KARA YUSUF-XI
**
Ertesi gün saat dokuz buçuk sıralarında gelirler. Aynı yerde beklerler. Hemşire tanımıştır artık. Görür görmez Yusuf’a seslenir.
-Yusuf Gürer, Başhekim geldi. Senin raporunu bekletiyor. Kendileri de muayene edecekmiş. Ayrıca film de çektirmenizi istedi. Şimdi sizi bekliyor odasında. Gelin sizi götüreyim.
Karşı koridorun ortalarına doğru giderler. Başhekim yazan odanın önünde dururlar. Hemşire önden içeri girer. Arkasından Yusuf’u seslenir.
-Buyurun! Girin içeri.
Yusuf yavaşça içeri girer. Başhekim daha önceki doktorların sorduklarının aynısını sorar. Farklı olarak kulaklığını takarak Yusuf’un sırtından ve göğsünden kalbini dinler.
-Öyle kolay kolay gitmek yok. ‘Boğazım yanıyo’ demişsin. Seni ‘kulak, burun, boğaz’ doktoruna da göndereceğim. Sonra yazdığım filmleri dışarıda çektirip getireceksin. Ondan sonra raporunu onaylayacağım. Tamam mı?
-Tamam, komutanım!
-Şimdi seni hemşire ‘Kulak, Burun, Boğaz’ doktoruna götürecek. Çıkın şimdi dışarı.
Hemşire ve Yusuf birlikte çıkarlar. Hemşire ile Yusuf karşı koridora doğru yürürler. Yine doktorların bulunduğu odaya gelirler. Hemşire döner ve Yusuf’a seslenir.
-Ben birazdan bakar, sana haber veririm.
Yusuf, babası ve amcası yanında sessizce bekler. Hemşire içeri girer. Aradan bir süre geçer. Hemşire tekrar çıkar. Hiç seslenmeden koridorda ilerler ve biraz gittikten sonra sol tarafa dönerek kaybolur. Çok geçmez, döndüğü köşeden çıkar gelir hemşire. Yaklaşınca konuşur.
-Maalesef! Bekliyecez...
Hemşire tekrar içeri girer. Yusuf, Musa ve Hasan Ağa hiç konuşmazlar. Yavaşça dönerler, az ilerdeki oturaklara doğru yürürler ve otururlar. Saat on biri geçmektedir. Musa kendi kendine söylenir.
-Her halde öğleden sonuya galdıh...
Hasan Ağa bunun üzerine iki elini aynı anda yavaşça açarak kaldırır ve dudaklarını da hafifçe bükerek sessizce başını oynatır. Bu, ‘Ne yapalım? Bekleyeceğiz...’ anlamındadır.
Beklerler. Beklemekten başka çarelerinin olmadığını bilirler. Ama yine de hiç endişelenmezler. Sadece sabırsızlanırlar. Gerçekten saat on iki olmuştur ve hemşire ya da başka birisi bu sefer çağırmamıştır Yusuf’u. Çünkü, doktorların odasından saat on iki deyince yalnız hemşire çıkar ve kendilerine bakmadan karşı tarafa doğru yürür gider. Belli ki yemek vaktidir. Bu, en az iki, iki buçuk saat kadar bekleneceğini göstermektedir. Kendileri de kalkarlar ve dışarı çıkarlar. Hastanenin karşısındaki caddeye geçerler. Bir lokantaya girerler. Yemeklerini yerler. Yavaş hareketlerle caddede biraz gezerler. Sonra yine ağır adımlarla hastaneye girerler. Aynı yerde durup beklerler. Erken gelmişlerdir; hemşire kendilerinden sonra gelmektedir. Hemşire gelir gelmez gülümseyerek konuşur.
-Bekliyosunuz değil mi?..
Musa karşılık verir gülümseyerek.
-Evet, ya Hemşire Hanım. Gordüğün gib bekliyoh!
-Ben şimdi bi daha bakar, size haber veririm.
-Peki, Hemşire Hanım.
Hemşire odaya girer ve hemen çıkar. Sessizce koridora doğru yürür. Sol tarafa döner ve kaybolur. Aradan çok geçmez gelir.
-Doktor ameliyattaymış, Cuma günü yani yarın gelmeniz gerekiyor. Yapacak bir şey yok...Şimdi gidebilirsiniz. Şimdilik yapacak bir şey yok.
Musa atik bir şekilde öne atılır.
-Hemşire Hanım...
-Buyurun!
-Şey, Hemşire Hanım! Yusuf Gürer’in izni Cuma günü bitiyo. Yani birliğine gecikirse...
Hemşire durumu anlar. Gülümseyerek karşılık verir.
-Bak, amca bey! Bir kere hiçbir şey olmaz. Şimdi siz buraya dün giriş yaptırdınız mı, yaptırdınız. Hiç endişe edecek durum yok. Tamam mı? İsterse bir hafta geçsin, bir ay geçsin fark etmez. Buradan çıkış tarihi geçerlidir. Anlaşıldı mı? Şu anda Yusuf Gürer bu hastanede tetkik ve muayene ediliyor. Merak edecek bir durum yok. Siz rahatınıza bakın. Bu hastaneden ne zaman çıkarsa birliğine o zaman gidebilir. Belki de yine izin vereceklerdir, belli mi olur? Evet bu kadar...
-Peki, teşekkür ederim Hemşire Hanım. Sağ olun.
Hemşire Hanım içeri girer. Musa, Hasan Ağa ve Yusuf sessizce dışarı çıkarlar. Bir süre çarşıda ve caddelerde ağır ağır yürürler, gezerler. Sonra Ulus’a giden dolmuşlara biner, giderler.
Cuma günü sat dokuzda tekrar hastaneye gelirler. Yine aynı doktorların odasının önünde beklemeye başlarlar. Musa odanın kapısını yavaşça açar ve bakar. İçerde kimse görünmemektedir.
-Kimse yok Hasan Ağa!..
Yarım saat kadar sonra aynı hemşire görünür. Saat tam dokuz buçuktur. Hemşire iyice yaklaşır yaklaşmaz gülümseyerek konuşur.
-Doktor saat 10.00’dan sonra gelecek. Yukarıda vizite geziyor. Siz isterseniz dün verdiğim filmleri çektirip gelin.
Musa anlamaz bir tavırla karşılık verir.
-Film mi dediniz? Ne filmi Hemşire Hanım?..
-Ben size dün film çektirmeniz için,başhekimin istek kâğıtlarını vermedim mi?
Musa döner, yanındaki Yusuf’a bakar. Yusuf, hafiften dudağını büker.
-Öyle bir şey almadık Hemşire Hanım!
-Allah Allah! Durun bakıyım...
Hemşire başını önüne eğerek içeri girer. Birkaç dakika sonra tekrar çıkar. Hafiften gülümseyerek, elinde kâğıtlar seslenir.
-Kusura bakmayın. Size vermeyi unutmuşum. Masamın üzerinde kalmış.
Elindeki kâğıtları hemen yakınındaki Musa’ya uzatır.
-Bunları alın. En kısa zamanda olmasını istiyosanız dışarda çektirmeniz gerek.
Musa hemen müdahale eder.
-Dışarda şart mı Hemşire Hanım? Burda film çekilmiyo mu?
-Çekiliyo da, uzun sürer. Ben sizin için dedim. Ankara’da fazla beklemeyin, diye.
-Ne kadar zamanda çekilir Hemşire Hanım? Şey... Filmler dışarda çok tutar mı?
