- 1845 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Özlem...
Saat: …
Saatin bir önemi yok aslında.
Sadece zamana damgasını vurduğunu bildiğimizden başka ne biliyoruz hakkında ?
Çoğumuza göre saat; akrebi-yelkovan geçiyor, hepsi bu !
Ya da akrep, arkasından takip edildiğini bile bile, kendine has gizemindeki ağır adımlarıyla ilerlemekte…
Akrep- Yelkovan.
Bir an akrebin gözleriyle karşı karşıya kaldığımı hissettiğimde dilimin, ağzımdan alındığını, gözlerimin, midemin kramp girmiş boşluğuna düştüğünü görebilirdin. Ya da midemden yükselen asitin, başımı döndürüp beni olduğum yere mıh gibi saplayışına şahit olabilirdin...
O ana kadar bilmiyordum... Sabaha başlangıç yapmak isteyen ezan sesinin, bu kadar keskin, tiz bir ses ile beni içine alıp; aklımı darmadağın edebileceğini...
Suçlu suçlu baktım aynaya...
Suçlu bendim. Ezber etmiştim bu kelimeyi artık dilime.
Her gördüğüm hatayı kendime mal etmiştim.
Herkes doğruydu-haklıydı, bir bendim yanlış olan.Hatası olan! Kendi içinde boğulan!. ..
Dokunduğum tüm çiçeklerin renklerini de beraberimde almıştım. Almıştım derken; soldurmuştum. Her elimi değdirdiğim ortamın gri bir hal alması, yürürken eteklerimin sakarca hareket edip, çevremdeki her şeyi umursuzca sağa-sola çarpıp, devirerek kırılması da benim suçumdu...
Artık ben bir mahkumdum...
Kilit altında tutulmalıydım öyle ya.
Ellerimde kelepçe, ayaklarımda prangalar olmalıydı...
Yaşamak haramdı bana. İnsan olmak.Özgür olmak. İstediğini yapmak bir bana haramdı da; hep başkalarına helaldi...
Gördüğüm o rüyanın etkisinden kurtulamadım hala. Derin bir iç yangınıyla depreşirken ve daim solutmazken beni, kim bilir belki de yeni olduğu için belki de; gözümde çok fazla büyüttüğüm için yapıyorum bunca zulmü kendime...
Hep düşünmüşümdür…
Hani bir yolcunun evinden çıkarken, yine evine döneceği o zamanlar olacak mı diye?
Kaç eve uğrar?
Kaç köşeyi döner?
Ya da kaç mevsim geçirir, kendi içinde?
Saklı olan çocukluğumu bulmaya kararlıydım. Onu, köyde dedemlerin evinde bulabilirdim ancak. Acaba o da beni arıyor mudur? Bana ihtiyaç duyuyor mudur ? Onu özlediğim kadar, o da beni özlüyor mudur? Bu merak ve endişe içimi günlerdir; kurt gibi kemirip duruyordu.
Onu ilk gördüğüm zaman ne yapacaktım?
Ya da o beni ilk gördüğü zaman ne yapacaktı?
Beraber geçirdiğimiz günlerin hayali onu da saracak mıydı yoksa; unuttuğunu- umursamaz halini takınıp, belli edercesine gözlerime mi bakacaktı? O zaman yıkılırdım her halde...
Saat yedi civarı evden çıktım. Her zaman kendime ve giyimime gösterdiğim ihtimamı bu sefer göstermemiştim. Sıradan bir etek ve bluz vardı üzerimde. Çocukluğuma ait tek bir renk bile yoktu. Sadece umudum vardı. O da kendi içinde gizlenmiş ben ile beraber yorgun bir geceden kalma mahmur gözlerini hala ovuşturmakla meşguldü.
Evden çıkmadan önce kimseye bir şey söylememiştim. Belki de hala beni anlamayacaklarını düşünüyordum. Ya da söyleyecek cesareti bulamamıştım. Ya da, her neyse işte...
Sadece salondaki masanın üzerine -birkaç gün için işim çıktığını, beni merak etmemeleri gerektiğini yazan kısa bir mektup bıraktım.
Annemlerin yatak odasının kapısı aralıktı. Köşeye sinip; aralık kapıdan içeriye baktım. Babamın yanı başında ki lamba hala yanıyordu. Gözlüğünü, komedinin üzerine okumayı sürdürdüğü kitabın orta yerine ayraç olarak kullanmış, ışığı söndüremeyecek kadar yorgun düşmüştü okumaktan. Annem ise yüzündeki makyajı silmeden yatmış, kırmızı rujun bir bölümü beyaz yastığa, bir bölümü yanağına bulaşmıştı…
Kardeşim Meral ise her zaman ki gibi, babamın en son aldığı bebeğine sarılmış olarak uyumaktaydı. Deniz mavisi gözlerini görmeyi ne çok isterdim Meral . Ya da bu yolculuğa seninle çıkmayı… Ama sen daha küçüktün. Belki Meryem olabilirdi. Ya da Mahmut. Ama onlarda beni hiçbir zaman anlamıyorlardı. Benim, bir geri kafalı olduğumu söyleyip duruyorlardı. Eski ve gereksiz şeyleri çok fazla düşündüğümü, bu gidişle zamanın bugününü ve ilerisini hiçbir zaman göremeyeceğimi savunup, beni yermeyi her zaman marifet gibi görüyorlardı…
Onun için onların odalarına girip bakma gereği hissetmedim. Çatılan kaşlarımın farkındaydım sadece. Hepsi bu…
Kasabadan, köye gitmek yaya olarak sadece yarım gün çekiyordu. Yol boyunca yanımda olması gereken biraz ekmek ve su bana yeterdi.
