayanmaz’ eder.
“Denizin dibinde Hatçem demirden evler
Ak göğsün üstünde de anam çiftedir benler
O kınalı parmaklar da o beyaz eller
Yolcuyu yolundan anam eyleyen dilber
Dalga dalga dalga dalga dalgalanıyor
Hatçeyi görenler anam sevdalanıyor.
Arvalı’nın önünde de pınarlar harlar
Hatçem çıkmış pencereye ay gibi parlar
Ben Hatçe’yi yitirdim de dumanlı dağlar
Gözlerimin dumanları durmadan çağlar
Yükseklere karlar yağmış alçaklara buz
Gel sarılalım kaçalım ince belli kız.
Yüce dağ başında Hatçem ekin ekilmez
Yağmur yağmayınca anam kökü sökülmez
Ellerin köyünde Hatçem kahır çekilmez
Doldur avuları içelim Hatçem
Ovalara duman çökmüş göremedin mi
A gız kendi saçını öremedin mi?”
“Hatçem” türküsünü dinliyor Yusuf. ‘Bak, şanslıyım ana’ demişti biraz önce. ‘Hatçem’ türküsü çıkınca Yusuf acaba şanslı mıydı? Yusuf gülümsüyor muydu? Ağlıyor muydu acaba?.. Ama bir gerçek var ki ikisi de gülümsemiyorlardı bile.Yusuf’un eşinin adı Hatice idi. Hatice Geline onlar da ‘Hatçe’ derlerdi. Şimdi daha da kahrolmuşlardı
*
_______ romanın devamı var ________EKREM GÜRER
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.