-Valla bir kere dışarda çektirirseniz çabuk çekerler. En Fazla iki günde çekerler. Ama ücreti onar liradan yirmi lira eder sanırım.
-Peki Hemşire Hanım, burda çekilse ne kadar sürer?
-Burada çekilirse size bir gün verirler. Belki bir hafta, belki yirmi gün, bir ay...belli olmaz.
-Hemşire Hanım! Bizim çok paramız da yok. Bi yardımcı olsanız da burada çektirsek...
-Peki, siz bilirsiniz. Ben sizi film kayıt odasına götürüyüm...
-Şey, Hemşire Hanım! Şimdi bugün Yusuf Gürer’in izni doluyo ya... Bundan sona geçecek gunlerden cezası olur mu?..
-Daha öncede söyledim ya bey amca, olmaz. Endişe etmeyin boşuna.
-Tamam o zaman. En iyisi burda çekilsin filmleri de.
Karşı koridorun en sonuna kadar Hemşire önde, Musa, Yusuf ve Hasan Ağa arkada giderler. ‘Film’ yazılı bir kapının önünde dururlar. Hemşire ve Musa birlikte içeri girerler. Hemşire film istek kâğıtlarını erkek görevli bir memura verir.
-Bunlar uzaktan geldiler. Çok beklediler. En yakın tarihi verebilir misin Tahir Bey?
Memur şöyle bir eline alır, inceler kâğıtları.
-Üç film ha! hepsine ayrı bir gün verecem.
-Sen gene de yakın tarih ver Tahir Bey.
-Bakacaz Sakine Hanım!
Memur hemen önünde duran bir kalın defteri açar. Ağır ağır yapraklarını çevirir.
-Üç filmdi, öyle mi? Şu ‘boğaz’ filmini önümüzdeki Pazartesi çekeriz. Sabah saat dokuz buçuk, onda hazır olunacak. İki ‘göğüs’ filmini de dokuz Temmuz... O gün sabah gelinecek. Sabah bi şey yemeden gelinecek. Tamam mı?
-Tamam. Teşekkkür ederiz Tahir Bey.
Tahir Bey, kâğıtların üzerine ayrı ayrı gün ve saatlerini de yazar, Hemşire Hanıma verir.
-Çok sağ ol, hemşerim.
-Sen de sağ ol!
-Hadi bey amca, dediğiniz oldu.
-Çok sağ ol Hemşire Hanım. Siz olmasaydınız işimiz zordu. Allah razı olsun sizden.
-Bi şey değil canım! İşiniz görüldü ya!..
-Evet! Gerçekten bu çok eyi oldu Hemşire Hanım.
-O zaman biz, şu ‘Kulah, Burun, Boğaz’ doktoruna da muayene ettirelim Yusuf Efendiyi. İşiniz bitsin burada. Beklemeyin...
-Tamam, Hemşire hanım. Siz nasıl isterseniz...
Hemşire Hanım ile Musa konuşa konuşa doktorların odasına gelirler. Hemşire Hanım odasına girer; Musa, Hasan Ağa ve Yusuf koridorda yine oturarak beklerler. Saat on bir olduğunda içeriye bir sivil kıyafetli, genç biri girer. Gayet serbest bir şekilde, sanki kendi odasına giriyormuş gibi...Onun girmesiyle hemşire arkasından Yusuf’u çağırır.
-Yusuf Gürer... İçeri gel!
Yusuf, amcası ile birlikte kapıya doğru yanaşırlar. Kapı açık durumdadır. Musa, başını az ileri uzatarak içeri bakar. Hemşire karşıdan görür görmez tekrar seslenir.
-Bey amca, sadece Yusuf Gürer girsin.
Musa gülümseyerek kendini geri çeker ve Yusuf’a yer verir. Yusuf içeri girer girmez, sonradan giren genç adam ayakta konuşmaya başlar.
-Yusuf Gürer sen misin?
-Evet Komutanım!
Yusuf alışkanlıktan herkese ‘komutanım’ diye karşılık vermektedir. Genç doktor gülümser.
-Demek altı ay hava tebdili aldın.
-Evet Komutanım!
-Peki. Aç bakalım ağzını. İyice aç. Aa de...
-Aaa...
Doktor, elinde kalem şeklinde bir aletle Yusuf’un ağzından boğazına doğru bakar.
-Bir şey görünmüyor ama bademcikler kaybolmuş. Bunun da pek önemi yok. Gene de bir film çekilmesinde yarar var. Zaten Başhekim Bey de gerekli görmüş... Hadi geçmiş olsun.
Yusuf soyunmamıştır bile. Hemen dışarı çıkar. Dışarı çıkar çıkmaz arkasından hemşire de çıkar.
-Sizin işiniz tamam Yusuf Gürer. Bu, ‘Kulak, Burun, Boğaz’ doktoruydu...Pazartesi günü film için geleceksiniz. Film kâğıtlarınızı kaybetmeyin.
Musa, hemen karşılık verir hemşireye.
-Peki Hemşire Hanım bitti mi şimdi işimiz?
-Bugünlük işiniz bitti amca.
-Peki, sağ ol Hemşire Hanım. Size iyi günler.
-Size de iyi günler.
Musa, Hasan Ağa ve Yusuf yavaş yavaş hastaneden çıkarlar. Bir süre çarşıda yürürler. Vakit öğle olmuştur. Ulus’a gitmeye karar verirler. Dolmuşa binerek Ulus’a giderler. Öğleden sonrayı, Ulus’u ve Gençlik Parkını gezerek geçirirler. Akşam olduğunda her zaman kaldıkları otele giderler ve geceyi burada geçirirler. Sabah olduğunda denilen saatte tekrar üçü de hastanede olurlar. Bu sefer aynı hemşireye rastlayamazlar. Ellerindeki kâğıdı danışmaya gösterir Musa. Görevli eliyle işaret ederek tarif eder röntgen çekilen yeri. Musa, gülümseyerek başını sallar.
-Tamam, anladım hemşerim. Çok sağ ol!
Musa, gerçekten anlamıştır ve hatta hatırlamıştır. Dün hemşire kayıt ettirmişti tarif edilen yeri. Hızlı adımlarla yürür. Kayıt eden adam, dünkü adamdır. Kâğıdı alır ve hemen Yusuf’u içeri alır. Film üç beş dakika içinde çekilir. Görevli memur filmi çektikten sonra Yusuf’a seslenir.
-Çarşamba günü filmi alırsınız. Aldığınız zaman da muayene olduğun doktora göstereceksin. Tamam mı?
-Tamam.
-Şimdi gidebilirsin.
Yusuf sessizce dışarı çıkar. Dışarda babası ve amcası merakla karşılarlar.
-N’oldu Yusuf? Çabuk çıktın!..
-He, emmi! Sadece boğazımdan film çekti. ‘Çarşamba gunü gelip filmi alacanız. Ordan da dohtura gosterecaniz’ dedi.
-Neyinen çektiler Yusuf?
-Şey, ağa! Ceyranlı bi makineydi. Boğazıma eyice dayattı. ‘Heç kıpırdamadan dur’ dedi. Ondan sona da ‘Tamam. Geçmiş olsun. Bitti’ dedi. Bu kadar ağa.
-Hadi bahalım, geçmiş olsun oğlum! Bitti o zaman işimiz Musa.
-He, Hasan Ağa, bitti galiba. Bizim yapacamız bi şey yok bugünlük. Dokuz Temmuzda tekrar gelecik.
