- 819 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
ALİ OSMAN’DAN ÂL-İ OSMANA -37 -
BİR İHANETİN ANATOMİSİ -3-
( SULTAN I. MAHMUT DİRİ DİRİ Mİ TOPRAĞA VERİLDİ? )
1740 lı Yıllar İran için bir felaket olduğu gibi Osmanlı Devleti için de tam bir felaket olmuştu. Daha doğrusu Osmanlı’nın Payitaht Kenti İstanbul için.
1739 da Sultan I. Mahmut’un annesi Saliha Sekbati Sultan’ın ölümü Padişah için tam bir yıkım olmuştu. Annesinin lakabını kendi şiirlerinde mahlas olarak kullanacak kadar ‘’Anneci ‘’ bir insan olan Sultan Mahmut her üzüntülü anında sığındığı bir liman, her sevincinde ise o sevinci ilk paylaştığı kişi olan annesini kaybetmiş olmanın üzüntüsünü uzun süre taşıdı yüreğinde.Ama şanssızlık mı dersiniz yoksa kötü talih mi adına ne derseniz deyin bir uğursuzluk çökmüştü Türk-İslam dünyasının üzerine adeta ve bir türlü gitmek bilmiyordu.
28 Aralık 1745 günü çıkan büyük İstanbul yangını sırasında Balat ve Fener’de 800 ev yandı. Beş yıl sonra çıkan başka bir yangında İstanbul’un birkaç mahallesi ve tarihi konakları kül oldu (4 Şubat 1750). 1752 de büyük bir zelezele, 3 Eylül 1754 günü büyük İstanbul Depremi meydana geldi. İstanbul’un beş altı gün içinde 14 defa sallandığı bu deprem sırasında önemli ölçüde madi ve manevi hasar oldu.
Sultan I. Mahmut gerek yangın gerekse deprem felaketlerinde varıyla yoğuyla , elindeki tüm imkanlarıyla halkının yardımına koştu. Yangından ve depremden zarar görenlerin acılarını dindirmek ve zararlarını karşılamak için kendi öz servetinden de dahil olmak üzere tüm imkanları seferber etti.
Kendinden önceki ve kendinden sonraki padişahların aksine oldukça sade ve mütevazi bir hayat yaşayan Sultan Mahmut saray kütüphanesindeki kitaplardan kendisine ait pek çok eşyaya varıncaya kadar sattırarak bütün bu felaketlerin en az acı ile telafi edilmesine çalıştı.Ama maalesef bele ve musibet geldiği zaman teker teker gelmiyordu.
Sultan Mahmut da atalarının genetik hastalığı olan gut hastalığını taşıyordu. Bunun dışında -özellikle annesinin ölümünden sonra- kanamaları başlamıştı. Kimi tarihçilere göre mide kanamaları, kimilerine göre de hemoroid kanamalarıydı bunlar. 1750 yılından itibaren O artık yaşayan bir ölüye dönmüştü. İşte bu durum da veliaht şehzade olan kardeşi Osman’ı harekete geçirmişti.
Sultan Mahmut çok da uzun olmayan ve artık beyazlaşmaya başlamış olan sakallarını sıvazlayarak karşısında el bağlamış olan sadrazamı ve şeyhülislamına sordu.
-Deyin hele ne yapmak gerekir bu Osman’ın entrikalarına karşı?
Sadrazam Köse Bahir Paşa böyle bir soruya cevap veremezdi. Bu konuyla ilgili ağzından çıkabilecek yanlış bir söz sonu olabilirdi. Susutu….Padişahı yetiştiren hocası Feyzullah efendinin oğlu olan şeyhülislam Murtaza efendi ise bir şeriat adamıydı ve şeriat ‘’Kısasa kısas ‘’ diyordu.
-Padişahım madem ki o sizin tahtınıza, hatta canınıza göz dikmiştir . Sizi indirmek için şeyhülislam ve ulema fetvası peşine düştüğü gibi aynı anda vezirlerle anlaşma yoluna gitmiş , hatta onlara rüşvetler teklif etmeye başlamıştır o halde kardeşinizin katli şer’an caizdir.
