- 930 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TÜ.FE.K( TÜRK FEDAİLERİ KURULUŞU)
TÜFEK
(TÜRK FEDAİLERİ KURULUŞU)
Onları durdurmanın tek yolu,
İhanet dolu yaşamlarına son vermekti.
Aşk
Hayal kırıklığı
Öfke
İntikam ve
Varlığını yeni öğrendiği büyük bir düşmanla başlayacak
kanlı bir savaş
BÖLÜM 1
YENİ GELEN ADAM
MAHMUT ALİ
Ankara’nın gördüğü en görkemli sonbahar akşamı bu olmalıydı. Şehrin üzerini koyu gri bulutlar kaplamıştı. Gökyüzünden sarkıtılmış binlerce sicim gibi görünüyordu aralıksız yağan iri damlalı ve şiddetli yağmur. Etrafa çarpıp çıkardığı, değişik tonlardaki ürkütücü sesler, çığlık gibi dağılıyordu karanlığa. Çevredeki binaların çok azının penceresinde ışık yanıyordu. Havanın puslu baskınından soluk duruyordu sokak lambaları.
Tabiatın sokağa çıkma yasağında, yağmur sularından küçük bir dere olmuştu Cinnah Caddesi ve Kuloğlu Sokağına akıyordu. Az ilerde, kaldırım hizası bir dükkânın önünde beş adam vardı. Dükkân kapısının iki yanında, duvara yaslı merdivenlere çıkmış iki kişi, kapı üzerine büyük bir tabela takmaya çalışıyorlardı. Kaldırımda duran diğer üç kişi onları seyrediyordu.
Karşı kaldırımda yükselen üç katlı binanın orta katındaki perdesiz pencerelerden içeriye, sokak lambasının cılız ışığı süzülüyordu. Ölü aydınlık odanın karanlık eşyalarından, buranın, ofis olduğu anlaşılıyordu. Pencere kenarına kurulu büyük çalışma masasının yüksek koltuğuna oturmuş, ayaklarını masanın üzerine uzatmış bir adam, ellerini göbeğinin üzerinde birleştirmiş, arkasına iyice yaslanmış uyuyordu.
Çarpışma sesi gibi, büyük bir gürültüyle irkilip;
“Buda neyin nesi?” diyerek, hızlıca indirdi ayaklarını masadan, koltukta doğrulurken;
“Fena üşümüşüm” diye devam etti söylenmeye.
Elleriyle, yüzünü ve gözlerini ovuşturuyor, yarı karanlık odayı süzüyordu. Küçük bir kız çocuğunun kendisini dikkatle izlediğini gördü. Odanın giriş kapısının hemen yanında duruyordu.
“Nüket, kızım ne yapıyorsun burada?”
“Sana bakıyordum babacığım.”
“Bana bakıyor değil, odanda uyuyor olmalıydın.”
“Yağmur kaza yaptığımızdaki gibi yağıyor, korktum biraz. Uykum kaçtı bende yanına geldim babacığım.”
Adam hem çocukla konuşuyor, hem de dirseklerini masaya koymuş, başını ellerinin arasına almış, yüzünü ve saçlarını ovuşturmaya devam ediyordu.
“Seni çok seviyorum babacığım.”
“Canım kızım, bende seni çok seviyorum. Üşümedin mi sen? Bak! Baba nasıl üşümüş.”
“Üzerini örtemedim babacığım, biliyorsun, eşyaları taşıyamıyorum.”
“Biliyorum güzel kızım biliyorum. Neydi az önceki gürültü, sen de duydun mu?”
“Dışarıda, kaldırımın üzerine tabela düşürdü amcalar. İyi geceler babacığım.”
Babasına doğru yaklaştı küçük kız, uzanıp yanağından öptü onu. Minik elleriyle yüzünü okşarken, sevgi dolu bakıyordu gözlerine;
“Üzülme olur mu babacığım” diye fısıldadı gülümseyerek ve çıktı odadan.
“Benim ömrüm…” diyebildi arkasından, gözleri dolmuştu. Sanki ağlamamak için, birkaç sefer yutkundu. Başını, pencereden bakmak için çevirirken, masanın üzerindeki ışıklı ve takvimli saate takıldı gözleri;
08/ Kasım/ 2010…00.20
Pencereden baktığında, yolun karşısındaki kafeteryanın önünde beş kişi gördü. Kafeteryanın sahibi arkadaşı Necdet ve oğlu Dağhan’ı tanıdı. Diğer üç kişi yabancıydı.
Aslında, gürültüye ilk uyandığında sesin nereden geldiğini anlamış, doğrudan oraya bakıp, kaldırımın üzerine düşen tabelayı, iki kişi yerden kaldırırken görmüştü. Gürültünün buradan geldiğini biliyordu. Kızına gürültünün sebebini sormasına, O’nun da, pencereye uzak ve ne olduğunu göremeyeceği halde, gürültünün sebebini bilmesine gülümsedi.
“Akıllı kızım benim” diyerek kalktı masadan. Diğer pencerenin yanına giderek, açtı ve seslendi.
“Necdet Ağabey, hayırdır bu saatte, bu yağmurun altında?”
“Gel Azap gel, bütün sokağı uyandırdık. Gel hele çay içelim. Seni, en kadim dostumla, yeni ortağımla tanıştırayım.”
Necdet Bey’in sesi çok mutlu geliyordu. Bir şeye sevinmiş çocuk gibi bağırıyordu Azap’a. Bu arada, tabelayı takanların işi bitmiş, Necdet’in yaşlarında olan adam paralarını ödüyordu. Hemen sonra, tabelayı takan iki kişi, arabalarına binerek gittiler.
“Geliyorum Ağabeyim, birazdan yanınızdayım.”
Üzerine yağmurluğunu alıp çıktı odadan. Az sonra, binanın kapısı önündeydi. Yağmurluğuna sıkıca sarılarak, hızlıca sokağın karşısına geçti. Necdet Beyler içeri girmişlerdi. Kafeteryanın önüne gelince, gözü tabelaya takıldı.“DO-RE-Mİ-FA-LA-Sİ—CAFE’’ yazıyordu.
Meraklı bir bakışla içeri girdi. Çayları hazırlamışlar, köşeli masaya geçmiş oturuyorlardı.
“Sol notayı atlamışsınız Necdet Ağabey, fark edemediniz mi yoksa?”
“Olsun Azabım, takıldı artık. Hem, sol notanın bir anlamı yok orada. Akşam bekledik seni, gelmedin.”
“İşlerim vardı biraz, iki saat önce geldim kapalıydı kafeterya.”
“Tabelacıdaydık, o zaman denk gelmişsin.”
Azap masaya yaklaşınca, Dağhan ayağa kalktı. Azap, son derece saygılı ve oldukça efendi olan bu genci çok seviyordu. Dağhan’ın, saygısından dolayı ayağa kalkmasına yine çok memnun olmuştu. Dağhan’ı ayakta bekletmemek için, her zaman ilk önce onunla tokalaşırdı. Selamlaştılar.
“Ne haber Dağhan” diyerek elini uzattı.
Tokalaşırlarken, Azap’ın kolunu iyice yukarı aşağı sallıyor ve gülümsüyordu. Dağhan’ın elleri çok güçlü ve kollarlı ağırdı. Azap’ın bu konuda bir şeyler söylemesi hoşuna gidiyor, bu yüzden ne zaman tokalaşsalar, Azap bir şeyler söylemeden bırakmıyordu elini. Dağhan, Necdet’in evlat edindiği oğluydu. Sakin, iri yapılı ve çok güçlü bir gençti. Çocukluğundan bu yana, bilmedikleri bir sebepten dolayı, her hangi bir sağlık problemi olmadığı halde konuşmuyor ve duyduklarına tepki vermiyordu. Bazen, sesin geldiği tarafa bakıyor ama cevaplamıyordu. Ara sıra konuştuğu da oluyordu, o zamanda sadece babasının kulağına eğilip, kısa ve fısıldayarak konuşuyordu. Doktorlar, bu halini psikolojik olarak tanımlamışlar fakat bir sebebe bağlayamamışlardı. Necdet; 1980 ihtilalında Amasya/Merzifon ilçesinde sıkıyönetim subayıyken, askerler kundakta terk edilmiş bir erkek çocuğu bulmuşlar, Necdet’te bu çocuktan eşine bahsedince, evlat edinip Dağhan ismini koymuşlardı.
“Yahu Necdet Ağabey, senin bu pehlivan aman birine vurmasın, öldürürde başımıza iş alırız sonra” deyince, Azap’ın elini memnun bir ifadeyle bıraktı.
Azap, samimiyetle Necdet’e uzattı elini.
“Nasılsın Necdet Ağabey?”
“İyiyim Azap, hiç olmadığım kadar iyiyim. Bütün sokağı ayağa kaldırdık, senide rahatsız ettik bu saatte.”
“Olurmu hiç öyle şey Ağabey. Ne demek rahatsızlık, hayırdır bu sevincin sebebi nedir?”
“Geç hele şöyle bir otur” diyerek yer gösterdi Azap’a. Dağhan’a, çay koymasını işaret etti.
Azap, masada gösterilen yere oturmadan önce, misafirle de selamlaştı.
“Nasılsınız?”
“Sağ ol delikanlı. Ya siz? İyisinizdir umarım.”
Necdet söze girdi;
“Tanıştırayım sizi. Mahmut Ali ULUTÜRK, bu yakışıklıda bizim yaman Azabımız.”
Tekrar selamlaştılar. Mahmut Ali, iyi giyimli ve karizmatik bir adamdı. Oldukça derin, anlamlı ve keskin bakıyordu.
“Ağabeyimin ismi” dedi Azap, gözleri dolmuştu. Devam etti sözlerine;
“Bu ismi birine hitaben kullanmayalı ne kadar zaman geçmiş meğer. Benim için dünyadaki en değerli isim. Sizi tanıdığıma çok memnun oldum Mahmut Ali Ağabey.”
Ses tonu biraz değişti ve gözleri parlıyordu nemden.
“Bu Mahmut Ali geldi ya, ona seviniyorum Azap, Ankara’yı bana verdiler bugün, en kıymetli, en yüreğimdeki dostum geldi. Vay be, ölmeden önce görmek varmış…” dedi Necdet.
Elini, Mahmut Ali’nin omzuna vurdu ve devam etti sözlerine;
“Bu var ya, en kadim, en can dostum. Hayatımı istese veririm, o derece dostum işte.”
“Hadi canım sende, hayatın mı kalmış, gelmişsin altmış yaşına.” diye cevapladı Mahmut Ali, hepsi gülüştüler.
“Sizin adınıza çok sevindim, hiç böyle görmemiştim Necdet Ağabeyimi, insanın sevdiği bir dostuyla buluşması ne kadar güzel.”
“Bakma sen bunun en sevdiğim dostum dediğine, geldiğimden bu yana senden bahsediyor. ‘Bir Azabım var’ diyor, ‘akıllara zarar, çok yaman Mahmut Ali, çok yaman’ diyor. Sevmiş seni bizim koca kurt.”
“Sağ olsun Necdet Ağabeyim, biz de O’nu çok sevdik. Adam gibi adam tanıdık. Hem, burayı açtı da, güzel yemekler yedik karnımız doydu sayesinde.”
“Sanki bedava yiyor” diyerek lafa girdi Necdet ve devam etti;
“Sayesinde deyince, parasını vermede bak yiyebiliyor musun? Yahu neredeyse kavga edeceğiz hesap yüzünden, para vermeden yemek yemiyor bu adam, ben almam dedikçe ant içiyor bir daha yemem diye. Kaldık sıkıntıya” diyerek, sözlerini tamamladı Necdet. Yine gülüştüler hep beraber.
Mahmut Ali, Azap’a baktı. Kısa bir süre süzdü onu, başını sallayarak;
“Yaman delikanlı belli, hatırlı bir arkadaş edinmişsin” deyince; Teşekkür etti Azap.
“Mahmut Ali çocukluk arkadaşım. Aynı sokakta büyüdük. Çok misketlerini üttüm bunun. Babalarımız oldukça iyi iki dosttu. Annemler hemen her gün beraberlerdi. Öz kardeş olsa bu kadar yakın büyürdü. Ne günlerdi doyamadığımız, nasıl kollardık bir birimizi. Hey gidi günler… İlkokulun üçüncü sınıfıydı, hatırlıyor musun?”
Tebessüm etti Mahmut Ali;
“Çok haylazdın sen yahu, herkes yakınırdı bundan” diye ekledi Necdet’in sözlerine.