-Hadin gidan o zaman.
Birlikte hastaneden dışarı çıkarlar. Sabah vaktidir daha. Bu kez işleri erken bitmiştir. Bir kahveye giderler. Otururlar bir saat kadar. Sonra Musa, Hasan Ağaya seslenir.
-Hasan Ağa!
-Buyur!
-İkimiz de Ankara’da galmasah...Ben, burda galıyım. Hatta Yusuf’unan İstanbul’a gadar gediyim. Sen, koye getsen... Nasıl olur?..
Hasan Ağa önce Yusuf’un gözlerine bakar. Arkasından hafifçe gülerek karşılık verir.
-Öyle mi etsek diyon?
-He ya, Hasan Ağa! Şimdi biliyon, iş guç zamanı. Çocuklar guççük. Başlarında birimiz olmazsa, biliyon heç bi iş beceremezler.
-Peki. Öyle olsun. Ben gediyim bari. Sen Yusuf’unan gal. Ben işleri hallederim.
-Sen ne dersin Yusuf?
-Doğru söylüyon emmi. Ağam koydeki işleri halleder. Hem fazla masraf etmiyek derim, emmi.
-Tamam, bu işte oldu. O zaman hadin gahalım. Ulus’a gidelim. Orda garnımızı doyururuh. Sona da Hasan Ağamı garajlardan yolcu ederik...
Kalkarlar, bir dolmuşa binerler. Doğruca Ulus’a giderler. Öğle yemeklerini yedikten sonra garajlara doğru yürürler. Garajlara geldiklerinde Musa birdenbire fikir değiştirir.
-Yahu Hasan Ağa! Dokuz Temmuz daal miydi filmin gunü.
-He, öyleydi.
-Hasan Ağa, o zaman daha on beş, on altı gun var film çekilmeye...
Hasan Ağa birden anlamaz. Boş boş bakar. Sonra anlamadığını söyler.
-Başka n’apacanız Musa?
-Hep beraber gidelim Yozgat’a Hasan Ağa. On beş gun burda galıp masraf edecamize koyümüze giderik, daha eyi olmaz mı?
Bu, Yusuf’un çok hoşuna gider. Yüzünün tebessüm edişi, onun bu fikre sevinmesini belli eder. Musa, döner ve Yusuf’a da seslenir.
-Ne dersin? Gidek mi Yusuf?
-Nasıl istersen emmi? Burda çok para harcarıh diye düşünüyom ben de. Sen en eyisini biliyon emmi.
Hasan Ağa da bu görüşe çok sevinir.
-O zaman hadin, hep beraber gidaan.
Üç bilet alırlar Yozgat’a. Saat 14.00’da garajlardan hareket ederler. Akşama doğru Yozgat’a gelirler. Oradan da durmadan bir taksi tutarlar köye gelirler. Sekiz Temmuza kadar köyde kalırlar.
Sekiz Temmuz sabahı köyden Ankara’ya doğru tekrar yola çıkarlar. Bu sefer iki kişilerdir. Hasan Ağa yoktur aralarında. Çünkü, işler kızışmıştır. Ekinler yetmiştir. Kuzular, koyunlar... Her iş için aklı başında biri gerekmektedir. Onun için Hasan Ağanın kalması zorunlu olur. Hasan Ağa hiç itiraz etmez, kalır. Musa ile Yusuf her zaman olduğu gibi kamyonla Yozgat’a gelirler. Saat 10.00’da otobüse binerler, Ankara’ya giderler. Akşamı Ankara’da gezerek ve daha çok Gençlik Parkında geçirirler. Önceden kaldıkları otele giderler ve geceyi burada geçirirler.
Sabah olduğunda Dokuz Temmuzdur. Erken kalkarlar. Saat altı buçuktur. Otelin ikinci katından aşağı inerler. Doğruca dolmuş durağına yürürler. Yusuf, amcasına seslenir.
-Emmi!
-Buyur Yusuf!
-Bi lohantıya getseydik...
-Olur mu Yusuf! Unuttun mu?.. Aç gidecadin ya!..
-Şey, emmi! Ben senin için dediydim...
-Beni boş ver Yusuf! Zaten sabah sabah bek bi şey yenmiyo. Hele sen şu filmleri bi çekin... Birlikte yerik sona.
Ulus’tan dolmuşa binerler. Gidecekleri yer dolmuşla yarım saat kadar sürmektedir. Ama sabah bu saatlerde yol tenha olduğundan daha az sürede Mevkî Hastanesine gelirler. Bu saatlerde hastaneye giremezler. Kapıda görevli olan nöbetçi asker sekizden önce gelmemelerini söyler. Onlar da sekize kadar mahalle içindeki bir kahveye giderler, otururlar. Musa iki bardak çay içer. Yusuf ise sadece oturur ve bekler. Kendi aralarında konuşurlar. Saat sekiz deyince kalkarlar. Görevli nöbetçi asker durdurur ve ne için geldiklerini sorar. Musa Yusuf’un film kâğıdını gösterir. Nöbetçi asker uzanır, kâğıdı alır ve bakar.
-Tamam. Şöyle geçin!
Asker üst araması yapar. Arkasından izin verir.
-Buyurun! Geçebilirsiniz.
-Sağ ol, asker ağa!
Yusuf ve Musa ağır adımlarla hastaneye girerler. Her zaman olduğu gibi ilk muayene olunan doktorların odasına doğru giderler. Sonra tekrar dönerler, film çekilen yere giderler. Film için gün veren adamın yanına giderler. Ortalıkta kimse yoktur. Odanın kapısı açık ama içerde kimseden ses seda gelmemektedir. Koridorda beklerlerler öylece. Saat sekiz buçuk olduğunda görevli birisi film odasına girer. Arkasından Musa da girer. Bu, daha önceki adam değildir. Ama orada bir görevli olduğu odaya girip ve masanın başına geçmesinden anlaşılır. Musa, elindeki Yusuf’un istek kâğıdını uzatır.
-Hayırlı sabahlar! Film çekilecekti de...
Görevli adam kâğıdı alır, kısa bir an inceler. Sessizce masanın üzerine koyar. Masanın yan tarafında duran kalınca bir deftere uzanır, açar. Sayfaları çevirir. Sonra bir yerde durur; elini çeker. Kolundaki saatine bakar.
-Tamam Beyefendi! On, on beş dakka bekleyin. Zaten ilk sizi alacağım...
-Sağ ol hemşerim!
Musa, döner ve sessizce dışarı çıkar. Yusuf’la koridorda beklerler. Sırtlarını duvara yaslayarak sessizce konuşurlar. Bu sırada içerden bir ses gelir.
-Yusuf Gürer, içeri gir!
Musa önde, Yusuf arkada girerler.
-Üst tarafını hep çıkar, bekle.
Yusuf soyunmaya başlar. Musa, Yusuf’un yanındadır. Görevli memur hiç seslenmez. Musa kendi başına Yusuf’a yardım eder. Yusuf’un çıkardığı giysileri bir bir eline alır ve kapının hemen kenarında sessizce bekler. Yusuf iki kez makinanın altına yatar.
-“Nefes alma... Kıpırdama... Şöyle dur...”
Görevli memurun emrini asker disiplini davranışı ile aynen yerine getirir. İki film istenmişti; memur sanki ikişer, üçer film çeker. İki film için yarım saate yakın bir zaman geçer. Çekim işi bittiğnde memur Yusuf’a giyinmesin söyler. Musa yardım ederek Yusuf giyinir. Memur, filmlerin kutularını üst üste masanın üzerine koyar ve döner.