Evet bir kaç sene sonra Osmanlı tahtına III. Osman olarak oturacak olan ve tahta geçer geçmez en önemli icraatı rüşvetle savaşmak olan veliaht Şehzade Osman altmış beş yaşında olmasına rağmen tahttan ümidini kesmemiş, ‘’Bundan sonra artık kaç yıl daha yaşarım ki taht olsa ne, olmasa ne ‘’ dememiş ve en ilginci ,ileride şiddetle savaş açtığı rüşvete bile başvurmuştu o tahta oturabilmek için.
Sultan Mahmut derin derin düşündü.
-Şimdi şurada ağabeyim Ali Paşa’nın olmasını ne kadar çok isterdim. O bana mutlaka bir çıkış yolu söylerdi.
Şeyhülislam Feyzullahzade Murtaza Efendi’nin de Sadrazam Köse Bahir Paşa’nın da gözleri faltaşı gibi açılmıştı? Yine ağrıları tutan Padişah sayıklıyor muydu yoksa? Ağabeyisi Ali Paşa da kimdi? İkisi birden aynı anda sordular?
-Padişahım…Kendinizde misiniz?
-Merak etmeyin kendimdeyim…Sayıklamıyorum.
-Padişahım kimdir Ali Paşa? Sizin Ali Paşa diye bir karındaşınız mı var?
-Ah benim vezirim, Şeyhülislamım…Bu saray var ya bu saray…Dışarıdan bakan bunun içinde hep zevk-u safa var zanneder…Oysa bu saray acılarla, çilelerle, sırlarla dolu bir saraydır. Her taşının altında bir sır yatar.
-Bir sır mı ifşa etmeye çalışırsınız sultanım.
-Şeyhülislamım. Bunun sırlık tarafı pek yoktur. Çarşıda, pazarda halk arasında bile konuşulur durur da işte bu sarayda hiç kimse yüksek sesle konuşamaz bunu.
Şeyhülislam da Sadrazam paşa da başlarını öne eğdiler. Evet bunu herkes bilirdi lakin hiç kimse yüksek sesle terennüm edemezdi. Her ikisi de yine sustular. Padişah kendisi söylemedikçe o çok iyi bildikleri ismi ‘’ Senin karındaşın mıdır ‘’ diye sorarak tecahül-ü arif [*] yapmanın anlamı yoktu.
Padişah acıyla başını salladı.
-Siz de bilirsiniz ki Hekimoğlu Ali Paşa benim öz be öz karındaşımdır…Aynı karından olmasak da aynı babanın sülbünden gelen iki karındaşız biz onunla. Onun anası da benim anam gibi bir cariye idi…Ama ne ettiyse artık babamı ( II. Mustafa ) kızdırdı ve saraydan kouldu…Sonra Hekimbaşı Nuh efendi ile evlendirildi… Nuh Efendi ile evlendiğinde ise bir-iki aylık gebe olduğu ortaya çıktı. İş işten geçmişti…Artık saraya dönemezdi karındaşımın anası. Karındaşım doğduktan sonra ona çok iyi bakıldı..Her türlü ihtiyacı sarayca karşılandı ama ne yazık ki o sarayın dışında büyüdüğü için hiç bir zaman şehzade olamadı. Şimdi işte bu ağabeyimin burada olup bana akıl vermesini ne kadar isterdim.
Sadrazam edeple söze girdi?
-Padişahım…Hekimoğlu Ali Paşa kulunuzu tekrar sadaret makamına getirebilirsiniz. Benim boynum devlet-i Âliye için kıldan incedir. Ferman şevketlu padişahımındır..Derhal mühr-ü hümayunu teslim edebilirim.
-Ah Bahir Paşam ah…Eğer ki Ali Paşa saray adamı olabileydi sadrazamlık makamı hiç birinize nasip olur muydu sanıyorsun. Ama ne yazık ki o savaş meydanlarını, gazaların adamıdır. Saraya sığamadı bir türlü. Yapamadı bu kuş kafesinde. Yeri işte bu taht olmakla beraber hep serhat boylarında oldu…Gah Acemle, gah Nemçe ve Rus gavuruyla savaştı durdu.
Şeyhülislam Feyzullahzade Murtaza Efendi de konuştu?