Necdet devam etti konuşmasına;
“Yılın yarısında, okula bir çocuk geldi. Kocaman, dev gibi bir çocuk, herkesin gözü korktu heybetinden. Kendisini umursamadığımızı anlayınca, kafaya taktı bizi. Bana sataşır, buna sataşır, bir gün vurdu bana. Sen misin vuran, sözleştik bununla, arkasından yaklaşıp bir tekme attım. Başladım kaçmaya, çocukta peşimde. Çıkmaz bir araya girdim, peşimden geldi. Onun peşinden Mahmut Ali, elinde iki sopa, birini aldım. O çocuğu ne dövdük Azap, kan içinde kaldı. İdarelikte olduk ama kuzu gibi oldu okulda.”
Çayları tazeledi Dağhan, hepsinde bir tebessüm, memnun bir yüz ifadesi… Bir kaç anı daha anlattı Necdet. Bazen gözleri doluyordu ikisinin de, dostların buluşmasına Azap da memnun olmuştu. Necdet’e değer veriyordu, onun neşeli haline kendi de keyiflenmişti. Mahmut Ali’yi de sevdi hemen, Necdet’in dostu olduğu ve ağabeyinin ismini taşıdığı için.
Necdet devam ediyordu sözlerine;
“İlkokulu, ortaokulu beraber okuduk. Ben, ortaokuldan harp okuluna geçtim. Bu, Tıp okudu. Görüşmelerimiz iyice seyrekleşti, büyüyorduk artık. Hayatın yolları bizim için ayrılıyordu. En son, bunun askerliğinde beraberdik. Benim birliğe düştü yedek subay olarak, ne sevinmiştik. Doktor ya, paşa gibi askerlik yaptı. O zaman askerlik yirmi dört ay, ne zamandır öyle uzun vakit geçirmemiştik. Çıkardık acısını yedik içtik gezdik. Islık çalarak askerlik yaptı bu. Hayatta en sevdiğim dostum, askerlik dönüşü acı deneyimler yaşadı.”
Sesi biraz değişti. Üzüntüsü ses tonuna yansımıştı. Bu kısmı hatırlamak istemiyordu sanki. Devam etti başladığı cümleye;
“Mümkün olduğu kadar görüşmeye çalıştım. Şimdiki gibi ne vasıta var, ne telefon doğru dürüst. Bir gün, yine gittim ziyaretine, acımızı paylaşalım…”
Azap, soracak gibi oldu onları üzen şeyin sebebini. Konuşmayı bölmek istemedi. Belki bu sorusu ortamın havasını değiştirecekti. Zaten yeteri kadar üzgün görünüyorlardı. Sustu. Vazgeçti sormaktan.
“Gittim ki ev bomboş, Mahmut Ali gitmiş. Nerede, nereye gider haberimiz yok. Bizim de başımıza işler geldi, biz de kayıplara karıştık. Bu günün akşamına kadar bir daha da görüşemedik. Kadere bak, yıllar sonra bul birbirini, hayat işte. Tükenmedikçe, sürprizi de bitmiyor.”
“Bunca yıl sonra nasıl görüştünüz Ağabey? Telefon yok, adres yok, senin adın soyadın değişmiş. İyi tesadüf etmişsiniz.”
“Bak anlatayım da tesadüf gör” dedi Necdet ve devam etti;
“Benim kızın kocası, bir şirkette bilgisayar teknisyeni. Büyük fabrikalara sistemler kuruyorlar, bakım onarım yapıyorlar. Şirket, Yakutistan’da bir fabrikayla anlaşmış. Üç aylık iş varmış orada, damatla kız gitti. Bunlara güzel bir ev tahsis etmişler. Benim kız, komşusu bir kadınla arkadaş olmuş, O kadının kocası polismiş. ‘Türk öğretmen var demiş burada, polislere ders veriyor.’ Meraklanmış bizimkiler, tanışmak istemişler. Aynı akşam görüşmüşler bununla...”
“Yahu dur, hepsini sen mi anlatacaksın” diyerek Necdet’in sözünü kesip araya girdi Mahmut Ali. O gün duyduğu mutluluğu tarif edemeyeceğini, böyle anların, insanın hayatında belki birkaç kez yaşanacağını söyleyerek anlatmaya başladı;
“Bu inanılmaz bir şey, Eyüp’ün kızı büyümüş, Necdet demeye alıştırayım kendimi. Bunun asıl ismi Eyüp. Karışık işlere bulaşmış ya, kaç tane isim değiştirmiş.”
Azap, Mahmut Ali’ye bakarken, başını aşağı yukarı yavaşça sallayarak, haberim var demek istedi. Mahmut Ali devam ediyordu sözlerine;
“Necdet’in kızı büyümüş, kalkmış Yakutistan’a gelmiş. Mahmut Ali amcasını bulmuş, babasını anlatıyor. Ben bu kızı birine benzeteceğim, canım kızım, babasının kopyası. Nasıl kanım ısındı çocuğa, anlattığı adamı tanıyorum, sanki bir şey var diyorum. Meryem kızım tam anlatamıyor, bir sıkıntı var belli. Tehlikeli adam babası” dedi gülümseyerek, hepsi gülüştüler.
“Şu mahalle, bu sokak, büyük babam filancı… Çocuk tam anlatabilse, sormasam söylemeyecek. Muhabbete girdik bir kere, söylemese ayıp olacak. Söylese, babasını açık edecek. Bunlar karı koca lafı geveliyor. Sohbet ilerledi. Ne bilsin çocuklar, Yakutistan’da bir adama ailesinden bahsetse ne olacak. Biraz çözüldüler, memleketimiz şurası, büyük babamların lakabı şuymuş deyince… ‘Büyük annenin ismi Gülhanım’mı dedim?’ Çocuk, gözüme baktı kaldı. ‘Zaten bir oğulları vardı ismi Eyüp. Baban değil mi?’ dedim. Baktı kaldı yüzüme, ‘sen Eyüp’ün kızı değilmisin?’ dedim. Böyle bir tesadüf var mı? ‘Eyvah’ demiş bir halleri vardı. ‘Ben senin babanın çocukluk arkadaşıyım, beraber büyüdük biz, seni en son gördüğümde kundaktaydın’ dedim. Nasıl şaşkınlar, baktılar ki bütün aileyi tanıyorum, biraz rahatladılar. Arkadaş, sen onca yıl gez, yer yurt belli değil, o kadar kimlik değiştir, kalkın gelin, Yakutistan’da adamı açık edin. ‘Yıllardır babanı bulmayı arzuluyordum’ deyince, aradık bunu. Hemen tanıdı sesimi, konuşamadı ağlamaktan.”
Birbirlerinin omzuna vuruyordu iki kocaman çocuk. Sevinçleri, göz bebeklerinde parlıyordu.
“Ya aileniz?” diye sorunca Azap,
Yüzleri düştü birden. Hüzünlü bakan gözlerinden, kötü bir şey olduğunu anlamıştı. Soruyu sormuş olma mahcubiyetiyle, başını biraz öne eğdi. Az önceki neşeyi dağıtmıştı.
“Eşimi ve kızımı kaybettim” diye cevap verdi Mahmut Ali.
“Çok üzüldüm, başınız sağ olsun.”
Yumuşak bir ses tonuyla taziyesini bildirdi ve devam etti sözlerine;
“Ben de eşimi ve kızımı kaybettim trafik kazasında. Sekiz Kasım. Bu gün, ölümlerinin üçüncü yıl dönümü.”
“Senden bahsederken Necdet anlattı biraz. Kaybın için ben de üzüldüm, seninde başın sağ olsun Azap. Benim küçük kızımı ve eşimi de acelesi olan bir şoför aldı. Kaçak mal taşıyormuş. Polisler durdurmak isteyince, çok süratli kullanmaya başlamış. En sevdiklerime vurduktan sonra durabilmiş ancak. Ezip geçti hayatımı.”
Azap, anlamsız bir ifadeyle bakıyordu Mahmut Ali’nin yüzüne. Gözlerindeki yaş titriyordu yanaklarına düşmek için. Kaza gününü hatırlamıştı. Bir süre baktı Mahmut Ali’nin yüzüne, bir birilerine ne kadar benziyordu yaşamları. Kimbilir, başka ne vardı hayatlarında aynı olan...
“Sende sağ ol Mahmut Ali Ağabey” derken, Necdet’in gözlerine baktı.
“Ne kadar benziyor değil mi?” dedi Necdet ve devam etti sözlerine;
“Benzeyen hayatlar, aynı kaderi yaşamış insanlar. Kimse, yaşadığı hiçbir şeyde yalnız değil aslında. Hiç tanışmamış insanlar, aynı acıları yaşayabiliyor.”
“Haklısın Ağabey” diyerek onayladıktan sonra;
“Şoföre ne oldu?” diye, diğerlerine anlamsız gelen bir soru sordu Azap. Mahmut Ali, soruyu anlamsız bulduğunu belli eden yüz mimikleriyle cevapladı.
“Hanımla çocuğa çarptıktan sonra duvara vurmuş. Hızlı olduğu için camdan fırlayıp boynunu kırmış. Ölmüş orada. Şoförün ne önemi var ki? Ölümü kendisi seçmiş. Ya çocuğuna sarılmış anne? Ya o günahsız bebek? Kaderimiz böyleymiş, şoför vesile oldu.”
“Hiç değilse bu yaptığının cezasını hayatıyla ödemiş.”
“Ben böyle teselli bulmuyorum Azap. Gidilecek gerçek yaşamda ölüm, birileri için sadece acılı bir başlangıç olacaktır. Suçsuz bir anneyi, günahsız bir çocuğu, bir meleği öldürmenin cezasını çekmek ister miydi? Hayatıma çarpan adamdan hep nefret ettim ama acıdım da ona.”
“Neyine acıdın Mahmut Ali Ağabey? Gidilecek başka bir yaşamın olduğuna inanmıyorsa, bir meleği öldürmenin cezası umurunda değilse, neyine acıyacaksın? Düzgün bir adam değilmiş, ne işi var kaçak malla, kendi seçtiği bir hayat. Polisten kaçarken, günahsız bir anne ve çocuğuna çarpmak kendi seçimi, hadi senin ailene çarpan ölmüş, bize kaza yaptıran hakkında bir şey bilmiyorum, ya yaşıyorsa? Bu yaptığı her gün yanına kar, her gün cezasız kalacak.”
“İnansa da, inanmasa da gidilecek yer belli. Yeryüzüne bak Azap, nereyi temel için kazsalar mezar çıkıyor. Kat kat mezarlar üstünde binalar kurulu, nereye gitti bunca ölümlü. Eşimi ve kızımı benden alan şoför eğer yaşasaydı, öldürmek için peşinde olurdum. Evet, o adama hep acıdım ama asıl bitmeyen öfkem, kaçak malın sahibine, alıcısına, bu işe bulaşmış herkese. Bu gün elime geçseler ölümlerini isterim. En ağır cezaları almalılar. İster ilahi gücün elinden, ister bir insanın elinden. Yeryüzünde, ya da başka bir yaşamda, sadece bizim canımızı yakanlar değil, başka ailelere acı veren işleri yapan herkese, işte bu kadar büyük benim öfkem, bunların hayatları alınsın ki, acı çekenler azalsın.”
Mahmut Ali’nin bu sözleri, Azap’ın içindeki öfkeye dokunmuştu. Kötülük kokan her şeye saldırmak istiyordu ve bir destekçi bulmuştu sanki.
“Çok aradım Mahmut Ali Ağabey, bir meleği öldürmenin cezasından korkamayan biriydi. Onu bulsam, cezası için ilahi gücün eli değsin diye beklemeyeceğim. Bana bakışını hiç unutamıyorum. Azrail’i oynadığını fark ettim ama geç kalmıştım. Hayatımı yok etme gücüne sahipmiş gibi baktı. Bunu kasten yapmış olmasını hazmedemiyorum. Her gün daha da büyüyor öfkem. Sana yürekten katılıyorum, zalimlerin hayatını bitirmek lazım, günahsızlara zarar vermesinler.”
“Ben de Hanımı rüyalarımda görüyorum bazen” diyerek söze girdi Necdet. Çay koyması için Dağhan’a işaret etti ve devam etti konuşmasına;
“Onu, en sağlıklı haliyle görüyorum. Bakışları berrak, yüzü parlıyor. Saçları altın gibi. Hiç kırışığı kalmamış. Ne zaman gelse, en güzel elbiseler içinde. Öldüğüne halen alışamadım ama onu öyle görmek hoşuma gidiyor. Hasta olduğu zamanları düşünüyorum da, dökülen saçlarına dokunup ağladığını, ağzını her açtığında ilk söylediği şeyin canının çok yandığı olduğunu, ağrıları başlayınca ölmek için yalvarışları halen kulaklarımdan gitmiyor. Rüyalarımda öyle güzel, öyle alımlı görünce içim ferahlıyor. Cennette ve çok iyi durumda olmalı diye düşünüyorum. Of be, of be arkadaş…”
“Bende en güzel haliyle görmek isterdim ailemi. Oysa fotoğraflara bakmadan eski hallerini getiremiyorum gözümün önüne, öyle şeyler yapmışlar ki her birine, hep onların eserleriyle hatırlıyorum son hallerini” diyerek, Necdet’in sözünü kesti Mahmut Ali.