-Filmler ayın on ikisinde çıkar. O zaman gelip alacaksınız ve doktorunuza göstereceksiniz. Tamam mı?..
-Tamam, hemşerim. Sağ ol!
-Şimdi gidebilirsiniz.
-Saat kaçta gelelim?
-Saat önemli değil! Siz o zaman doktorunuzu görün; önemli olan o. Sabahtan hazır olabilir de...
-Peki, teşekkür ederik hemşerim. Sana eyi günler.
-Size de iyi günler.
Ağır adımarla dışarı çıkarlar. Bugün ayın dokuzu...İki gün daha kesin kalacaklar. Hiçbir yere uğramazlar. Ulus’a gitmek için dolmuş beklemeye başlarlar. Şu anda yapacakları başka bir şey de kalmamıştır. Beklemek, beklemek, beklemek...Sanki bir görev olur, bir iş olur beklemek. Belki de Musa’nın dediği gibi, ‘kader’ olur beklemek. Ne olursa olsun, ne derse densin beklemekten başka çare yoktur. Bu düşüncelerle dolmuşa binerler ve Ulus’a gelirler. Sabahın etkisi üzerlerindedir. İyice acıkırlar. Hemen bir lokantaya girerler. Kahvaltılarını yaparlar.
Saat daha 10.30’dur. Birbirlerine bakışırlar; gülümserler. Yusuf, amcasının yanında olmasından çok mutludur. Amcası ne zaman bir şey teklif etse, bir isteğini sorsa önce sükût eder; arkasından da her zaman olduğu gibi yine amcasına bırakır.
-“Sen bilin emmi... Sen nasıl istersen emmi... Bilmem, sen eyi bilirsin emmi...”
Hep amcasına geri havale eder isteklerini, yapılacaklarını...Amcası da kafasına göre en uygun olan neyse alır, verir, satar...Yusuf bundan hiç rahatsızlık duymaz.
-“Emmim olmasa ben ne yaparım? Heç bi iş beceremem buralarda...”
İçin için sevinir, gülümser. Amcasının kendisini çok sevdiğini bilir. Kendisi de amcasını çok sever.
İki gün, iki geceyi daha Ulus’ta aynı otelde geçirirler. Ayın on ikisi sabahı olduğunda bu sefer acele etmezler. Her zaman en geç saat altı ya da yedi deyince kalkarlardı. Şinmdi ise bile bile dokuza kadar otelde kalırlar. İyice uykularını alırlar. Saat 10.00’u geçerek dolmuşa binerler, Ulus’tan Mevkî Hastanesine hareket ederler. On bir sıralarında röntgen filmlerini alırlar. Önceden ilgilenen hemşirenin yanına varırlar. Musa odanın kapısını yavaşça çalar, içeri girer. Hemşire masanın başında oturmaktadır. Görürü görmez tanır ve gülümseyerek konuşur.
-Buyurun amca! Siz daha burda mısınız?
-Biliyosun Hemşire Hanım, film için gun verilmişti ya!..
-Ha, tamam. Ne oldu? Çekildi mi?..
Musa, elindeki kalın zarfı gösterir.
-Bugün aldık Hemşire Hanım. Dohtora gosterecamişik...
-Tabi tabi. Doktor görecek. Zaten önemli olan da filmler...
Hemşire kolundaki saate bakar.
-Saat, on bir de olmuş...Doktorlar bu saatten sonra da pek gelmezler. Gene de bekleyin ama...Öğleden sonra gelirseniz mutlaka görürler. Hem başhekim de görecek zaten. Başhekim öğleden sonra bakar!
-Biz biraz bekliyelim. Olmazsa öğleden sonra geliririk Hemşire Hanım.
-Nasıl isterseniz!
Musa kapıdan dışarı çıkar. Yusuf’la koridorda yavaş yavaş yürürler. Saat on ikiye yaklaşıncaya kadar koridorda ileri geri giderek vakit geçer. Sessizce hastanenin dışına çıkarlar. Saat 13.30’da tekrar hastaneye girerler. Hemşirenin yanına varırlar. Hemşire yeni gelmiştir.
-Dışarda bekleyin, şimdi nerdeyse gelir doktorlar.
Musa kapının hemen eşiğindedir.
-Peki Hemşire Hanım!
Çok geçmeden içeri iki doktor birlikte gelir, girerler. Doktor oldukları bellidir. İçeri girer girmez hemşire oturduğu yerden yavaşça seslenir.
-Yusuf Gürer, içeri gel.
Önce Musa hemen hareketlenir; arkasından Yusuf...
-Doktor Beyler geldi. Filmlerle beraber içeri girin.
Musa ve Yusuf sessiz bir şekilde içeri girerler. Doktorlar oturmuş vaziyetteler. Birisi sorar:
-Ne istiyorsunuz?
-Filmler, Doktor Bey!
-Ver bakıyım!
Doktor ayağa kalkar. Pencereye doğru gider. Birkaç parça halinde çekilmiş olan filmleri, tek tek ışık gelen yere doğru kaldırarak bakar, inceler. Sonra elindekileri gider masanın üzerine koyar.
-Evet! İyi, çok iyi... Önemli bir şey yok. (Yusuf’a döner) Var mı bi ağrın, iştahsızlığın filân...
-Yoh Komutanım!
-İyisin, değil mi?
-Eyiyim Komutanım!
-Peki, güzel. Şimdi bu filmleri al, doğru Başhekimin yanına... O da görecek, ondan sonra rapor yazılacak. Tamam mı?
-Tamam Komutanım!
-Çıkabilirsiniz. Geçmiş olsun!
-Sağ olun Komutanım!
-Sağ olun Doktor Bey!
-Güle güle...
Gayet yavaş hareketlerle odadan çıkarlar. Girişte hemşireyle karşılaşırlar. Musa gülümseyerek hemşireye konuşur.
-Hemşire Hanım! Başhekimle görüşecamişik... Yerinde midir acaba?
-Burda işiniz bitti mi?
-Evet. Bitti, Hemşire Hanım!
-İyi. Bi şey kalmadı demektir. Başhekim şimdi yerindedir. Yerini biliyorsunuz. Sekreteri var. Ona varın, ‘Bizi görecekti kendileri’ deyin, alır içeri.
-Peki, Hemşire Hanım!
-Orada işiniz bitince geri buraya geleceksiniz.
-Tamam, Hemşire Hanım.
Musa ve Yusuf koridorun ilerisinden bir kat yukarıya çıkarlar. Başhekimin odasına girerler. Sekreter karşılar.
-Buyurun!
Musa, elindeki film zarfını masanın kenarına yavaşça koyar.
-Başhekim filmleri görecadi...
-Öyle mi?..
Sekreter yerinden kalkar ve iç kapıdan başhekimin odasına girer. Geri geldiğinde içeri girmelerini söyler. Musa ve Yusuf yavaş adımlarla içeri girerler.
-Verin bakalım filmlerinizi.
-Buyurun efendim!
Başhekim de, pencere tarafına döner. Filmleri tek tek ışığa çevirerek bakar, inceler.
-Başka doktora uğradınız mı?
-Evet efendim! Uğradıh.
-Ne dediler?
-‘Bi şey yok. Eyi gorünüyo’ dediler.