-Padişah’ım tedbir nedir? Şehzade Osman hakkında kararınız nedir? Fetva soracak olursanız demin de söyledim: ‘’ Katli vacibdir çünkü devlete hainliği kesindir ‘’
-Yok …ben tarihe kardeş katili olarak geçmek istemem…Kaderde ne var ise onu göreceğiz nasılsa. Benim sizi buraya toplamaktaki amacım şudur: Eğer ben ölürsem ki bir gün mutlaka emr-i hak gelecektir…İşte o zaman beni yaptırmaya başladığım bu son caminin ( Nuru Osmaniye camiini kastediyor ) bahçesine defnedin . Hepsi bu kadar. Bunun dışında hiç bir karar ve tedbir yoktur..Yalnız…Vezirlere ve diğer erkana da söyleyin ki Sultan Mahmut ölmedi…Gözüm hepsinin üzerlerinde. Şeytan Aleyhinnale’ye uymasınlar.
1752 senesinden itibaren Sultan Mahmut artık neredeyse tamamen yatağa bağlı bir hasta haline gelmişti. Oysa günümüz modern tıbbı ile belki de yarım saatlik bir operasyonla sapasağlam bir insan olabilmesi mümkündü…Çünkü rahatsızlıkları öncelikle varis şikayeti ile başlamış, ardından da hemoroid kanamaları başlamıştı. Zamanın tabipleri ise daha çok knamaları önlemek için damarları büzüştüren kremler ve ağrıyı sızıyı kesecek şifalı denilen otlarla tedavi etmeye çalışıyorlardı Padişahı.
Padişahın gün geçtikte takatten düşmesi üzerine Şehzade Osman taht için faaliyetlerine hız vermiş ve hatta dört vezir ile anlaşmıştı. Yapılacak tek şey padişah için hekimlerden bir nevi ‘’ iş göremez ‘’ raporu almak ve sonrasında şeyhülislamdan alınacak bir fetva ile yeğeninin tahttan uzaklaştırılmasını meşru kılmaktı. Bir darbe ile onun gibi bir padişahı tahttan indiremeyeceğini kendisi de çok iyi biliyordu. Hem halkının ve ordusunun adeta taptığı bu padişahı tahttan indirmek için kimi yanına alabilirdi ki darbeci olarak. Fakat işin ilginci padişah neredeyse ölüp gittiği halde şehzade Osman bir türlü devlet adamlarını ikna edemiyordu. Şeyhülislama ise henüz bir teklif götürememişti bile.
Aylardır padişahın ne çarşıda- pazarda hatta ne de sarayda yüzünü kimseler göremez olmuştu. Bu da dedikoduların ağızdan ağza yayılmasına, hatta Sultan Mahmut’un öldüğü halde bunun halktan ve saray erkanından gizlendiğine yoruldu.
Bütün bu dedikodular elbette Sultan’ın kulağına da gitti. Kasım 1754 de oldukça bitkin, tam bir cenaze vaziyetinde olmasına rağmen Divan-ı Hümayuna katılıp çok kısa bir müddet toplantıyı izledi. Böylece saray erkanına ‘’ ben daha ölmedim ‘’ mesajı verilmişti ama divan üyeleri karşılarında adeta bir ölü görmüşlerdi. Diğer taraftan padişahın kendisini sade divan üyelerine göstermiş olması yeterli değildi…Halk da çok uzun süredir Padişahı göremiyordu…Cuma selamlığına çıkmayan Padişah mı olurdu hiç?
Bu dedikodular da padişahın kulağına kadar geldi.
13 Aralık 1754 Cuma günü acılar ve ağrılar içinde sabah namazını sarayda kılan Sultan aşağı yukarı Cuma selaları verilmeye başlayana kadar kur’an okudu…Kur’anın ruhuna verdiği huzur sanki bedenine de yansımıştı. Kendisini oldukça iyi hissediyordu o gün. Artık kendisini halka göstermenin zamanı gelmişti. Hizmetine bakanlarını çağırarak ‘’ Derhal tüm hazırlıklar yapılsın Cuma selamlığına çıkacağım. ‘’ dedi…
Cuma selamlığı sözünü duyan hekimbaşı büyük bir taelaş içinde koşarak padişahın huzuruna çıktı.
-Sultanım bu vaziyette Cuma selamlığına çıkmanız tehlikelidir. Maazallah.