Azap, Mahmut Ali’nin bu söylediklerine bir anlam verememişti. Eşiyle kızına çarpan arabada, birden fazla adam mı vardı da, ‘öyle şeyler yapmışlar ki’ dedi. Hem, ‘her birine’ demekle ne kastetmişti? Eşiyle kızından başka tanıdıkları mı vardı kaybettiklerinin arasında? ‘Hep onların eserleriyle hatırlıyorum son hallerini’ dediğine göre, kaza sırasında otomobilin çarpmasıyla, yüzleri tanınmayacak hale gelmiş olmalı diye düşündü. Yinede, anlamsız konuşmuştu Mahmut Ali. Ya benim kafam iyice karışık anlamıyorum adamın söylediklerini ya da Mahmut Ali Ağabeyin kafası karıştı, ne söylediğinin farkında değil diye geçirdi aklından.
“Neyse yahu, daha bu gün geldin. Konuşuruz bunları, hüzne boğulmayalım hemen. Nerde kalmıştık?” diye söze girdi Necdet ve devam etti;
“Bak şimdi, bu Mahmut Ali var ya, telefonda tanıtmıyor kendini. Benim kızla konuştum, ‘baba seni birine veriyorum’ dedi. Hemen tanıdım bunun sesini, nasıl anladım bende bilmiyorum. Bu dedim, bu Mahmut Ali, uzunca konuştuk ama olmaz, görüşmemiz lazım.’Türkiye’ye döneceğim’’dedi. ‘Doğruca buraya gel’ dedim. Bulmuşum bunu bırakır mıyım bir daha. Yaşlılıkta yalnız kalmayacağız. Daha da kopmayız birimiz toprak oluncaya kadar. Kaybolan yılların acısını öyle bir çıkartalım ki…”
Bu son cümleyi söylerken, Mahmut Ali’nin gözlerine çok manalı bakıyordu Necdet.
“Çıkartalım aziz dostum, çıkartalım” diye yanıtlarken, başını aşağı yukarı sallıyordu Mahmut Ali.
“Büyük planlarınız var galiba? Öyle bir bakıştınız ki, vay memleketin haline” dedi Azap.
“Var ya Azabım, hem de neler var bir bilsen…”
Bunu söylerken, Dağhan’ın omzuna vurarak, çayları tazelemesini işaret etti Necdet. Az önceki hüzünlü hava dağılmıştı. Mahmut Ali Dağhan’ı kastederek;
“Sevdim bu delikanlıyı pek yaman, al sana evlat. İncinmeyiz bundan” dedi Dağhan’a bakarak. O, iyice keyiflenmişti.
“Mahmut Ali Bey” dedi Azap, tanıştıklarından buyana ağabey diye hitap ediyordu ama böyle çıkmıştı ağzından.
“Bey yok Azap, ya adımı söyle, ya ağabey de. Dostluk, beylikten üstündür” diyerek sözünü kesti.
Azap devam etti konuşmasına;
“Peki Ağabey. Yakutistan’a gitmen nasıl oldu? Ne dersi veriyordun polislere, normal bir eğitim değil her halde? Kusuruma bakma üst üste sordum ama sıra dışı bir durum, merak ettim doğrusu.”
“Şimdi söyleyeceklerim için, hiç biriniz benim kusuruma bakmayın. Orayla alakalı konuşmak istemiyorum. Hatırlamak istemediğim, üzüleceğim anılarım oldu. O kadar ki, dilini bile konuşmamaya yemin edip ayrıldım ülkeden. Yaşımız da epey oldu artık, biraz huzur istiyorum, rahat edemeyeceksem ne diye geldim ki. Bir kez kısaca anlatacağım lütfen bir daha sormayın, sormayın ki, burada rahat edeyim” dedi ve anlatmaya başladı;
MAHMUT ALİ ULUTÜRK
“Tıp okuyordum, psikoloji bölümü. Aynı zamanda, otopsi bilimi dersleri görüyordum. 1974 senesi son sınıftaydım. Okuldayken evlenmiştim. 75 de okul bitti askere gittim. Necdet bahsetti zaten. 77 de askerlik bitti. Eve döndüm, ailemle ilgili planlarım vardı. Evlilik halleri işte… O gün, aile sevgisiyle mutlu olduğum, hayatımdaki son günümdü. Ertesi gün, kızımı da yanına alarak, alışverişe çıktı hanım. Bir şeyler alıp geleceklerdi. Evden ve hayatımdan son çıkışları oldu. Dönmediler. Bakın, yıllar geçmiş halen dönmediler. İçimdeki acı beni öyle bir yakalamıştı ki, çaresizdim. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Ne yana çevirsem gözlerimi, eşimi ve kızımı görüyordum. Başa gelmişti çile, çekecektik artık.”
Hepsi, büyük bir hüzünle dinliyordu. Konuşurken, gözlerindeki yaşlar irileşiyordu Mahmut Ali’nin. Necdet’in gözyaşları çoktan taşmıştı yanaklarına, derin bir hüzün ve şefkatle bakıyordu arkadaşının yüzüne. Mahmut Ali devam ediyordu konuşmasına;
“Çok uzaklara gitmek istiyordum. Bir yerlerde gözüme ilişti, Rusya hükümeti meslek sahiplerine oturum izni veriyormuş. Hemen başvurumu yaptım, cevabı çok çabuk geldi. Kabul edilmiştim, vardık gittik oralara. Sıkıntılı günlerim oldu, çok kalmadım Rusya’da. Bir vesile oldu, Yakutistan’a geçtim. İlk zamanlar, yerleştiğim işle de kaldığım yerle de sıkıntılarım oldu ama Yakutlar sıcak insanlar, alışmam uzun sürmedi. Zaten kendimde değildim. Bu konuda da kimseden anlayış bekleyemezdim, sonuçta herkes yabancıydı. Bir süre asistanlık yaptım. Bu arada, otopsi çalışmaları, suç ve suçlu psikolojileri üzerine araştırmalar yapıyordum. Bu çalışmalarımı kayda değer bulan Yakutistan içişleri, polis özel timlerine eğitim veren kadroya atadı beni. Olay yeri, suç ve suçlu psikolojileri üzerine dersler vermeye başladım. Geldi geçti zaman, kahırlı bir kuyuda, acı idi ekmeği de suyu da. Sonrası buradayız işte. Yarın, kim bilir nerede oluruz. Bilinmeyen de yaşıyor tüm insanlık.”
“Öyle ‘neden geldim ki’ falan yok, tamam sormayız bir daha, ne yaptın ne yedin içtin diye, yeter ki üzülme, rahat et yanımızda. Bundan sonra gidilecek bir yer varsa beraber gideceğiz, bundan sonra bensiz hesap yapmak yok anlaşıldı mı?” diyerek, Mahmut Ali’ye çıkıştı Necdet.
Azap’ın telefonu çaldı. Arayan, cinayet masası baş komiseri olan, arkadaşı Adem’di. saatine baktı.
01.30
“Hayırdır bu saatte” diye söylenerek telefonu açtı.
“Efendim.”
“İyi geceler Azap, ben Adem Baş Komiser. Rahatsız ettim kusura bakma.”
“Tanıdım kardeşim, rica ederim buyur, hayırdır umarım.”
“Pek hayır olmayan bir durum, cinayet vakası var, olay yerindeyim. Garip bir cinayet, böyle bir şey hiç görmedim. Adamın iki göğsüne de fotoğraf çivilemişler. Emniyet Müdürü de burada, aramamı O istedi. Cesedin kimliği belli ama göğsüne çivili fotoğraflar kime ait bilmiyoruz. Karşılaştırma yaparak bulmamız uzun sürer. ‘Azap bir baksın’ dedi Müdür Bey, gelebilir misin?”
“Gelirim tabi, sen adresi ver.”
“Simon Bolivar Bulvarını biliyorsun değil mi?”
“Evet.”
“Bulvardan, Turan Güneş Bulvarına dönersen, en yakın o istikametten bulursun. Hemen önüne 715. sokak çıkacak, sokağa gir, devam et. Solda, 714. sokak köşesindeyiz.”
“En geç yarım saate ordayım, görüşürüz.”
Telefonu kapattı ve izin istedi.
“Ne oldu Azap, bir sıkıntı yok ya?” diye sordu Necdet.
“Bir cinayet işlenmiş. Birini garip bir şekilde öldürmüşler. Cesedin iki göğsüne de birilerinin fotoğraflarını çivilemişler sanırım, yanlış anlamadıysam. Fotoğrafları benim sistemden bakmamı rica etti arkadaş. Gidip bir bakayım. Müsaadenizle.”
“Mahmut Ali’yi de götürsene, size yardımı dokunur orada, kimsenin bilmediğini bilir bu.”
“Mahmut Ali Ağabey de isterse neden olmasın.”
Kendisi için bir mahsuru, sıkıntısı olmazsa, gitmek ve bu cesedi görmek istediğini söyledi Mahmut Ali. Necdet söze girerek;
“Bunun ömrü, bu katillerin nasıl adamlar olduğunu, neden suç işlediklerini araştırmakla geçmiş ya, şimdi merak eder. Cinayet nasıl, hangi psikolojiyle işlemiş diye. Götür sen bunu götür, bir baksın bilimsel olarak, buraların katilimi daha katil, yoksa oraların katilimi daha katil, bir karşılaştırma yapsın.”
“Adamı çivilemişler, bu işin makarasında” dedi Mahmut Ali, hepsi gülüştüler.
“Arabayı getireyim de, gidelim Mahmut Ali Ağabey” diyerek çıktı kafeteryadan.
AZAP BİLAL DEMİRKIRAN
1975 yılında doğdu. İki erkek kardeşin, ufak olanıydı. Maddi durumları çok iyi değildi. Küçük yaşta, anne ve babasını kaybettiklerinde Azap yedi, ağabeyi on dört yaşındaydı. Ağabeyi, Azap’ı bakmak ve okutmak için okulunu bırakıp çalışmaya başlamıştı. Hiç hissettirmemişti Azap’a yalnızlığı. Hem annesi, hem babası olmuştu. Çok güçlü bir bağ vardı ağabeyiyle arasında. Ortaokulu bitirip polis kolejini kazandığında, sevincinden günlerce ağlayan ağabeyine, hayatı boyunca adaletli bir insan olacağına söz vererek teşekkür etmişti. Bu sözüne her zaman sadık kaldı. Asil, yalansız ve yalnız bir adam olan ağabeyine adeta tapıyordu. Kendisi için hayatını yakmış, kardeşine daha iyi bakabilmek için, en ağır işlerde çalışmıştı. Koleji bitirip akademiye başladığında, on sekiz yaşlarında gösterişli bir genç olmuştu.
Ağabeyi de durumunu düzeltmiş, kıyafetleri değişmiş, araba almıştı. Azap’a daha fazla para veriyordu. Ağabeyine bir kere sormuştu, bu değişikliğin, bolluğun sebebini. Fakat çok seviniyordu onun rahat etmesine, çok çileler çekmişti, aylarca hamallık yaptığı olmuştu, neredeyse bütün gün çalışmıştı. Şimdi arabasıyla gelince, dünyalar Azap’ın oluyordu. Ağabeyi, pazarlama firması kurduğunu söylemişti. Bir çok ili, ilçeyi gezip ham deri topluyor, fabrikalara satıyordu. İstanbul’a yerleşmişti, sık sık kardeşini ziyarete geliyordu.
Akademinin son seneleri, ağabeyinin gelmeleri seyrelmişti. Azap, bir şeylerin ters gittiğini anlıyordu. Ağabeyi ayda bir gelir, ihtiyaçlarını görür, giderdi. Eski neşesi ve muhabbeti kalmamıştı. Eskiden konuşurken, Azap’ın gözlerinin içine bakar, gözlerinin içi gülerdi. Son zamanlarda, yüzüne bile kaçamak bakıyordu Azap’ın. Bir gün yine geldi. Kardeşini bankaya götürüp hesap açtı ve çok yüklü bir para yatırdı Azap’ın hesabına. O gün, uzunca beraber oldular. Hasta gibi görünüyordu ağabeyi. Azap soruyor, bir şey yok deyip geçiştiriyordu. O gün, iki kardeşin son görüştüğü gündü. Okulun bitmesine yakın, ağabeyinin yaşadığı yere gitti. Dediği gibi, deri işi yapmıştı. Evi, işyeri aynı semtteydi. Ağabeyini sordu etrafa, herkes tanıyor, herkes çok seviyor, övgüyle bahsediyordu. Mahallenin fakirlerinin neredeyse hepsine yardımı dokunmuştu. Göğsü kabardı, gururla dinledi ağabeyini anlatanları. Fakat kimse ne olduğunu, nereye gittiğini bilmiyordu. Bir daha da göremedi ağabeyini, haber de alamadı.