-Evet! Çok iyi...Bi şeyin yok asker. Askerliğe devam... Anlaşıldı mı?
-Anlaşıldı Komutanım!
-Annen sana çok iyi bakmış...
Yusuf, başhekimin gülümseyerek söylediği bu lâf üzerine utanır ve başını aşağı eğer. Karşılık veremez. Amcası, başhekimin bu hoşgörülü davranışı karşısında kayıtsız kalmaz. Kıpırdanır, hafifçe burnunu çeker ve Yusuf’un adına karşılık verir.
-Çok eyi bildiniz Başhekim Bey! Annesi, ebesi, hanımı, yengesi ve bacıları, bütün akrabalar, komşular... Sağ olsunlar eyi baktılar yiğenime.
-Evet! O kadar çok seveni olursa bi insanın, hastalığın feleği şaşar. Neyse şimdi durum çok iyi. Askerliğine engel bir durumu yok. Öyle görüyoruz. Ben raporunun hazırlanması için talimat veriyorum. Siz aşağıdan raporu alırsınız. Anlaşıldı mı?
-Annaşıldı Başhekim Bey.
-Geçmiş olsun! Bundan sonra da kendine dikkat edeceksin. Tamam mı asker?
-Tamam Komutanım!
-Çıkabilirsiniz.
-Çok teşekkür ederiz efendim!
-Güle güle.
Yavaşça sekreterin bulunduğu yere geçerler. Sekreter oturduğu yerden konuşur.
-Şimdi doğruca geldiğiniz yere gideceksiniz. Şu filmleri de ordaki hemşireye teslim edeceksiniz. O, gerekeni size söyleyecek. Buyurun, gidebilirsiniz.
-Sağ olun, Hemşire Hanım.
Yavaş hareketlerle aşağıdaki hemşirenin yanına varırlar. İçeri girerler.
-Ne oldu? Vardnız mı Başhekimin yanına?
Musa gülümseyerek konuşur.
-Ordan geliyoh Hemşire Hanım. Başhekim bahtı, inceledi. ‘Çok eyi’ dedi. Buruya gonderdiler. Bunları da size bırakmamızı söyledi Sekreter Hanım.
-Evet! İşiniz bitti sayılır artık. Ben doktorların kararlarını ve inceledkleri filmleri bir araya getireceğim. Sonra da rapor için geri sekreterine vereceğim. Yarın öğleden sonra bir uğrayın.Olmaz mı?
-Peki, Hemşire Hanım! Siz nasıl isterseniz!.. O zaman biz şimdi gidek mi?
-Gidebilirsiniz şimdilik.
-Hadi size eyi günler Hemşire Hanım!
-Size de. Güle güle...
Yavaş yavaş hastaneden gene çıkarlar. Gene bir dolmuşa binerek Ulus’a giderler. Kaldıkları otele gidip akşam için yer ayırttırırlar. Sonra Ulus’un içinde akşama kadar gezerler. Artık Ankara’ya iyice alışırlar. Hiç acele etmezler. Her şeyde ağırdan ağırdan aldırırlar. Yusuf’un İstanbul’a gitmesinde, askerliğinde endişe edecek bir durumun olmadığını öğrendikten sonra rahat hareket ederler.
13 Temmuz günü öğleyin yemeklerini Ulus’ta bir lokantada yerler. Dolmuşa binerler ve hastaneye giderler. Saat 14.00 oluncaya kadar içeri girmezler. Girdiklerinde doğruca hemşirenin yanına varırlar. Musa içeri teklifsiz girer. Hemşire görür görmez konuşur.
-Evet! Rapor hazırlandı ama Başhekim onaylayacak. Bir toplantıya gitti. İki saat sonra gelecekmiş.
-Öyle mi? (Usulca yeleğinin cebindeki köstekli saatini çıkarır, bakar.) Dördü geçene gadar bekliyecez... Bugün alabilir miyik?..
-Alırsınız. Merak etmeyin. Her şey hazır. Başhekim kendi eliyle rapora 15 Temmuz tarihini attı. İstanbul için herkese iki, üç gün ileri tarih veriyo. Acilen telefon geldi, odasına çıkmadan arabayla gitti. Rapor, odasında bekliyo.
-Biz şöyle dışarı çıkıp gelelim o zaman.
-Tabi. Siz gezip gelin, Bey Amca.
Saat 14.00 olmadan hastaneye girerler. Hemşirenin odasının önünde beklemeye başlarlar. Hemşire o anda odasında yoktur. Bir müddet sonra elinde bir dosya ile görünür. O ilk göründüğünde açık bir şekilde gülümser. Sanki tanıdık birisine müjde verecekmiş gibidir. Yaklaşır yaklaşmaz konuşur.
-Gelin bakalım...
İçeri girer. Arkasından Musa ve Yusuf girerler. Masasının başına geçer. Elindeki dosyayı ayakta açar. İçinden iki kâğıt çıkarır.
-İşte raporun Yusuf Efendi. Şunu alıyosun. Şunu da imzalıyosun.
Yusuf’a bir kalem uzatır ve gösterdiği yeri imzalattırır. Musa hemen araya girer.
-Şimdi tamam mı, Hemşire Hanım?
-Evet. Tamamdır. (Elindeki kâğıda bakar) Bak, dediğim gibi 15 Temmuzda çıkış yapılmış oluyor. Gördünüz mü? Yani Başhekim size iki gün izin vermiş oluyo. Ne güzel, rahat rahat gidersiniz İstanbul’a. Tamam şimdi. Gidebilirsiniz artık.
-Hemşire Hanım her şey için teşekkür ederik. Bize çok yardımcı oldunuz. Çok sağ olun. Hadi, hoşça kalın. Hayırlı günler.
-Size de iyi günler Bey Amca. Geçmiş olsun! Hayırlı teskereler Yusuf Efendi! Güle güle gidin.
-Sağ ol Hemşire Hanım! Allahaısmarladık! Hayırlı günler.
Odadan çıkar çıkmaz Musa, Yusuf’un elinden raporu alır. Koridorun duvarına yaslanır ve yavaş sesle okumaya başlar:
Mevkî Hastanesi
ANKARA
RAPORDUR.
HASTANIN
Adı :Yusuf
Soyadı :Gürer
Baba Adı :Hasan
Ana Adı :Rabia
Doğduğu Yer :Yozgat-Bişek Köyü
Doğum Tarihi :03.3.1934
İşi :Asker(Topçu Er)
Birliği :İstanbul 66.Tümen Komutanlığı
“Yukarıda açık kimliği ve birliğine ait bilgileri yazılı er Yusuf Gürer’in, İstanbul-Gümüşsuyu Askerî Hastanesinden aldığı 05.01.1955 gün ve 28330 sayılı raporu ile altı ay hava tebdili izni verilmiş ancak, 04.6.1955 tarihinde hastanemize müracaat etmiş, ayakta muayene, tetkik ve tedavileri yapılmış olup, birliğine sevkine mâni halinin olmadığı görülmüştür. 15.7.1955”
15 Temuz 1955
Baştabip Doktor Doktor
Musa, raporu okuduktan sonra, kâğıdı ikiye katlar ve Yusuf’a verir.
-Hadi geçmiş olsun Yusuf! Bunu eyice sakla. Artıh İstanbul’a yol goründü.
Musa ve Yusuf yine yavaş hareketlerle hastaneden çıkarlar. Giderek Mevkî Hastanesinden uzaklaşırlar. Kendilerini birden yine Ulus’ta bulurlar. Saat beş olur. Musa gülümseyerek Yusuf’a seslenir.