Çocukken dedemlere gittiğimizde bu yolu hep otomobille giderdik. O zaman; toprak yol olduğu için, arkamızda kocaman bir toz bulutu yükselirdi. Mola vermemiz gerektiğinde ise ya bir çeşme başında dururduk. Ya da ulu bir ağacın gölgesinde…
Tanrım! Ne kadar değişmiş buralar. Önceden bağ- bahçe olan yerlere şimdi, inşa edilen binalarla dolup taşmıştı.
Yolu takip etmek beni yordu niyeyse. Kestirme bir yol vardı buralarda. Hah işte şurada. Bu patikadan ilerlersem daha erken varabilirdim. Kekiğin keskin kokusu beni kendime getirmişti. Rüzgar ile birlikte ne güzel bir ikiliydi bunlar. Bunları çocukken toplar, demet yapar anneme verirdik. O da gölge bir yerde kurutur ve sonrasında yemeklere koyardı. Mutfağımız hep; kekik kokardı…
Şu kayalıkların yanında oyunlar oynardık. Üzerine çıkıp, karşı köylerden yükselen bacalardaki dumanları izlerdik. En çok duman hangi bacadan tütüyor? En çok evi görüp, kim sayabiliyor?
Bazen de ninemin bizi yemeğe çağırıp, çağırmadığını anlamak için, pencerenin pervazına kırmızı örtüyü asıp, asmadığına bakardık.
Uzak olduğu için, yemek hazır olduğu zaman bize seslenemezlerdi. Yemeğin hazır olduğunu ancak o şekilde anlardık.
Bu -yemek hazır haydi gelin- anlamına geliyordu. Oyumuzu yarım bırakır, doğruca eve koşardık.
Ya da çimenlere sırt üstü uzanır, mavinin içine karışmış bulutlara anlamlar yüklerdik. Birini bize gelen dilenci kadına, bir diğerini evi bekleyen karabaşa, bazen küçük bir kuzuya, bazen de papatyadan yapılmış bir taca benzetirdik. ..
Kayalığın üzerine doğru tırmandım. Garip bir duyguydu. Hafif artçılarla sallanmakta olduğumu hissettim. Bedenim garip bir gerginliğin içinde buluvermişti kendini. Kayalığın en üstüne çıktığımda hala titriyordum. Endişelerim birden bire çoğaldı. Ya dedemin evi yerinde yoksa? Eğer yerinde yoksa, o zaman çocukluğumda orada olmayacaktı. Gözlerimi bir türlü açamıyordum. İçimde ki bu korkuyu yenmeliydim. Bunun için ailemden izinsiz gelmemiş miydim ta buralara kadar? Birkaç kere derin, derin nefes alıp verdikten sonra, kollarımı iki yana bıraktım. Her ne olursa olsun, her şeye hazırlıklı olmalıydım.Gözlerimin kapaklarını kendime bile fark ettirmeden usulca açtım.
Karşı tepelere bakabiliyordum ancak. Çok sonra kaçamak bakışlar atarak başımı evin olduğu yere çevirdim. Yoktu işte ! Ev yerinde yoktu. Tıpkı dedem gibi o da yoktu!...
Çocukluğumun geçtiği, hatıralarımın olduğu, en güzel günlerimi yaşadığım o ev artık yoktu. Yoktu! Yoktu!...
Yine de oraya gitmeyi istedim. Buraya kadar gelmişken, her şeye rağmen oraya gitmeliydim. Biliyordum o da beni bekliyordu. Gözümden akan yaşlara rağmen yürüdüm, yürüdüm, sadece yürüdüm!...
Evin etrafını çeviren çitlerin dışındaydım. Yıkıntılar içindeki evin etrafında dönmeye başladım. Sonra çömeldim tam ön kapısının önünde.
“ Geçen yıl ki depremden sonra bu hale geldi. Yine de dayanıklıymış.O kadar eski olmasına rağmen; çoğu yeni binadan daha sağlam çıktı”
Koyunlarını otlamaya götüren bir çobandı bu. Tanıdık bir iz aradım yüzünde. Belki çocukken tanıdığım bir oyun arkadaşım olabilirdi. Yabancıydı. Tanımadığım biri.O uzaklaşana kadar arkasından baktım. Ta ki karşı tepeyi aşana değin.
Ev, girilmeyecek kadar harap olmuştu... Deyim yerindeyse; savaştan kalma gibiydi.
O gün yıldızlar gökyüzündeki yerlerini alana kadar, evin önünde oturup eski günlerimi yad ettim. Yüzümde uzun zamandır benim bile unuttuğum bir gülümseme, gözlerimde hiç bitmesini istemediğim beni ısıtan gözyaşlarım.
Biliyordum, çocukluğum beni gördüğü için mutluydu.
Tıpkı benim de onu görmekten mutlu olduğum gibi...
...
YORUMLAR
Cok güzeldi....Yüregi güzel Sultanim....
......................
Hep düşünmüşümdür…
Hani bir yolcunun evinden çıkarken, yine evine döneceği o zamanlar olacak mı diye?
Kaç eve uğrar?
Kaç köşeyi döner?
Ya da kaç mevsim geçirir, kendi içinde?
...................
Özlem (Sitem) dolu gönülün cosmasi... ve yinede gözyaslari arasinda vuslata kucak acmasi...
Selam .. sevgiler... saygilar