Asi ve son derece sinirli biri olmuştu Azap, hayata çok kızgındı. Koleji, peşinden akademiyi bitirmiş, çok esaslı bir polis olmuştu. Uzun boylu, atletik yapılı ve sert görünüşlüydü. Mert, merhametli, insan halinden anlayan, kötülüğü yanlışı affetmeyen bir yapısı vardı. Ateşten alınıp, su verilmiş çelik gibi görünüyordu. Komiser olarak başladığı polislik mesleğinde çok başarılıydı ve büyük bir hızla sivriliyordu.
Siyah kuşak karateci ve ileri derecede boksördü. Meslekle ilgili bütün kursları bitirmiş, özel kurslarda almıştı. Baskın teknikleri, rehine ve fidye olayları için arabuluculuk, uzun namlulu silahlar ve atıcılık kurslarını en iyi derecelerle bitirmişti. 1999 yılında evlenmiş, Nüket ismini verdikleri bir kızı olmuştu. Hep uzaklara bakan bir adamdı Azap. Gözleri nereye baksa, bu günlere gelmesini borçlu olduğu, hayatındaki en büyük yeri kaplayan insanı, ağabeyini arıyordu. Bir gün çıkıp gelecek umudu vardı. Annesini, babasını da çok özlüyordu ama ağabeyinin ayrı bir yeri vardı. Hem annesi, hem babası olmuştu. Acılarla, hasretle dolu bir yürekle, mutlu ve başarılı bir adam olmayı beceriyordu. Eşini de çok seviyordu fakat bütün hayatı kızı olmuştu.
2007 yılı sonlarına doğru, Siirt merkez karakolunda, terörle mücadele ve araştırma amirliği baş komiseri olarak görev yapıyordu. Aynı zamanda, MİT’e bağlı polis biriminin, Siirt bölge istihbarat şefiydi. Aynı yıl geçirdikleri trafik kazasında eşini ve kızını kaybetti. Hayattan elini ayağını çekmiş, meslekten kopma noktasına gelmişti. Tek meşguliyeti, ailesi, eşi ve kızının hayalleriydi. Geçmişine kapanmış, sevdikleriyle yaşadığı anılarıyla geçiyordu günleri. Yaşamın, kendisine yaptığı haksızlığı hazmedemiyordu, bırakmıştı kendini Azap. En son yaşadığı olay, onu insan olduğu hissinden, tamamen kopartmıştı.
Kaza günü takvim; 8 Kasım 2007’yi gösteriyordu. Öğlen saati yaklaşmıştı. Kızını okuldan alıp eve götürmek için karakoldan ayrılmak üzereydi. Bir telefon geldi. Arayan, bölge hakkında istihbarat edindiği ve çok sevdiği bir kişi olan, ailecekte görüştükleri, Çokbilir Aşiretinin Reisi, Hakim Yılmaz Çokbilir’di. Azap’ı oğlu gibi seven bu adam, son derece milliyetçi ve çok kültürlüydü. Önemli bir konu görüşeceğini söyleyip, ziyaretine gelmesini istedi. Azap, kızını okuldan alıp eve bırakınca geleceğini söyleyince, Hakim Bey, onu ve eşini de getirmesini, Nüket’i özlediğini söyledi. Nüket, bu yaşlı adamı çok seviyor, ‘Çokbilen dede’ diye hitap ediyor, Hakim Bey de buna çok keyifleniyordu. Okulun tatil olduğu bir gün getireceğini söyleyerek, görüşmek üzere kapattılar telefonu. Azap, bir istediği var mı diye evi, eşini aradı. Eşi, Nüket’in öğretmeninin rahatsızlanıp izin aldığını söyleyince, Nüket öğlenden sonra okula gitmeyeceği için, hazırlanmasını, Çokbilen dede’nin yanına gideceklerini söyledi. Ailecek, Hakim Bey’e misafirliğe gittiler. Güzel vakit geçirmişlerdi. Azap, Hakim Bey’den çok önemli bilgiler alıp, teşkilata iletti. Hakim Yılmaz Çokbilen’in, beş oğlu vardı. Dördü öldürülmüş, eşi de vefat etmişti. Kalan son oğluyla beraber yaşıyordu. Oğlu evliydi ve çocukları olmamıştı. Diğer birçok aşiretin tersine Hakim Bey gelinini çok seviyordu. Çocuk konusunda onu hiç üzmediği gibi, üzülmemesi içinde teselli vererek onu memnun etmiş ve sevgisini kazanmıştı. Oğlu ve gelini de evdeydi. Nüket’i yere göğe sığdıramıyorlardı. İlgiden iyice şımarmış, kahkahaları konağın her yanını sarmıştı. Babası ve Çokbilen dedesi, O’nun şirinliklerini izliyor, keyifle gülümsüyorlardı. Akşamüzeri, evlerine dönmek için vedalaşıp ayrıldılar.
Bardaktan boşanırcasına, çok şiddetli bir yağmur yağıyordu. Dağ yolundan Otobana çıkmışlardı. Önlerinde giden kamyonun kasasındaki zincir açılmış, kamyon kasis atladıkça sağa sola çarpıyordu. Biraz daha açılsa, savrulduğunda başka araçlara çarpacak ve kazaya sebep olacaktı. Korna bastı, selektör yaptı. Kamyonun ön tarafına yaklaştı, şoförün baktığını görünce, arka tarafı işaret etti. Kamyon daha da hızlandı. Kamyon şoförünün, soyulacağından korktuğu için, ya da kaçak bir şey taşıdığından dolayı durmadığını düşündü. İyice yaklaştı kamyona, polis kimliğini çıkarttı. Kapı camından uzattığı eliyle, şoföre doğru çevirdi. Kornaya basarak, şoförün görmesini sağladı. Hayatının hatasını yapmıştı Azap. Ne olduysa, bir anda oldu. Kamyon şoförü, Azap’a baktı. Camdan uzattığı kimliğine baktı. Yine Azap’a baktı. Göz göze gelmişlerdi. O adamı, hep o bakışla hatırladı Azap. Yüzünün sol tarafında, anlından kaşlarına kadar, dik bir yara izi iniyordu ve renkli gözlüydü.
Direksiyonu aniden önlerine kırdı. Kamyonun tekeri, Azap’ın arabasının sağ tarafından vurunca, yoldan çıktılar. Karşı şeride savrulup, yolun altındaki yedi sekiz metrelik kayalık uçurumdan aşağı takla atarak yuvarlandılar. Araba, tavanı üzerine ters durmuştu. Tavanı, koltuklara kadar tamamen ezilmişti. Kendine geldiğinde, arabanın yanında yerde yatıyordu. Araba takla atarken camdan fırlamıştı. Her şeyi hayal gibi ve puslu görüyordu. Bir kaç kişi aracı çevirmeye ve içindekileri çıkarmaya çalışıyorlardı. Kazayı görüp yardıma gelmişlerdi. Ayağa kalkmaya çalıştı, birkaç sefer düştü. Sağ ayağını basamıyordu, pantolonunun dizinden altının rengi, akan kandan kıpkırmızı olmuştu. Sağ kolu ve bacağı da kanıyordu. Şiddetli yağmur yüzünü temizledikçe, kafasından akan kan, yüzünü hemen kırmızıyla kaplıyordu. Şoktaydı ve acısının farkında değildi. Sağ ayağını sürüyerek ve sendeleyerek, aracın ön tarafına geldi. Düştü düşecek gibi sallanıyordu. Yardıma gelenler, arabanın tavanının ön tarafını biraz açabilmişlerdi. Azap, o açılan yerden eşini gördü. Eşinin yüzü kan içindeydi, uzun, güzel siyah saçları topak topak kan olmuştu. Algılamaya çalışıyordu, ne durumda olduklarının farkında değildi sanki. Öyle boş boş bakıyordu eşine. Çaresizliği ses tonuna vuruyordu. Cılız ve fısıltılı konuşuyordu.
“Aysima, Aysima. Ne oldu bize, kalksana, uyansana aşkım. Kalk hadi, yüzünü yıkayalım. Üşürsün uyuma” diyordu. Ağlamaya başlamıştı. Yardıma gelenler, arabanını arka tarafının tavanını da biraz açabilmişlerdi. Birden!
“Kızım, Aman Allah’ım, kızım, Nüket…” diye bağırarak oraya gitti. Açılan yerden içeri bakabilmek için, yüzüstü yere attı kendini. Başını sokabileceği kadar açıklık vardı. Kızını görmüştü. Bakmaya çalışsa dokunamıyor, dokunmak istese, içeriyi göremiyordu. Ne yapacağını şaşırmış, bocalıyordu.
“Kalk kızım, kalk yavrum, babacığım uyan ne olur. Ne olur ölme, babayı yalnız bırakma. Nüket, hadi kalk kızım benim…”
Azap’ı oradan uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Onlar çekmeye çalışıyor, Azap direniyordu. Sağ ayağından çektiklerinde, acı içinde bağırarak döndü ayağından tutanlara. Adamların yüzüne, çok çaresiz ve yardım isteyen gözlerle bakıyordu. Çektiği acıdan, bağırmaya devam ediyordu. Oradakilerin birçoğu, bu aile dramına daha fazla dayanamayıp ağlamaya başlamışlardı. Sağ bacağının kırıldığını anlayıp, durumuna bakmak için bacağını açtıklarında, kemiğin etten çıktığını görünce, bir birlerini uyardılar. Sağ kolu da kırılmıştı. Fakat nasıl olduysa, kırık kolunun eliyle arabaya sıkıca tutunmuştu.
“Bırakın, Allah aşkına bırakın.”
Nihayet, tavanı biraz daha açmışlardı. Azap, yarı beline kadar arabanın içine girdi. Kızını omuzlarından silkeleyerek uyandırmaya çalışıyordu. Minik yüzü kanlar içindeydi. Hafifçe araladı gözlerini.
“Dayan yavrum, korkma kızım, çıkartacağım seni buradan…”
“Canım çok yanıyor babacığım.”
“Az kaldı kızım.”
Kızını çıkartamıyordu. Arabanın içine sıkışmıştı. Hemen dışarı çıkardı başını, oradakilere yalvardı. Aslında, yardım beklemekten başka yapacak bir şey kalmamıştı. Kimse bir şey yapamıyor, gözyaşları içinde bakıyorlardı. Arabanın alev aldığını fark etti birisi, panik içinde bağırdı. Birden, arabanın her yanını alevler sarmıştı.
“Hayır, hayır” diye bağırarak içeri girdi. Nüket’i sıkıştığı yerden çıkartabilmek için var gücüyle çabalıyordu.
“Annem nerede baba, annem iyi mi?”diye sordu. Çok halsiz ve yavaş konuşuyordu.
“Anne çok iyi kızım, senide çıkartacağız buradan.”
“Buradaki annem değil mi babacığım, öldü mü yoksa?”
Annesinin cansız yatan bedenini gösterdi.
“Bilmiyorum kızım, bilmiyorum güzel kızım, Allah’ım yardım et.”
Kızını kurtarma gayretinde, biraz çekiştirdi onu.
“Babacığım dur, canım acıdı.”
Çaresizce durdu, özür dileyerek elini tuttu kızının;
“Nüket’im, ne olur babayı bırakma, çıkartacağım seni buradan.”
Elini, babasının yüzüne götürdü. Küçük parmaklarını yüzünde gezdirdi. Annesine baktı bir süre. Babasına döndü;
“Üzülme Olur mu babacığım” dedi ve gözlerini kapattı.
Artık hareket etmiyordu. Azap çıldırmıştı. Feryat ediyor, bir yandan kızının omuzlarını silkeliyordu. Hiç tepki yoktu. Azap, acı içinde bağırmaya başladı. Ayaklarından tutmuşlar, kuvvetlice çekiyorlardı. Bir eliyle kızının elini tutmuş, bir eliyle, oradan bir yeri sıkıca kavramış, direniyordu. Dışarıdakilerin,”araba patlayabilir, en azından adamı kurtaralım.”diye bağrışlarını duyuyordu.
“Bırakın beni, ne olur bırakın, bende yanayım, kızımla yanayım ne olur.”
Çırpınıyordu ama kurtulamıyordu. Ayaklarını sıkıca tutmuşlardı. Daha fazla gücü yetmedi kendisini çekenlere, kızının ufak elleri, ellerinin arasından kaydı. Yüzüstü geriye doğru sürüklenirken, alevleri ağlayarak izliyordu. Araba tamamen yanmaya başlamıştı.
“Yanıyorum babacığım…” diyordu sanki kızı.
“Kimsin sen, kimsin, bunu bize neden yaptın?”