-Ne dersin Yusuf? Artıh askerlik yeniden başladı. Hemen mi gidek, yosam yarin mi?..
Yusuf bu sefer hızlı bir şekilde cevap verir amcasına. Çok rahattır. Morali yerindedir. En azından doktorlar onun hasta olduğunu söylememişlerdir. Bundan dolayı çok sevinir.
-Emmi, sen gine eyi bilirsin de, aşam yolculuk yapmasah... Nasılsa gunüm var...
-Ben de senin gibi düşündüm Yusuf. Bugün gene şöyle başbaşa bi güzel gezer, eyice bi uyuruh. Allah izin verirse yarin İstanbul’a hareket ederik.
-Tamam emmi!
-Gel o zaman Gençlik Parkına doğru gidek.
-Gidek emmi!
Yan yana ve ağır adımlarla yürüyüp giderler. Bir yandan da konuşmaya devam ederler.
-Her işimiz rast getti... Daal mi emmi?
-Öyle Yusuf!
-Emmi!
-Buyur Yusuf!
-Sen İstanbul’a heç geldin mi?
Musa, ceketini çıkarır. Otobüsün üzerindeki eşya konacak yere büker, kor. Kollarını bileğinin yarısına kadar sıvar ve başını koltuğa yaslar. O vaziyette, hafifçe gülerek karşılık verir. Bu sırada Ankara’yı çıkarlar, İstanbul yoluna girerler. Şöyle bir burnunu çeker.
-Gençliğim orda geçti be!..
Yusuf bu lâfa inanmaz bir şekilde güler. Amcasına döner.
-Ne zaman geldin emmi? Ben heç duymadım?..
-Sen nerden bilecan oğlum! Ohumaya gelmiştim...
-Ohumuya mı? Ne zaman, emmi?..
-Ohumaya ya! Ağam ırahmetlik yolladıydı. Üç ay kadar kaldım... Sen daha doğmamıştın.
Musa, aniden susar ve bir an içini çeker. Bu, Yusuf’un hem daha çok dikkatini çeker hem de merakını artırır.
-Niye öyle içini çektin emmi?
-Anam!.. Ah anam, ah!..
Yusuf daha da meraklanır.
-Ebem naaptı emmi?
-Bu eben var ya, eben! Gulakları çınlasın!.. Ağamın başının etini yemiş. “Ben Musam’ı istiyom. Dayanamıyom Musam’a...” demiş durmuş. Ağam ırahmetlikte gızar... Geldi, götürdü beni. Yaa!..
-Bunda ne var emmi? Ebem hahlı. N’apacaktın yalınız başına İstanbul’da?..
-Bah işte, sen bile annıyamadın Yusuf. Olur mu?.. Şimdi ben ohusaydım, böyle mi olurdum?.. Vali olurdum... Müdür olurdum... Belki mebus olurdum. Ohumuş adam başka oğlum!
-Hahlısın emmi! Biz de eyi bi işe girerdik, daal mi emmi!
-Tabi ya!.. Gısmetimiz, koye kâyâlıh etmamiş.
-Sen böyük adam olursun gene, emmi!
-Böyük adam olmah öyle golay mı Yusuf? Artıh ohumak gerekiyo. Ya da çok zengin olacan; açılacaksın dışarılara. Biz ise çahılıp galıyoh koye. Cesaretimiz yoh bizim. Ağamızdan, dedemizden nasıl aldıysah öyle devam ediyoh canım! Koy yerinde bek gıymet bilinmez oğlum. Ohuyan yoh, cahil çoh...Söylersin, ‘ya unuttuh’ derler ya inadına tersini yaparlar. En yahının bile eyilik bekler. Yapamazsan sırtını döner. Ağam öyle derdi, dedem de öyle dermiş. İşte benim garibime giden de bu Yusuf. Adamlar hem ahıl veriyolar hem de başta gendileri çahılıp galmışlar koyde. Eyilik yapmaya devam etmişler. Ee, bize de eyilik yapmahtan başka ne düşer!.. Biz de böyle devam ettirecik Yusuf! Başka yapacamız var mı?..
-Öyle emmi! Çok hahlısın!..
Bu konuşmanın üzerine bir müddet konuşmazlar. Musa, başını koltuğa iyice yaslar. Hafiften gözlerini yumar ve sessizce durur. Yusuf, amcasını bu durumda görünce, o da sessiz olmayı düşünür. Amcasının uyumak istediğini düşünür. Rahatsız etmek istemez. Pencere tarafında oturan amcasına gülümseyerek bakar. Otobüsün içinde yirmi kadar yolcu vardır. Yarısı boştur. Bir sessizlik çöker yol uzadıkça. Yusuf, ikide bir döner amcasına bakar; doyamaz sanki. İçinden çok şeyler geçer. Neler söyleyecektir, neler soracaktır, neler konuşacaktır ama amcası gözlerini yummuştur. Bekler; sanki çok kıymetli bir varlığın başında nöbet tutuyor gibi sabırla durur.
Otobüsün sesi içindekilere giderek bir ninni gibi gelir. Küçük çukur ve kasislerde bile aldırmaz uyuyanlar. Ancak bir sert firen yapıldığında, bir bozuk yola girildiğinde ya da bir acı korna çalındığında kıpırdanmalar hatta uykusu kaçanlar oluverir. Başlarlar o zaman yanındakilere sorular sormaya:
-‘Neriye geldik?.. Burası nere?.. Saat kaç?..
Musa’da dalmıştır bir süre. Otobüsün sallaması esnasında uykusu kaçar.
-Epey geldik herhal Yusuf!
-Geldik emmi. Emmi, ben buraları bilemiyom...
Musa, dikkatlice bakar pencereden. Başını yukarıya doğru bir kere kaldırır, indirir.
-Ben de bilemedim Yusuf! Saat kaç acaba? (Yeleğinden köstekli saatini çıkarır.) Pek fazla da olmamış daha. Yarım olmuş. Birazdan mola verirler herhalde. Bolu’ya gelmediğimiz belli.
-Orayı ben de biliyom, emmi.
Çok geçmeden otobüsün muavini önde dikiliverir. Onun dikilmesyle beraber otobüste hızını yavaşlatır.
-‘Sayın yolcular! Yarım saat yemek ve ihtiyaç molası veriyoruz.’
Otobüs, muavinin kısa konuşması üzerine yoldan çıkar ve sağ tarafa dönüverir. Otobüsün dönmesiyle anlaşılması güç bir ses yankılanır hemen. Sadece
-‘...Hoş geldiniz...’ ifadesi birazcık anlaşılır.
Burası, ‘Özkardeşler Dinlenme Tesisleri’dir. Musa ve Yusuf ağır adımlarla lokantaya girerler. Yemeklerini yerler. Arkasından yan taraftaki çay ocağına geçerler. Birer bardak ta çay içerler. Musa, arkasından bir sigara yakar. Sigarasını içmeye başlayınca otobüsün hareketi anons edilir. Yavaşça kalkarlar, otobüse binerler. Uzun ve derin yolculuk tekrar başlar. Bir müddet sessizce giderler. Yusuf fazla dayanamaz ve konuşur.
-İstanbul çok böyük emmi. Ben bi kere Eminönü’ne geldim, bi kere de Aksaray’a. Başka heç bi yere getmedik daha emmi.