-Kaderde ne varsa o olur? ‘’İnne lillah ve inne ileyhi raciun ‘’ [ Hepimiz Allahtan geldik ve ona dönücüleriz] İmrahora söyleyin atımı hazırlasın…At sırtında gideceğim Aya Sofya’ya…Tıpkı Atam Fatih Sultan Mehmet Han gibi.
-Padişahım…Hem de at sırtında…Vallahülazim ölürsünüz…Bünyeniz dayanmaz…Kanamalarınız sizi helak eder…At sırtında olmasın bari…Ayasofya ne ki iki adımlık yo..Yürüyerek, olmadı tahtırevanla götürsünler sizi
-Külli nefsin zaikatül mevt [ Bütün nefisler ölümü tadacaktır ] Öyle ya da böyle…Alnımıza ne yazılmışsa o olur…Atım hazırlansın. Halkım görsün ki padişahları daha hayattadır..Bitsin artık bu dedikodular.
Padişah iradesinin üzerindeki tek irade Allah’ın iradesiydi…Hekimbaşı da çaresiz padişah iradesine boynunu büktü.
Sultan Mahmut’un saraydan çıkışı adeta İstanbul’a bayram havası yaşattı. Bu çok sevdikleri padişahı Fatih Sultan Mehmet misali bembeyz bir küheylan üzerinde dimdik gören İstanbul halkı coşmuştu adeta . ‘’ Padişahım çok yaşa ‘’ nidaları At Meydanını yıkıyordu sanki. Oysa ‘’Çok yaşa ‘’ denilen padişah o anda büyük acılar içerisindeydi…Rengi benzi kül gibi olmuştu.
13 Aralık 1754 de Cuma namazı her zamankinden daha görkemli bir kalabalıkla Ayasofya Camiinde büyük bir huşu içinde kılındı.Halk selamlandı…Hal hatırı soruldu…Şikayetleri dinlendi…Tüm bunlar ayakta oldu tabii ki. Cuma selamlığı da bittikten sonra Sultan Mahmut hekimbaşının tüm ısrarlarına rağmen yine ata binerek sarayın yolunu tuttu. Namaz sonrasında da ‘’ Padişahım çok yaşa ‘’ ünlemeleri İstanbul’u sarstı adeta.
Yürüyerek iki adımlık yer diyeceğimiz bir mesafe olan Ayasofya Camiinden Topkapı Sarayının giriş kapısına gelindiğinde Sultan Mahmut artık at üzerinde duramayacak hale gelmişti. Attan düşeceği anlaşılınca hemen saray hizmetlileri onu attan indirip kollarına girdiler. Saray görevlilerin kollarındayken padişahın nabzını tutan Hekimbaşı ‘’ Padişahımızın kalbi durmuş ‘’ dedi.
Padişah I. Mahmut ya da onun naaşı [ Ölüp ölmediği konusu tartışmalı ] onun saraydaki odasına taşınırken durum derhal veliaht şehzade Osman’a bildirildi.
Sorunun cevabı 38. Bölümde.
Üstteki resim: Sultan I. Mahmut’un Tuğrası
[*] Tacahül_ü Arif: Bildiğimiz bir şeyi bilmezden gelmek...
YORUMLAR
Bu yazı serinizin içine bir de umutsuz bir aşk hikayesi yazsanız müthiş bir tarihi roman olur...selamlar saygılar...
sami biberoğulları
Bu romanımsı belgeselin içine ben de bir ara bir aşk hikayesi yerleştireyim dedim hatta başladım bile hikayeye ama baktım ı -ıh bu benim tarzım değil. Vaz geçtim.
Selam ve sevgilerimle.
hocam yazı dizinizi beğeniyle okumaktayım ne tarih okudum ne edebiyat diye hayıflanır dururdum sayenizde tarihi heyecanla okumaktayım ve bilgilenmekteyim çok sağolun elinize kaleminize sağlık kolay gelsin saygılarımla selamlar
sami biberoğulları
Bir nebze tarih sevgisi uyandırabiliyorsam ne mutlu bana.
Selam ve sevgilerimle.
Gençliğimizde ki arkası yarınlar gibi merak edeceğiz artık.Yoksa reklamlaramı girdi Sami hoca.
Tebrik ederim saygılarımla.
sami biberoğulları
Bu sefer öyle oldu. Baktım konu oldukça uzun mecburen böldüm.
Selam ve saygılarımla.