Yola doğru dönmüş, kaza yaptırıp kaçan kamyon şoförüne, gözyaşları içinde bağırıyordu. Birden sesi kesildi Azap’ın, gözleri kapandı. Kendini tutanlar, öldüğünü sandılar. İlk yardım ekibi gelmişti. Azap’a müdahale ettiler, bayılmıştı. Hastaneye kaldırdılar. Kendine geldiğinde, bir hafta geçmişti. Vücudunun yarısı alçıdaydı, zayıf ve bitkin görünüyordu. Kayın validesi yanındaydı. Azap kendine gelince, kadın ağlamaya başladı;
“Çok şükür oğlum” diyerek yüzünü sevdi. Azap’ın gözleri dolmuştu.
“Neredeler anne?”
“Ankara’dalar oğlum, yan yana yatıyor yavrularım” diyebildi boğuk bir sesle, ağlaması kuvvetlendi.
Azap yorgun ve halsizdi. Gözlerini kapatıp uykuya daldı.
İlerleyen günlerde saldırgan bir hasta olmuştu. Yaralarının ve kırıklarının iyileşmesi için kımıldamaması gerekiyordu. Sürekli sakinleştirmek zorunda kaldılar. Anılarını ve güzel günlerini hayal ederek, dört ay geçirdi hastanede. İyileşmişti, taburcu oldu. Bir ay izin yapıp, Ankara’ya, eşi ve kızının mezarlarına gitti. İzninin büyük kısmını burada geçirdi. İzninin bir kısmını da, ağabeyini arayarak geçirdi. Yine bir şey bulamamıştı. Adeta sır olmuştu ağabeyi, İzni dolunca görevine başladı.
Aylarca aradı, yüzünün sol tarafında, alnından kaşlarına kadar, yara izi dik inen, renkli gözlü adamı. Kamyonun plakasını hatırlamıştı. Araştırmada hiç bir iz bulamadı, plaka sahteydi. Hep kendini suçladı, kimliğini hiç göstermese, kaza da olmayacaktı. Psikolojisi tamamen bozulmuştu. İşiyle ilgilenmiyor, arkadaşlarının kalbini kırıyordu. Durumunun hassaslığından herkes anlayış gösteriyordu kendisine. Masa başı görevi yapıyordu, pasif ve dikkat istemeyen işlere bakıyor, onları bile layıkıyla yapmıyordu. İyice bitme noktasına gelmişti Azap. Bu durum 2008 yılı Ekim 28’e kadar sürdü. O gün iki aile, çocuklarının kayıp olduğu ihbarını yaptı. 29 ve 30 Ekim de, birer kayıp ihbarı daha yapıldı. Kaybolanlardan biri dokuz yaşında bir kız çocuğuydu. Kızının yaşındaydı. Resmine baktı, kızına benziyordu.
Azap o gün hiç rahat değildi. Kazadan bu yana nasıl yaşadığının muhasebesini yaptı. İnsanlara yardım etmediğinin farkına varmıştı, kendisine de yardım etmiyordu. O günün gecesinde de hiç uyumadı. Ailesine yardım edememişti, çaresiz kalmış, kızını kurtaramamıştı. Bu ailelere yardım etmeliydi. Kayıp kızı ve diğer çocukları kurtarmalıydı. Ertesi gün Azap çok değişmişti. Bütün arkadaşlarının sevinçli şaşkınlığında, Azap Baş Komiser yeniden dönmüştü. Kayıp şikâyetlerini incelemeye aldı. Çocukların aileleriyle görüştü. En son görüldükleri yerleri araştırdı. Beş gün olmuştu ama hiçbir ilerleme gösterememişlerdi. Çocukların aileleriyle yeniden görüştü. Kayıp kızın babasından şüpheleniyordu. Konuşmalarında bir rahatsızlık seziyordu. İsmi Rafet olan bu adamla tekrar, yalnız görüştü. O’na, kayıp çocukların başlarına neler gelebileceğini, emniyet kayıtlarındaki örneklerle anlattı. Rafet’in psikolojisini tartıyordu. Sanki bir suçu varmış, pişmanmış halleri, Azap’ın şüphelerini doğrulamıştı. Rafet’e, kızının nerede olduğunu bildiği halde, neden karakola gelip şikâyette bulunduğunu sordu. Suskunluğundan, suçu iyice belirginleşmişti. Azap, cevabı da kendisi verdi;
“Aile ve akrabalarına ne diyecektin, ‘ben biliyorum, şurada burada mı’ diyecektin, tabi ki hayır, onlarla beraber üzülüp, gelip karakola haber vermen gerekiyordu. ‘Kızım kayıp’ diye karakola başvurmalıydın, karına ne hesap verecektin yoksa değil mi?”
Rafet çok sıkıntılı bir haldeydi, itiraf etti edecekti ama bir şey söylemedi. Bu konuşmadan bir şey çıkmayacağını anlayan Azap, adamı gönderdi. Gönderdi çünkü sinirden çıldıracak duruma gelmişti. Adama saldırmamak için kendini zor tutuyordu. Diğer kayıp çocuklarında akrabaların da, kayıplarla alakası olabilecek potansiyel kişileri buldu. Ertesi gün hepsini çağırdı. Tek tek, uzunca konuştu onlarla. Şüphelerinden emin oldu, fakat hiç biri bir şey söylemedi. Zaman geçiyor, çocuklar bulunamıyordu. Delil ve şüpheli yoktu. O gün, 8 Kasım’dı. Eşinin ve kızının ölüm yıldönümüydü, biraz yalnız kalmak için erken ayrıldı.
9 Kasım öğleden sonra üç gün izin aldı. İzninin ikinci gününde karakoldan aradılar. Kayıp kızın babası ve diğer üç çocuğun akrabalarından üç kişi, 9 Kasım gecesi kaçırılmışlar, feci şekilde dövülmüşler ve hepsi, bir bacağının dizinden vurulmuşlardı. Biri kahvehane, biri gazino, diğer ikisi de evlerinden, karakoldan çağırılıyorsunuz diyen polis kıyafetli birisi tarafından götürülmüşlerdi. Kim tarafından kaçırıldıklarını bilmiyorlardı. Bunları kaçıran kişi, bilmedikleri bir yere götürmüştü. Götürdüğü yerde, bir birleriyle tanışmalarını, karşılıklı adres ve telefonlarını vermelerini istemişti. Daha sonra, hepsini darp edip, birer bacaklarından vurmuştu. Bir kişi gördüklerini ve bu kişinin, kendilerine neden böyle bir şey yaptığını bilmediklerini söylemişlerdi.
Kendileri hastanede oldukları için, aileleri karakola gelip, onlar adına böyle ifade vermişlerdi ve bunları yapan kişinin bulunmasını istiyorlardı. Azap Baş Komiseri arayan memur, ne yapması gerektiğini soruyordu. Hastaneye gidilip, bizzat ifadelerinin alınmasını, bahsettikleri kişinin robot resminin çizdirilmesini, şikâyet dilekçeleri imzalatılıp işleme koyulmasını söyledi.
İzni bitip döndüğünde, bu kişilerle bizzat kendisi konuştu. Onlara, bir şey sakladıklarını bildiğini, doğruyu anlatmalarını söyledi. Kendilerini kaçıran, döven, hatta vuran ve birbirleriyle tanıştırıp, adres ve telefonlarını verdiren bir kişinin, bunu sebepsiz yere yapmayacağını ve nedenini söylemiş olması gerektiğini, bu konuda yalan söylemeyi bırakıp, gerçeği anlatmalarını istedi. Adamlar konuşmadılar, bilmediklerini söylediler. Bu kişilerin kaçırılması, darp edilmesi ve bacaklarından vurulması olayı, kayıp dört çocuğun olayından sonra, çözülemeyen ikinci soruşturmaydı.
Üç gün sonra, 12 Kasım gecesi kayıp kızın babası Rafet’in evine birisi girmiş, kendisi ve karısının ellerini, ağızlarını bağladıktan sonra, bıçak gibi kesici bir aletle, Rafet’in sırtından omuriliğini üç yerinden kesmiş ve gitmişti. Karısı yardım bulup hastaneye yetiştirmeyi başarmış ve hayatını kurtarmıştı ama Rafet ömür boyu yatalak kalacaktı. Aynı gece, daha evvel Rafet’le beraber kaçırılan üç kişiyi biri aramış ve bu olayı haber vermişti. Olayın doğru olduğunu öğrenen diğer üç kişi sabah erkenden, büyük bir panikle karakola gelmişlerdi. Korku dolu konuşmalarından ne dedikleri anlaşılmıyordu. Azap Baş Komiserle görüşmek istiyorlardı.
Kayıp çocukların aile ve akrabalarından olan bu üç kişi, çocukların kaybolmalarıyla alakalarının olduğunu itiraf ettiler.9 Kasım gecesi kendilerini kaçıran adamın da, çocukların sorgulamasını yaptığını, o kişiye her şeyi itiraf ettiklerini söylediler. Kayıp kızın babası Rafet’in de, kızının kaybolmasıyla alakası olduğunu, o gece her şeyi itiraf ettiğini söylediler. Kendilerini kaçıran kişinin, karakola gidip olayın doğrusunu anlatmalarını, böyle yaparlarsa bir daha kendilerine zarar vermeyeceğini, aksi takdirde, her birini hayatları boyunca sakat bırakacağını söylediğini anlattılar. O kişinin elinden kurtulunca bu itirafı yapmadıklarını, ama içlerinden biri yatağa mahkûm sakat bırakılınca, o kişinin ne kadar ciddi olduğunu anladıklarını ve suçlarını itiraf etmek için geldiklerini söylediler. Korkuyorlardı ve korunmak istiyorlardı. Pişman olduklarını da söylediler ve çocukların kaybolmalarıyla olan alakalarını anlatmaya başladılar;
İki ay kadar önce, Antalya’dan Siirt’e gelen bir adamla tanışmışlardı. Hepsi, bu adamın ismini farklı söylüyorlardı ama yüzünü ve fiziğini tarif ettikleri kişi aynıydı. Bu kişi, büyük şehirlerdeki bazı işyerlerine çocuk işçi temin ettiğini söylemişti kendilerine. Çocukların altı ay çalışması ücretinin yarısını peşin ödeyecekti. Çocukları, yatılı işçi vermek için anlaşmış ve ücreti almışlardı. Bu kişi çocukları götürünce, bir daha haber alamamışlar, çekindikleri için de sessiz kalmışlardı. Başkada bir şey bilmiyorlardı.
Halen yalan söylüyorlardı. Çocukları nasıl ikna ettiklerini sordu bağırarak, gitmeye ikna olsalar bile, hangi çocuk annesiyle vedalaşmadan giderdi. Zorla mı, döverek mi yollamışlardı çocukları, Onlara hangi yalanı söyleyip kandırmışlardı. Kimden izin almışlardı da bu çocukları bir yabancıya teslim etmişlerdi. Azap çıldırmıştı. ‘Şerefsizler’ diye bağırıyordu. Hakaretler karakol dışından duyuluyordu. Kendini tutan polisler olmasa, adamları parçalayacaktı. ‘Bırakın beni’ diye bağırıyordu polislere. Azap’ın sinirli olduğunu biliyorlardı ama hiç böyle görmemişlerdi. ‘Şimdi nerede bu çocuklar, başlarına ne geldi kim bilir, kimden izin aldınız da üç kuruşa bu çocukları harcadınız diye hesap soruyordu. Kim bu adam, nerelidir, nerede oturur nasıl bilmezsiniz, nasıl insanlarsınız lan siz…’ Azap sakinleşmiyordu. Hiç kimseye vurmayacağını söyleyince bıraktılar. Öfkesinden gözlerine kan oturmuştu. Karakolun odasında bağırarak dolanıyor, adamların etrafında geziyordu. Birine doğru iyice sokulunca, adam korkuyla ayağa kalktı ve ellerini önünde bağladı. Azap, adamın suratına öyle bir yumruk attı ki, burnunu kırmıştı. Diğer memurlar sakin olması için müdahale ettilerse de, yere düşen adama çok sert tekmeler atmıştı.
Çocukları verdikleri kişiyle, nerelerde buluştuklarını anlatmalarını istedi. Her şeyi anlattılar. Nerelerde buluştuklarını, ne konuştuklarını, nerede ne kadar zaman geçirdiklerini… Azap, bu yerleri not ettikten sonra;
“Bu şerefsizleri bir yere salmayın, şuraları bir kontrol etmek istiyorum, görüştükleri yerlere bakan, kayıt kameralar var mı?” diyerek çıktı. Yarım saat kadar sonra geldi.
“Sanırım bir görüntü bulduk, şu adresteki, bu şerefsizlerden birinin görüştüğü gün, bir okulun kermesi varmış. Dışarıda halay falan çekmişler, kızı da halay ekibinde olan bir vatandaş kameraya çekmiş. Tespit etmemiz büyük şans, haber verdim birazdan getirecek” dedi.