-Bilemezsin tabi yiğenim! Daha ne oldu? Ne askerlik yaptın? Hele biraz gal... İzin verdiklerinde Üsküdar’ı bile gezersiniz.
-Ben İstanbul’u heç merah etmiyom emmi. Başka arhadaşlar var, ‘İstanbul’da ya bi evim olsa, ya bi işim olsa’ deyip duruyolar. Benim içimden gelmiyo İstanbul’da galmak emmi.
-Sen de bize çekmişsin. Uzahlığa dayanamıyoh bizler. Sahi ev dedin de ne ahlıma geldi Yusuf, biliyon mu?
-Ne geldi ahlına emmi?
Musa bir an durur ve gülümser. Yusuf merakla bekler.
-Bizim İstanbul’da evimiz var Yusuf!
Yusuf, önce aldırmaz. Sonra amcasının şaka da olsa bu sözüne karşılık vermek ister.
-Ne evi emmi? Ev mi aldınız?..
Musa yarı sesli biçimde güler.
-Ev ya! Hem de Eminönü’nde, yalı...
Yusuf, amcasının kendisiyle eğlendiğini düşünür.
-Yalı almah golay mı emmi? Bizim koyün daal, belki Yozgat’ın gucü yetmez...
-Doğru. Hahlısın yiğenim. Emme biz almadıh, deden almış Yusuf.
-Dedem mi? Nasıl almış? Gerçek mi söylüyon emmi?..
-Gerçek tabi. Ben yalan söyler miyim?
-Eyi de emmi, ben heç duymadım!..
-Duymazsın oğlum. Biz de sonadan duyduh. Duyduğumuzda da iş işten geçmişti.
-Nasıl iş işten geçmiş emmi?!..
-Bah anlatıyım Yusuf! Deden de senin gibi İstanbul’da askerlik yapmış. Ama zabit oalarah. Yani bir çeşit subaymış. Yusuf İzzettin Paşanın yaveriymiş. Neyse, bir gun Yusuf İzzettin Paşa ölür. Ölmeden evvel dedene Eminönü’ndeki yalılarını bağışlamışlar. Tabi ki bu bağış Yusuf İzzettin’in annesinin ısrarı üzerine yapılmış. Yani senin annıyacan hem Yusuf İzzettin Paşa hem de annesi dedeni çok sevmişler. Tapusuyla birlikte koca ‘yalıyı’ vermişler. Tapusu hâlâ durur. Durur emme Cumhuriyet gurulduhtan sona Atatürk, Osmanlının tapularını, yenilemek şartıyla, iptal etmiş. Deden de hem yenilememiş hem de İstanbul’dan temelli gelirken bi arhadaşına ‘sen otur’ demiş, verip gelmiş.
-Tapusu var mı dedin emmi?
-Var da, işe yaramıyo artıh Yusuf. Şimdiki ganunda Arapça tapular, Osmanlıca tapular geçerli daal artıh.
-Olmaz mı gaylin emmi?..
-Olmaz ya, aslanım! Ganunda belli bir süre geçincek, kim oturuyosa mülk onun sayılıyo. Adamlar hahlı olarah, deden sahip çıkmayınca yeni tapuya gore üstlerine geçirmişler. İşte, böylece iş işten geçmiş oldu Yusuf!
-Vay be! Şu dedemein işine bah! Şu yalı şimdi olsaydı, ne eyi olurdu! Daal mi emmi?
Musa, Yusuf’un bu sözü üzerine güler.
-Niye gülüyon emmi?
-Gülüyom tabi Yusuf! Biraz önce ‘İstanbul’u sevmiyom, İstanbul beni sıkıyo...’ gibi lâflar ediyodun da...
-Ee, emmi! Bi yalımız olsaydı iş başka olurdu o zaman. Biz de belki o zaman İstanbullu olurduh. İstanbul’da böyürdük belki de. Öyle daal mi emmi?
-Öyle yiğenim, öyle...Nasip, gısmet diye buna derler işte. Bunlar bizim için hep alın yazısı... Maalesef, birer birer yaşıyacaz bunları.
Yusuf bir an konuşmaz, öylece pencere tarafına gözünü kırpmadan hayli bakar. Musa’da sessiz kalır. Bir süre ikisi de başlarını koltuğa iyice yaslayarak kendi âlemlerine dalarlar. Derin düşüncelerle İstanbul’a adaım adım yaklaşırlar. Bir müddet gittikten sonra otobüs hep yüksek tırmanmaya başlar. Bu, otobüsün hem sesinden, hem de süratinin düşmesinden belli olur.
-Aha, Bolu’ya geldik Yusuf.
Yusuf, gözlerini iyice açar ve dikkatlice öne, pancere tarafına bir süre bakar.
-Geldik emmi.
-Bah Yusuf! Ya tepenin başında ya da Bolu’yu çıkıncah mola verirler.
-Eyi olur emmi! Herhalde aşama galmaz varırıh İstanbul’a emmi.
-İnşallah! Hayırlısıynan varalım da...
Bolu’yu, Köroğlu’nun sisli, çam kokan dağlarını kâh yükseklerden, kâh enginlerden, kıvrıla kıvrıla geçerler. O neftî yeşilliği seyrederken bile düşünceler adeta mola verir. Bütünüyle duygular öne atılıverir. Tarifi mümkün olmayan duygular... Musa yine gözlerini yummuş. Yusuf, koridor tarafından başını yarı çevirerek, gözlerini sanki kıpırdatmadan uzak uzak bakar. Yusuf, şimdi otobüste değil de, atlarla şu dağların yükseğinde olmayı; camızlarla çamların gölgesinde ve suların hayat verdiği derelerinde, çayırlıklarında; koyunlar, keçilerle dağların eteklerinde olmayı düşler gibidir. Enginli yüksekli giden otobüsün muavini, sesiyle herkesi kıpırdatır.
-‘Sayın yolcularımız! Şimdi yarım saat ihtiyaç molası veriyoruz.’
Otobüs hızını azaltır iyice. Yine sağ taraftan, bir tesise girer. Yarım saatlik moladan sonra yoluna devam eder. İstanbul’a yaklaşılır. Bellidir İstanbul’a yaklaşıldığı. Sanki bir ova üzerinde gidilir. Enginli yüksekli yollar yoktur artık. İstanbul sınırlarına girildiğinde şoför, otobüsün içinden bir radyo açar. Radyo pek anlaşılmaz ama yine de hoş bir değişiklik olur herkes için. Ta Haydarpaşa’ya kadar karma karışık türküler, şarkılar çalar...
Vakit ikindi sıralarıdır. Saat beşe yaklaşmıştır. İçerden sesler gelmeye başlar. Ayağa kalkanlar, muavine seslenenler, kendi aralarında gülüşenler, konuşanlar...Dışarıda ise tüm canlılığı ile her tür vasıtalar, çeşit çeşit insanlar ve bunların çıkardıkları kendine has hareketleri, sesleri, gürültüleri bütün dikkatiyle kendini gösterir.
-Geldik emmi!
-Evet, geldik bahalım. Garajlara daha çok var mı Yusuf?
-Sen bilmiyon mu emmi? Harem’de duracak otobüs...
-Haa!.. Harem’deydi garajlar doğru ya! Unutmuşum be Yusuf!.. Çok oldu İstanbul’a gelmiyeli yiğenim. On beş sene mi oldu, yirmi sene mi oldu bilemiyom!
-Hahlısın emmi!