Günlerdir yürümeyen olay, yarım saat sürmedi. Azap, yardımcısı olan komisere döndü ve kendinden emin bir ses tonuyla;
“İyi bir gelişme oldu, gerçekten şanslıyız” dedi.
“Haklısınız Baş Komiserim, gerçekten iyi bir gelişme.”
Fakat oradaki herkes gibi nasıl olduğunu anlamaya çalışıyordu. Odadaki herkes çok şaşkındı. Bakışlarına yansımıştı bu şaşkınlıkları, gideli yarım saat olmamış, hemen bir delille dönmüştü Azap Baş Komiser.
Kısa bir süre sonra, bahsi geçen kamerayı getirdiler. Görüntüleri izlemeye başladılar. Kayıp kızın babası ve çocukları verdikleri kişiyi, bir kenarda oturmuş konuşurlarken gördüler.
Şaşkınlıkları daha da artmıştı. Çünkü görüntüde kayıp kızın babası Rafet vardı. Rafet hastanede olduğu için ifadeye gelmemişti. Dolayısıyla, görüntüdeki yerden bahsedilmemişti. Suçlarını itiraf için gelen diğer üç kişi, kendi buluştukları yerlerden bahsetmişlerdi. Çocukları verdikleri adamın Rafet’le nerede buluştuklarını, 9 Kasım gecesi kendilerini kaçıran adam sorgularken öğrenmişlerdi. Peki, Azap nereden biliyordu?
Azap’ın, itiraf için gelen üç kişiyi dinlerken not aldığı yerler arasında, görüntüdeki yer yoktu. Öyleyse nasıl olmuştu. Azap, bahsedilmeyen bir yerin görüntüsünü, üstelik bu kadar çabuk, nasıl bulmuştu? Kafalarını kurcalayan onlarca soruyla herkes birbirine bakınıyordu ama kimse bir şey söylemedi. Nihayetinde, iyi bir sonuçtu. Çok ciddi bir delil bulmuşlardı. Bu garip durumun, suçlarını itiraf için gelenler de farkındaydı, kaçamak ve kısa bakışlarla Azap’a, sonra da korkulu gözlerle bir birlerine bakıyorlardı.
“Şerefsiz baba, bu mu kızını, evladını verdiğin adam, kurtardı mı seni şimdi, değdi mi aldığın paraya. Merak etmiyor musun, şimdi ne durumda evladın?” diyerek söyleniyordu Azap, kayıp kızın babası Rafet yanında olsa, onun da burnunu kıracağı kesindi.
Kamerayı delil olarak aldı. Savcıyı arayıp durumu bildirdi. Çocukların kaybolmasıyla alakalı şahıslar, tutuklanmaları talebiyle savcılığa sevk edildi. Kamerada görüntüsü olan kişi, kimliğinin tespiti ve tutuklanması talebiyle incelenmeye alındı.
13 KASIM 2008
Çocukları götürdüğü söylenen adamın, kamera görüntüsündeki yüzü kimliğini ele vermişti. Bundan beş yıl öncesinde, dolandırıcılıktan kaydı ve sabıkası vardı. Kimliği ve adresi tespit edildi. İstanbul’da bir adreste ikamet ediyordu. O bölgenin ilgili karakoluna, Siirt ilinde kaybolan dört çocuğun sorumlusu şahıslarla suç ortağı olduğu gerekçesiyle, şahısların itiraf tutanakları ve savcılığın bu adam hakkında çıkarttığı yakalanma kararıyla birlikte, gerekli tüm evraklar fakslandı. Şahıs, aynı akşam gözaltına alınmıştı. Siirt’e gittiğini, bu adamlarla görüştüğünü, kendisi kuruyemiş toptancısı olduğundan, kuruyemiş tedarik etmek için orada bulunduğunu, çamfıstığı alımı ile ilgili görüştüklerini, suçlandığı bu konu ile alakası ve bilgisi olmadığını söylemiş, iddiaları kabul etmemişti. Yeterli delil olmadığından ve avukatı aracılığıyla, adres değiştirmemesi şartıyla serbest bırakılmıştı.
Bu olaydan iki gün sonra
15 KASIM 2008
Kaybolan çocukların sorumlusu olduğu tespit edilen ve Siirt’ de tutuklu bulunan şahıslardan birinin ailesinden, karısı ve oğlu silahlı saldırıya uğrayıp, bacaklarından vuruldular. Adamlar, tutukluluklarının beşinci günü aileleriyle görüştükten sonra ifadelerini değiştirdiler. Daha evvel, çocukları verdikleri ve Antalya’dan geldiğini söyledikleri kişinin, İstanbul’dan geldiğini ve kuruyemiş toptancısı olduğunu bildiklerini, bu adamla görüşmelerinin kuruyemiş tedarik etmek üzerine olduğunu ve bu adamın olaylarla hiçbir alakası bulunmadığını, kendilerinin de bir alakaları olmadığını, suçsuz yere tutuklu bulunduklarını söylediler. Siirt’ de, dört çocuğun kaybolmasıyla alakalı, biri hastanede, üçü tutuklu bulanan dört kişi, kaybolan çocukların davasında asıl mağdur olanın, kendileri olduğunu söylediler. 9 Kasım gecesi, bilmedikleri biri tarafından kaçırıldıklarında, kendilerine işkence edilmiş, bacaklarından vurulmuşlardı. Bunları yapan kişi, karakola gitmelerini, çocukların kaybolmasıyla alakalarının olduğunu söylemelerini, aksi halde her birini ömür boyu yatalak kalacakları şekilde sakat bırakacağını söylemişti. Bu kişi kendilerini serbest bırakınca, durumu karakola bildirip, bu kişinin bulunması için şikâyetçi olmuşlardı.
Polislerin, kim olduğunu bulamadığı bu kişi daha sonra, aynen söylediği gibi içlerinden birini ömür boyu yatağa mahkûm sakat bırakınca, çok korktukları için karakola gelip, çocukların kaybolmasıyla alakalarının olduğunu söylemişlerdi. Bu suçu kabullendiklerinde, Azap Baş Komiser bir kamera kaydı getirmiş, görüntüdeki bir adamı, ‘bu mu’ diyerek tarif ettirmişti. Ayrıca Azap Baş Komiser, içlerinden birini karakolda darp edip burnunu kırınca, çekindikleri ve korktukları için, kamera görüntüsündeki çamfıstığı alımı için gelen adamı, çocukları verdikleri kişi olarak tespit etmişlerdir. Kendileri ve çocukları verdiklerini söyledikleri kişinin suçsuz olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Siirt’ de dört çocuğun kaybolması olayı tam bir çıkmaza girmişti. Tutuklu sanıkların üzerinde büyük bir tehdit vardı. İfadelerini değiştirmelerine, içlerinden birinin ailesinin bacaklarından vurulması sebep olmuştu. Son ifadelerinden sonra, serbest kalacakları ihtimali çok kuvvetliydi. Azap, bu soruşturmayı aynı şekilde devam ettirirse, şahısların ailelerinden suçsuz olanlarında zarar göreceğini bildiği için sessiz kalmayı yeğledi.
Azap Baş Komiser, psikoloji doktoru bir arkadaşını arayıp randevu istedi. Sağlığının ve psikolojisinin yerinde olmadığı, dinlenmesi gerektiği gerekçesiyle iki ay rapor ayarladılar. Rapor bitimi karakola dönen Azap, bir ay izin ve onun da bitiminde iki ay daha rapor aldı. Tüm bunlar bitip görevine döndüğünde;
(20 NİSAN 2009)
Siirt’ de kaybolan çocukların, karakola bildirildiği ilk günden bu yana, yaklaşık altı ay geçmişti. Görevine başlayan Azap, o gün rutin karakol işlerini yaptı.
Ertesi gün karakola, Azap Baş Komiserin adına bir koli getirdi postacı. Bir kaç arkadaşıyla beraber açtılar. Kolinin içinden üç adet kalın dosya çıktı. Birinin üzerinde Azap Baş Komiser, diğerinin üzerinde çeşitli medya kuruluşlarının adı, son dosyanın üzerinde Emniyet Genel Müdürlüğü yazıyordu. Ayrıca, koliye iliştirilmiş bir notta, dosyaların bu adreslere ulaştırılması yazıyordu. Azap Baş Komiser kendi isminin yazdığı dosyayı, arkadaşlarının yanında açtı. Diğer dosyaları da kontrol ettiler. Hepsinin içeriği aynıydı.
Bu dosyaların içinde, Siirt’te kaybolan dört çocuk dahil, toplam 169 kayıp çocuğun, nerede oldukları, kimler tarafından hangi amaçlarla alıkoyuldukları, en ince ayrıntısına kadar yazıyordu.
Dosyalar çok detaylıydı.169 çocuğun bulunduğu adresler tam olarak yazıyordu. Çocukların hangi işlerde kullanıldıkları, çocuklara kimlerin neler yaptığını, çocuklara neler yaptırıldığı, bu hallere düşmelerine kimlerin aracı olduğu, belgeler, fotoğraflar ve kesin delillerle belirtilmişti.
Çocukları her türlü pislik tezgahlarında kullanan 22 çete üyesi, 65 çocuğu bu çeteye satan, çocukların aile ve akrabalarından olan 65 kişi, isim adres ve suçlarına ilişkin kesin delillerle;
Değişik illerdeki çocuk esirgeme yurtlarında kalan 58 çocuğun, değişik zamanlarda çetenin eline geçmesine aracılık eden, çocuk esirgeme kurumu memuru olan 9 kişi, isim adres ve suçlarına ilişkin kesin delillerle;
Çocukları, tecavüz, kölelik yaptırmak gibi, kötü ve sapkın emellerinde kullanmak için, çeteye para ödeyerek satın alan 57 kişi, isim, adres ve suçlarına ilişkin kesin delillerle;
Yaşları 7 ila 18 arasında değişen, 46 tanesi çeşitli vaatlerle çeteye bağlanan, hırsızlık ve dilencilik yaptırılan, fuhuş batağına zorlanan, 21 tanesinin farklı özürlü halleri bulunan, toplam 169 çocuk, bu çocuklara kötülükleri dokunan, toplam 153 pislik şahıs, isim adres ve suçlarına ilişkin kesin delillerle;
İstanbul’da, bu çocukları çalıştıran ve alıkoyan çeteye ait 13 işyeri ve 2 depo adresi,
Diğer çocukların gözlerini korkutmak için, köpeklere parçalatılarak öldürülen 2 çocuğun, üzerine benzin dökülerek yakılan 1, dövülerek öldürülen 5 çocuğun, cinsel istismarda ölen 3 çocuğun akıbeti ve bu vahşeti kimlerin yaptıkları, belge, fotoğraf ve kesin delillerle hazırlanmış, dosyalanmış ve Azap Baş Komisere gönderilmişti.
Azap, dosyaları istenilen yerlere gönderdi. Olay, medya da büyük yankı buldu. Birçok sivil toplum örgütü ayağa kalkmıştı. Halk büyük tepki gösterdi. Emniyet Genel Müdürlüğü derhal tahkikat başlattı. Dosyalarda verilen bilgiler ışığında olay aydınlatıldı. Bu çirkinliğe bulaşanların hepsi tutuklandı. Bu çetenin kurucusu ve üyesi olan 22 kişi de bulunmuştu ancak, her birini feci şekilde öldürülmüş olarak buldular.
Bütün bu gelişmeler, medya tarafından yakından takip edildi. Azap Baş Komiser yılın adamı seçilmişti. Kayıp aileleri dernekleri, diğer birçok dernek, sivil toplum kuruluşları, halktan büyük bir kesim, binlerce mail, mektup ve telefonla Azap Baş Komiseri tebrik etmek için, İçişleri ve Emniyet Genel Müdürlüğünün telefonlarını kilitlemişlerdi. Büyük küçük pek çok medya kuruluşundan ödüller aldı. Kayıp aileleri dernekleri kendisini daimi ve manevi başkan seçtiler. Televizyon ve radyo programlarına katılmış, bu konuda önemli konuşmalar yapmıştı. Bu kadar yoğun ilgiye, devletin zirvesi ve siyasette ilgisiz kalmadı. Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, muhalefet partiler, Emniyet Teşkilatı, Genelkurmay Başkanlığı, övgüler ve plaketlere boğmuşlardı Azap’ı. Hayatın anlamını yeniden bulmuş, kendisini tamamen toparlamıştı. Yine, eskiden olduğu gibi, acılarının ve özlemlerinin içinde, mutlu bir adamdı artık. Bundan sonraki hayatını, kayıp çocukları bulmaya adamıştı.
Bütün bu olaylar birkaç ay içinde unutulmuştu. Suçlular cezaevine konmuş, medya olayı takip etmeyi bırakmıştı. Bu olay, hafızalarda yer ettikten sonra, konusu kapanmıştı.
Madalyonun öteki yüzü vardı. Olayların buraya kadar gelmesine sebep olan, Siirt de ki dört çocuğun kayıp başvurusundan bu yana;
Siirt de, bu çocukların kaybolmasıyla ilişkilendirilen dört kişinin kaçırılarak darp edilmesi ve silahla vurularak yaralanmaları olayı vardı. Daha sonra, bu dört kişiden biri omuriliği kesilerek, ömür boyu yatalak kalacak şekilde tekrar yaralanmıştı. Yine bu dört kişiden birinin ailesinden, karısı ve oğlunun silahla vurularak yaralanmaları vardı. İstanbul’da, çocuklara istismar ve kötü muamele yaptıkları, Azap Baş Komisere gönderilen dosyalarda kesin delillerle ispatlanmış, çete kurucusu ve üyesi olan 22 kişinin işkenceyle öldürülmesi olayı…
21 NİSAN 2009 da, Azap Baş Komisere gelen dosyalarda suçları sabit olduğu halde, bir şekilde serbest bırakılan, çocuk esirgeme kurumu memuru üç kişinin ve çocukların akrabalarından olan iki kişinin, işkenceyle öldürülmesi olayı vardı.
28 KASIM 2008’den, 21 NİSAN 2009 ‘a kadar, 6 yaralama ve 22 cinayet.
21 NİSAN 2009’dan 2 AĞUSTOS 2009’a kadar, 5 cinayet.
Öldürülen ve yaralananların hepsi, Azap Baş Komisere gönderilen dosyalarda adı geçen kişilerdi. Bu cinayetleri kim, neden işlemişti? Bu olayları kim, neden çözmüştü? Neden dosyalayıp Azap Baş Komisere göndermişti? İçişleri bakanlığı, bu faili meçhul cinayetlerle ilgili soruşturma başlattı. Tek bağlantı Azap Baş Komiser’di.
Cinayetlerin tek bağlantısı olduğu ve Siirt deki dört kişiyi sorgularken, içlerinden birini darp edip burun kemiğini kırdığı ve bu kişinin kendisi hakkında şikayetçi olduğu, ayrıca bu dört kişinin haksız yere tutuklanması ve ceza evinde yatmasına, bulduğu delilleri gereğince incelemeden sebep olduğu için, hakkında inceleme başlatıldı. Soruşturma geçirdiğinden dolayı, görev ve ehemmiyetini suiistimal edebileceği gerekçesiyle de, 2 Ağustos 2009’da açığa alındı. İçişleri bakanlığı müfettişlerine, defalarca ifade verdi.
Adli tıp doktorlarının, cesetler üzerinde yaptığı incelemeler sonucunda verdiği raporlar, yetenekleri, aldığı eğitim ve kurslar sebebiyle Azap Baş Komiseri işaret ediyordu.
Cesetlerdeki darp ve kemiklerdeki kırıklar, dövüş sanatı eğitimi almış, vücudun neresine vuracağını ve hangi kemiğin nereden kırılacağını bilen birinin darbe izleriydi.
6 yaralama ve 27 cinayetin hiç birinde görgü tanığı ve en ufak bir delil olmaması, profösyenel biri olduğunu kesinleştiriyordu. Kriminal, zamanlama ve teknik bilgilere sahip bir katildi.
Cesetlerden bazılarının, susturuculu ve uzun namlulu silahlarla vurulduğu tespit edilmişti. Yine, iki ceset üzerinde yapılan otopsi sonuçlarında, gece saatlerinde öldürüldükleri, mermilerin çapı ve mermi çekirdeklerinin cesetlere yaptıkları tahribattan, ne tür bir silahla, ne kadar mesafeden ateş edildiği anlaşılmıştı. Biri 600, diğeri 850 metreden vurulmuştu. Bu atışları yapabilmek için, rüzgârın hızı ve yönü, havanın nem oranı ve yerçekimi hesaplaması yapılması gerekiyordu.
Böyle bir silaha piyasada sahip olunamayacağından, bu silahı bulunduran kişinin, uluslar arası silah kaçakçılığı bağlantısı olabilirdi. Askeriye bağlantılı olup, böyle bir silahı temin edebilirdi. Ya da, bu silahlarla eğitim görüp, temin etmesi zor olmayan ve halen görevde olan birisi olmalıydı. En kuvvetli ihtimaller bunlardı.
Müfettişlerin, araştırmaya dahil ettiği silah uzmanları, cesetlerin bulundukları yerlerdeki pozisyonlarını ve mermilerin vücutlarında yaptığı tahribatı inceleyip, biri 600, diğeri 850 metre mesafeden olan her iki atışında yapıldığı yerleri tespit etmişlerdi. Bu mesafeden atış yapılacak bir silahın, çok güçlü olması gerektiğinden ve gece olması dolayısıyla, atışta çıkacak yüksek namlu sesinin, o yakınlarda olan birileri tarafından duyulması ve bu kişilerin bir şeyler görmüş olması kuvvetle muhtemeldi. Her iki atışın yapıldığı gecede de, patlama sesine benzer ses duyan birçok kişi buldular. Bu kişiler, seslerin duyulduğu geceyi, bölge karakollarına bildirmişlerdi. Karakollardaki kayıtları incelediler. Her iki atışın yapıldığı gecede de, şikayetler ve sesin geldiği yerler araştırıldığında, duyulan patlama seslerinin, bahsi geçen yerlerde bulunan çöp bidonlarının içindeki uzaktan kumandalı düzenekle patlatılan fünyelerden geldiği anlaşılmıştı. Halbuki biri 600, diğeri 850 metreden yapılan atışlar, yüksek iki binanın çatısından gerçekleştirilmişti. İçinde çok sayıda fünye patlatılan çöp bidonları da, bu binaların yanındaydı. Bu iş, katilin bir düzenlemesiydi. Bu fünyeler, atışı yapan kişinin tetiğe basmasıyla aynı anda patlatılmıştı. Çöp bidonlarındaki ses, daha kuvvetli ve alçakta olduğu için, tüm dikkatler oraya yönelmişti. Çükü, ses aşağıdan yukarı doğru yankı yapmış, silah sesi zaten yüksekte olduğu için, dikkat çekmemişti. Kesinlikle bir uzmanın işiydi.
Müfettişler, bir yandan da Azap Baş Komiserin izini sürüyorlardı.
9 KASIM 2008 de izin aldığında, o gün Siirt de dört kişi kaçırılmıştı.
18 KASIM 2008 den, 20 NİSAN 2009 a kadar iki ay rapor, bir ay izin ve tekrar iki ay rapor almıştı. Tüm bu zaman boyunca neredeydi? Olaylar, tamda bu tarihler arasında gelişmişti. Hem nasıl olmuştu da, tüm bu izinleri bitip döndüğünden bir gün sonra, bütün olayların çözülüp, delillerle hazırlandığı bir dosya kendine gönderilmişti. Kim? Ya da kimler göndermişti? Araştırdılar… Takip ettiler… Telefon kayıtlarını incelediler…
Hakkında hiçbir şey bulamadılar. Azap, tüm bu zaman boyunca İzmir Çeşme’de, ismi Gökhan Koç olan bir arkadaşının yazlığında dinlenmeye çekildiğini söylemişti. Nadiren görmüş olsalar da, yazlık komşuları, orada olduğunun şahitliğini yaptılar. Market alışverişi, benzin fişleri, yazlığın su ve elektrik giderlerini kullanım faturalarıyla ibraz etti. Yazlıkta dinleniyordum dediği süre içinde, yazlığın elektrik ve suyu kullanılmıştı. Her şey normaldi ve Azap Baş Komiseri suçlayacak bir delil yoktu.
İşin aslı, müfettişler bu soruşturmayı yürütürken, Azap Baş Komiserden şüphelense de, dosyada suçları kesin delillerle belgelenmiş olan, öldürülen bu kişiler için hiç kimseyi suçlamak istemiyorlardı. Çünkü çocuklardan vahşice katledilenler vardı. Köpeklere parçalatılan, dövülerek ve ırzına geçilerek katledilen çocuklar vardı. Bunları yapan insanların öldürülmesi, herkesin gözünde gerekli bir temizlikti.
Fakat her ne olursa olsun, bu suçların cezasını verecek olan kanundu. Bu cinayetleri işleyen birinin, ya da birilerinin de, cezalandırılması gerekmekteydi. Öte yandan, çözülemeyen bu cinayetler, emniyetin medyada alay konusu olmasına sebep olmuş, İçişlerini çok kızdırmıştı.
Delil yetersizliğinden, Azap Baş Komiser hakkındaki tüm suçlamalar düşmüştü. Azap’ın soruşturma geçirmesi de basına yansımıştı. İşin içinde masum çocukların olduğu böyle hassas bir davada, bu olayların çözülmesine aracı olan bir memurun soruşturma geçirmesi, birçok derneğin, kuruluşun ve gazetenin, Emniyet Teşkilatını ve İçişlerini kınamasına sebep olmuştu.
Azap Baş Komiserin soruşturma geçirmesi, 2 AĞUSTOS 2009 da başlamış ve 20 ARALIK 2009 da son bulmuştu. Azap’ın soruşturması bittikten bir gün sonra, kayıp çocukların dosyasında adı geçen bir şahıs, serbest bırakılmıştı. Çocuklardan birini, kötü emellerinde kullanmak için çeteye para ödeyerek, çocuğu satın almış olan bu kişinin suçu, delillerle sabit olduğu halde, savunmasında çok sarhoş olduğunu, çocuğun yaşını sorduğunu ama kandırıldığını söyleyerek, kefaletle serbest bırakılmıştı. Bu kişi, aynı gece kaçırılmış ve sopayla dövülerek öldürülmüştü.
Bu olaydan sonra Emniyet Genel Müdürü, Azap Baş Komiseri bizzat çağırdı. Makama gittiğinde, MİT Müsteşarı da oradaydı. Emniyet Müdürü konuşmasına, elindeki bir gazetenin yazısıyla başladı.“Dün baş tacıydı, bu gün, çocuk katillerinin yüzünden yargılanıyor” yazıyordu.
“Bunun gibi onlarca yazı gösterebilirim sana” dedi ve devam etti sözlerine;
“Birde, adaletle dalga geçenler var, yok sistem çalışmıyormuş, yok iyi niyetli, sadece kötüleri cezalandıran kahramanlarımız varmış, yok birileri gerçek adaleti uyguluyormuş…”
Masada karşılıklı oturmuşlardı, gazeteyi Azap’ın önüne fırlattı. Sisteme zarar verdiğini, kendi birimini zedelediğini söyledi. Böyle giderse, yanlış yaptığı düşünülen insanlara, kendi başlarına ceza vermek isteyenlerin ve bu düşüncelerini uygulamaya geçeceklerin çoğalacağını, bu bağlamda kötü bir örnek teşkil ettiğini anlatıyordu.
Azap hiç konuşmuyordu. MİT Müsteşarı da farklı şeyler söylemedi. Hakkında delil bulamasalar da, bu cinayetleri kendisinin işlediğini bildiklerini, artık durması gerektiğini söyledi ve sözlerine devam etti;
“Sen, Milli İstihbarat Teşkilatının önemliler listesindesin. Bütün görev dosyalarını inceledim. Çok başarılı ve örnek bir adamsın. Almadığın kurs, meslekle ilgili katılmadığın program kalmamış. Çok nadir yetişir senin gibi memurlar. MİT’in Siirt bölge istihbarat şefisin. Çok önemli istihbarat bilgileri ulaştırdığını görüyorum, polis olarak gelecek vaat ediyorsun, akademilisin ve yükselmen için tüm zeminin hazır. Şu anı konuşacak olursak, başarılı, hırslı ve çok tehlikeli bir adama bakıyorum. Bir baba olarak bu işlediğin cinayetleri onaylıyorum. Çünkü günahsız çocuklara olmadık pislikleri yapan insanların, ancak bu şekilde cezalandırılması çok memnun edici olurdu. Fakat kanunun nasıl uygulanması gerektiğini hepimiz çok iyi biliyoruz. Hem, bana söyler misin, kişisel hırsın için bu kadar adamı bu şekilde öldürmenin neresi doğru? İnandığın, yemin ettiğin görevinde bu yaptıklarının hangisi yazıyor.”
Azap, bu konuşmanın nereye varacağını anlamıştı. Yüzündeki alaylı gülümsemeyle, Emniyet Genel Müdürüne, sonra MİT Müsteşarına baktı sırayla;
“Benim kimseyle şahsi bir meselem yok efendim. Bu olaylardaki hiç kimseyle, yakından uzaktan alakam ve kan bağım bulunmuyor. Eğer benim yaptığımı düşünüyorsanız, kanunun nasıl uygulanması gerektiğini hepimiz biliyoruz, elinizde delil varsa, benim yaptığımı söyleyebilirsiniz.”