-Garajlarda enincek vapura binecik, daal mi?
-He, emmi. Vapura binecik.
Harem’e gelindiğinde sesler daha da belirgin bir şekilde yükselir, çoğalır. Otobüs yavaşça garajlara girer; sıralanmış yazıhanelerin birinin önünde durur. Otobüste beş, altı yolcu vardır. Diğerleri İstanbul’un çeşitli yerlerinde inmişlerdir. Şoför, çok ağır bir şekilde direksiyonun başından kalkar. O ağırlıkla yolculara döner.
-‘Geçmiş olsu sayın yolcular!’
Herkes değişik ses tonlarıyla ve birbir arkasına karşılık verirler.
-“Sağ ol şoför efendi.”
-“Allah razı olsun oğlum!”
-“Yaa, kazasız belâsız geldik çok şükür. Sağ ol arkadaş!”
Kimi de yarı anlaşılmaz bir biçimde, sanki içinden içinden konuşur gibi yapar. Haerkes yolculuktan memnun bir şekilde iner otobüsten. Yusuf, otobüsten iner inmez amcasına seslenir.
-Emmi!
-Buyur Yusuf!
-Vapur az ilerden gahıyo emmi.
-Hadi gidek oruya.
İkisi de ceketlerini kollarına alırlar, o vaziyette vapurun kalktığı yere doğru yürürler. Musa, yeleğindeki saati çıkarır, bakar.
-Saat beşi, on beş geçiyo Yusuf.
-Bugün nasılsa birliğe getmiyom emmi!.. İstanbul’u beraber gezerik beraber. Yarın aşam teslim olurum, emmi.
-Tamam Yusuf! Öyle ederik. Gezerik birlikte. Sana Eminönü’ndeki yalıyı da gösteriyim. Ağam bi kere tarif etmişti. Ordan biliyom. Tapuda da yazıyodu açık seçik neresi olduğu.
-Bah emmi, geldik. Şurdan bilet alacıh emmi. Bah, adamlar sırıya girmiş...
Önlerinde beş, altı kişi var. Sıraya girerler, biletlerini alırlar, kalınca tahtalardan yapılmış ve ancak iki kişinin sığacağı kadar genişlikte bir köprüden geçerler. Hemen yan taraflarından da çeşitli arabalar ve hatta birkaç hayvan bile biner vapura. İç kısma geçerler, otururlar yumuşak koltuklara. Sirkeci’ye doğru demir alır vapur. Kalkarken çıkardığı ses Yusuf’un garibine gider; gülüverir hemen. Musa, onun bu gülüşüne birden anlam veremez.
-Niye guldün Yusuf?
-Şey, emmi! Vapurun sesine guldüm de...
-Vapurun sesine mi? Ne var ki vapurun sesinde?.. İlk kez mi biniyon sanki?..
-Yoh, emmi! İlk kez binmiyom da...Bizim camızın sesine benzettim bi an!
Musa’da güler, Yusuf’un bu benzetmesine.
-Doğrusun Yusuf! Aynı camız mankırıyo gibi. Ee Yusuf! Vapurdan enincek neriye gediyoh?
-Emmi, enincek az yürücah. Eminönü’nden Topkapı’ya otobüsler gahıyo. Biz Ali Rıza’yla böyle geldik, gettik.
-Tamam, guzel. Bah, sen de orenmişsin İstanbul’u.
-Bu gadarını biliyom emmi.
-Biz boon Topkapı’ya getmiyek Yusuf. Bi otel bulup önce yerimizi bi ayarlıyah. Ondan sona istediğimiz gibi gezerik, konuşuruh...
-Tamam emmi.
Vapur gene o garip sesiyle iskeleye yanaşır. Kalabalığın arasından ikisi de vapurdan inerek Sirkeci’ye ayak basarlar. Deniz kenarındaki kaldırımdan Eminönü’ne doğru yan yana yürürler. Ceketlerini giyerler. Az ilerledikten sonra Yusuf merakla sorar:
-Bizim şu yalı yahında mı emmi?
Musa, Yusuf’a döner ve gülümseyerek bakar.
-Az daha gidek, ben sana gosteririm.
Deniz kenarında, denize, vapurlara, hemen yakınlarından da geçen martılara baka baka Eminönü’ndeki otobüs durağına yaklaşırlar. Musa duruverir birden.
-Bah, gosteriyim Yusuf. (Sağ elinin işaret parmağını kullanır.) Şu kenarda iki tane böyükçe bina var ya... Gorüyon mu? Denizin kenarında...
-He, gorüyom emmi. Önünden bi gayıh geçiyo. Ora daal mi emmi?
-Ha, tamam! İşte o iki binadan birisi Yusuf!
-Vay be! İstanbul’un gobaa sayılır orası, emmi!..
-Öyle ya! Paşaların, Sultanların eviymiş oğlum!..İstanbul’un en guzel yeri olacak tabi.
-Neyse emmi, boş ver...
-Üzüldün mü yosam Yusuf?
-Yoh emmi. Neye üzülecam...Canımız sağ olsun, emmi...
-Öyle yiğenim; canımız sağ olsun! Dediğim gibi her şey nasip kısmet. Allah her şeyi hayırlısıynan versin oğlum. En doğrusu, en guzeli, her şeyin hayırlısını istemektir.
Yolun karşısına geçerler. Eminönü’nün içine girerler. Musa bir kenara, Yusuf’un da kolundan tutarak çekilir, durur. Sessizce konuşmaya başlar.
-Bak Yusuf! Şöyle edelim; ben ilkindi namazını şu camide gılıyım. İstersen sen de gıl. Namazımızı gıldıktan sona içerden eli yüzü düzgün bi adama ‘eyi bir otel var mı’ sorah. Bize doğru bilgi verirler elbet. Tamam mı?
-Tamam emmi. Sen nasıl dersen öyle yapah.
Eminönü Camiinin yakınındalar. Dönerler geriye, şadırvana varırlar. Abdestlerini alırlar. Merdivenlerden yukarıya çıkarlar. İçerde bir köşede namazlarını kılarlar. İlk kez girdikleri camiye iyice bakarlar. Sonra Musa, yavaşça Yusuf’a eğilir.
-Gel Yusuf, şu adama sorah.
Yusuf, bir adım arkadan sakallı ama genç görünümlü bir adamın yanına varırlar.
-Selâmünaleyküm...
-Aleykümselâm, birader.
-Şey, abi! Bi konuda bilgi almah istiyoh da, vaktiniz var mı acaba?..
-Buyurun! Elimden gelen bir şeyse niye yardımcı olmayım...
-Biz Yozgat’tan geldik. Bu gece İstanbul’da kalacaz. Acaba, eyi bildiğiniz bi otel var mı? Tavsiye edeceğiniz...
-Demek Yozgatlısınız. Çapanoğlu’nun memleketi, ha! Tamam, anlaşıldı birader. Gelin, dışarı çıkalım. Ben size dışarıda tarif ediyim.
Dışarı çıkarlar. Adam bu sırada Musa’ya sorar.
-Adınız ne birader?
-Musa.
-Bu yiğen...
-Benim yiğenim. Adı Yusuf. Burda askerlik yapıyo. İzinden döndü de...
-Evet! Çok iyi. Benim adım da Hüseyin. Ben de Sakaryalıyım Musa birader.
-Memnun oldum Hüseyin Abi.
-Ben de memnun oldum.
______________ romanın devamı var ____________ EKREM GÜRER
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.