Mit müsteşarı, yüksek bir ses tonuyla konuştu;
“O zaman kim yaptı? Bu faili meçhul cinayetleri kim işledi? Dosyalar sana geldi, bir şeyler biliyor olmalısın. Hem biz seni, cinayetleri itiraf et, bizde hakkında gerekenleri yapalım diye çağırmadık. Bu işten ceza almanı istemiyoruz. Fakat bu meslekten derhal uzaklaş Azap Baş Komiser, hem Emniyet Teşkilatına, hem MİT’e çalışıyor olabilirsin, çokta başarılı olabilirsin ama keyiften katil oldun mu, bu görevleri artık sağlıklı yapamazsın.”
Azap, yine sessizce ve onların gözlerinin içine bakarak dinliyordu.
Mit müsteşarı, bu kadar insanı öldürdükten sonra, cenneti nasıl düşündüğünü sordu.
Azap, karısı ve kızı yaşıyorken cenneti, onlar öldükten sonra cehennemi yeryüzünde yaşadığını söyledi. Biraz iyiliği bile olanların, yeterince yandıktan sonra cennete alınacağını, kendisinin de bir yerlerde, tutunacağı sevabının elbet bulunacağını, cenneti tekrar görebileceğini söyledi.
Azap’tan, teşkilata daha fazla zarar vermemesi ve bu psikolojiyle, mesleğini yapamayacağını düşündükleri için, istifa etmesini istediler. Düzgün ne iş yaparsa yapsın, şahsen ellerinden geleni yapacaklarını, fakat onlarca cinayet işlemiş birinin bu meslekte, en azından kendilerinin dönemlerinde, görev yapamayacağını söylediler. Bu görüşme üzerine Azap;
23 ARLIK 2009 da istifa etti.
Azap’ın istifasından sonra, 169 kayıp çocuğun davasından hükümlü bulunan dokuz kişi daha kısa zaman aralıklarıyla tahliye olmuş ve onlarda öldürülmüştü. Azap, bu cinayetlerle ilgili de soruşturma geçirmiş ve aklanmıştı.
Azapla ilgili süreci yakından takip edip, ona yapılanları haksızlık kabul eden Kayıp Aileleri Dernekleri kendisine, kayıp arama bürosu kurmasını teklif ettiler. Kayıp Aileleri Dernekleri genel başkanı Celal Kanca ile arları çok iyiydi, sıkça görüşüyorlardı. Celal Beyinde bir oğlu kayıptı. Kayıp oğlu, diğer oğlu ve kendisi bilgisayar yazılımları mühendisiydi. Azap’a, bitirmelerine çok az kaldıkları bir proje üzerinde çalıştıklarını, bittiğinde kendisiyle görüşüp bahsetmek istediğini ve bu projeyi kendisine vermek istediğini söyledi.
Azap’ın, ağabeyinin kendi hesabına yatırdığı para sayesinde, muazzam bir serveti vardı. Bir süre dinlenmek istiyordu. Ankara’ya gidecekti. Eşi ve kızının mezarlarını ziyaret edecekti. Eşi Ankaralıydı. Bir gün kendisine, ölürse buraya defnedilmek istediğini söylemişti. Bu durumu bilen kayın validesi, Azap komadayken, kızını ve torununu buraya defnettirmişti. Kendiside, Onlara yakın olmak için Ankara’ya yerleşmek istiyordu.
Ankara’ya geldi. Ailesinin mezarlarını ziyaret etti. Ağabeyinin son yaşadığı yere gitti. Yine uzaklara baktı Azap, sevdiği kimse kalmamıştı. Hayatın içinde, yapayalnız kalmıştı. Kendini düşündü. Biliyordu, sevdiklerinin hasreti, ölene kadar yakacaktı yüreğini. Büyük acılar çekiyordu. Yine, büyük bir umutla ağabeyini aradı. Artık, kaybolmadan önce yaşadığı yerlerde, ağabeyini tanıyan pek fazla kişi kalmamıştı. O iyi, O asil ve mağrur adam, kardeşini canından çok seven adam, nasıl olmuştu da öylece kaybolmuştu ortalıktan. Yüreğini kederler sıkıyordu Azap’ın, elini göğsüne koydu. Tam kalbi üzerine, “bu derdi sen verdin, sabrını da ver, ey güzel Allah’ım” dedi.
16 OCAK 2010
Kayıp aileleri dernekleri genel başkanı Celal Kanca, kendisini ziyaret için Ankara’ya geldi. Projelerini bitirmişlerdi. Buluştular, başkan projeyi anlattı.
Hazırladıkları özel yazılımlardan ve bunların yüklü olduğu bilgisayarları yöneten, akıllı işletim özelliği bulunan merkez bir bilgisayar sisteminden bahsetti. Türkiye’de ilk defa bu kadar kapsamlı ve işlevsel bir kayıp kişiler arşivi oluşturacaklardı. Kullanılacak cihazlar, devletin bile elinde bulunmuyordu. Eğer kabul ederse ve kayıp arama bürosunu kurarsa, bu sistemi bürosuna uygulamak istiyordu. Azap’ın çok hoşuna gitmişti. Onlar sohbet ederlerken, Azap’ı emlakçı aradı. Fiyatı uygun, üç katlı bir bina bulduklarını söyledi. Azap ve başkan beraber gittiler. Binayı beğenmişlerdi. Bina ve büro yerleşimi için fikir alışverişi yaptılar. Azap, büroyu açmaya karar vermişti. Emlakçıya, satın alma işlemlerini başlatmasını söyledi.
Binayı satın alır almaz tadilat başlattı. Binanın bodrumunu ses geçirmez malzemeyle kaplattı. Bodruma, banyo, tuvalet, depo ve demir kapılı küçük bir oda yaptırdı. Giriş katın bir odasını garaj, diğer kalan daireyi de kendisine ev işlerinde yardım edecek aile için hazırlattı. İkinci ve üçüncü katın merdivenlerini yıktırıp, ikinci katın salonundan, üçüncü kata bir merdiven açtırdı. İkinci katı büro, son katı evi olarak yaptırdı.
Azap binayı satın alıp tadilatını yaptırırken, karşısındaki boş dükkanı da bir adam almış, kafeterya açmak için tadilat yaptırıyordu. Tanıştılar. İsmi Necdet Kızılkayalı idi.
Binanın işlerini bitirip mobilyaları yerleştirdi. Kayıp Aileleri Dernekleri genel başkanı Celal Kanca ve oğlu Furkan Kanca’da gelip, sistemi kurduklarında, işlerin tamamı bitmişti.
05 MART 2010
Kayıp Arama Bürosunu(K-A-B)faaliyete açtı. Aynı gün, dükkan komşusu Necdet Kızılkayalı’da ’BOYALI ÇAMLAR CAFE’ ’isimli kafeteryasını işletmeye açmıştı. Karşılıklı iyi dilek ziyaretlerinde bulundular. Azap, BOYALI ÇAMLAR CAFE ismi için ‘çok ilginç‘ demişti. Tabelanın iki tarafında, gövdeleri değişik renklerde çam ağaçları resmedilmişti. ‘Her şeyin bir anlamı olduğunu’ söylemişti Necdet.
Azap, kurulan sistemle, Türkiye’nin en büyük, en kapsamlı kayıp kişiler arşivine sahip olmuştu. Binanın bodrumuna, büyük bir buzdolabı ölçülerinde, çelik muhafaza içinde iki tane kasa yerleştirdiler. Büroya kurdukları ana bilgisayar, bütün bilgileri bu kasalardaki yapay hafızalara depoluyordu. Ana bilgisayar, yüzünü ve sesini tanıdığı kullanıcısı tarafından, telefonla, sesle ve mesajla komuta edilebiliyordu. Milyarlarca bilgiyi saklayabilir ve bilgi akışı yapabilirdi. Büroya kurulan diğer beş adet bilgisayar, ana bilgisayar tarafından yönetiliyordu. Ana bilgisayar, bunların her birinde ayrı bir işletim yürütecekti.
Azap, bu teknolojisi sayesinde, internet üzerinde mevcut bütün bilgilere çok hızlı ulaşabiliyordu. Sadece, ne aradığını söylemesi yeterliydi. Ana bilgisayar otomatik olarak ilgili bütün dosyalara ulaşıp listeliyor ve Azap’a bildiriyordu. Kişiler hakkında genel bilgi taraması(gbt)yapabiliyordu. Otel gibi, her gece düzenli olarak karakollara müşteri listesi veren işletmeler, bunu internet üzerinden yapıyorsa, bu bilgileri kopyalıyor ve sistemdeki kayıp kişilerin ismi geçerse, tanıyor ve bildiriyordu. Merkezlerine, internet üzerinden görüntü aktaran mobesa ve güvenlik kayıtlarına da giriyordu. Hafızasında resmi olan insanların yüzleri ve sisteme kayıtlı olan araçların plakaları, bu güvenlik kayıtlarında görünürse, tanıyor ve Azap’a bilgi veriyordu. Kayıp kişilerin ve onlarla ilişkili bildirilmiş kişilerin telefonlarını, isim ve adreslerini, gittikleri yerleri, uğrak yerlerini tanıyor, tüm bu insanlar arasında ortak yön varsa, ya da yeni bir gelişme olursa, tespit edebiliyordu. Ana bilgisayar, işlemlerini ve internet üzerindeki araştırma programlarını, otomatik olarak, her gün, yirmi dört saat aralıksız yapıyor ve bilgilerini sürekli güncelliyordu.
Türkiye’deki bildirilmiş bütün kayıp kişiler, kayıp aileleri derneklerinin ortak çalışmalarıyla, haklarındaki en ince ayrıntıya kadar belirlenmiş, ana bilgisayara yüklenmişti. Arkadaşları, telefonları, sık gittiği yerler, arkadaşlarının telefonları, iş yerleri, yol güzergâhları, otomobilleri…
Azap’ın arabası ve yanında taşıması için de cihazlar tasarlamışlardı. Araçtan ana bilgisayara doğrudan bağlanabiliyor ve istediği her türlü bilgiyi ekrandan takip edebiliyordu. Arabasına monte edilmek üzere, gece görüş ve termal kamera da tasarlamışlardı. Gözlük kabı büyüklüğündeki özel bir cep telefonuyla, yine doğrudan ana bilgisayara bağlanabiliyor, kamerasıyla çektiği görüntüler hakkında bilgi alabiliyordu. Yine bu cihazla, bulunduğu yerin rakımını, hava basıncını ve pusula yönünü öğrenebiliyordu. Bu cihaz ayrıca, gündüz on, gece elli metreye kadar uzaktan ses dinlemesi yapabiliyor, gece görüş ve termal dürbün olarak da kullanılabiliyordu. Yine, özel olarak tasarlanmış bir kol saatiyle, yön tespiti, telefon görüşmesi ve ses kaydı yapılabiliyordu. Saate monte edilmiş küçük bir cihaz, çıkartılıp bir araca ya da insana takılsa, izleme cihazı görevi görüyordu. Telefon ya da Saat kaybolsa, ikisinden biriyle, diğerinin yeri tam olarak bulunabiliyordu.
Emniyet birimleri, ellerinde sadece fotoğrafı olan bir kişinin ismini tespit etmek için bu fotoğrafı, arşivlerinde bulunan fotoğraflarla karşılaştırma yapıyorlardı. Bu işlem, çok zaman alabiliyordu. Fotoğraf, emniyette kaydı ya da sabıkası olan bir kişiye ait değilse, kim olduğunu bulmak aylar sürebiliyordu. Fotoğraf, arşivlerde varsa bile, yeni fotoğrafla aralarında yıl farkı varsa, yanılma yaşanabiliyordu. Azap, bir fotoğrafın kime ait olduğunu öğrenmek istese, ana bilgisayara resmi yüklemesi yetiyordu. Sistem otomatik olarak taramaya başladığında, güvenlik güçlerindeki bütün kayıtları çok hızlı tarayabiliyordu. Bu fotoğraf, ya da aynı kişiye ait başka fotoğraflar, internet ortamında paylaşılmışsa, sistemin buna ulaşması çok uzun sürmüyordu. Fotoğraflar arasında yıl farkı bile olsa, yüz tanımlama programıyla, kişinin ileriki yaşlarında çekilmiş fotoğraflarını bile, çok az yanılma payıyla tanımlayabiliyordu.
Azap, elindeki bu teknolojiyi, emniyet ve jandarmayla birçok kez paylaşmıştı. Bu sebeple, Azap’ı tanımayan ilgili birim, neredeyse yoktu.
NECDET KIZILKAYALI
Elli dört yaşında, ciddi, ağır başlı ve sözünün eri bir adam. Azap, kayıp arama bürosunu açtığında, tam karşısına aynı zamanda açmıştı, “Boyalı Çamlar” isimli kafeteryayı, oğlu Dağhan’la beraber çalıştırıyorlardı. Azap’la, tanıştıkları yedi aylık süre içerisinde, çok iyi dost olmuşlardı. Çoğu zaman beraberdiler...DEVAMI YARIN.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.