KARA YUSUF-X
................
**
Aradan kırk, kırk beş gün kadar bir zaman geçer. Yusuf’un askerliğine üç ay olmamıştır bile. Mektubu gecikmiştir. Hatice sabırsızlıkla mektup bekler. Ali Rıza’ya sıkıca tembih edilmişti; varır varmaz mektup yazacaklardı. Hatice’nin bir gözü ve kulağı sürekli dışarıdadır. Birileri bir haber getirir mi, diye ümit eder.
Dışarıda lapa lapa kar yağıyor. Ocak ayının ilk günleri. Hava, kışın hemen hemen ortaları olmasına rağmen bir yaz günü gibi sıcak... Kar taneleri, baharda uçuşan kelebekleri andırıyor. Öğle, yeni geçiyor. Güneş beyaz bulutların arkasından saklambaç oynar gibi bir görünüyor, bir kayboluyor. Güneş her göründüğünde kar taneleri, gökten düşen yıldızları andırıveriyor. İnerken parıldayışları, ta yer yüzüne saklanmaya geliyorlar gibi.
Ahırlarda uzun süre, ağır ceza mahkûmları gibi kalan hayvanlar dışarıya çıkmışlar; kısa da olsa özgürlüğün tadını çıkarmaktadırlar. Her cinsten hayvan... Çeşit çeşit sesler, hareketler... Hep birlik olmuşcasına günün tadını çıkarıyorlar.
Bir yanda hayvanların böğürmeleri, anırmaları, mankırmaları sürerken; iki, üç çocuk koşuşmalarıyla ve bağırmalarıyla adeta hayvanları bastırırlar. Herkesin bütün dikkati çocuklara yöneliverir.
-“Yusuf Ağa geliyo! Yusuf Ağa geliyo!...”
-“Yusuf Ağa cibinen geldi!..”
Çocuklar, heyecanlı bir biçimde çatal kapıya yüklenirler.
-“Hasan Emmi! Hasan Emmi!..”
-“Fadik Hâlâ! Fadik Hâlâ! Yusuf Ağa geldi. Çatalkaya’dalar...”
Avluya inenler olur. Çatal kapı açılır.
-Ne var uşaklar?..
-“Hasan Emmi! Müjdemi isterim bah!”
-“Ben de isterim...”
-Yahu söyleyin, ne müjdesi? Siz ne diyonuz çocuhlar?..
-“Yusuf Ağa geldi Hasan Emmi.”
-“Hee, ben de gordüm. Hemi de cibinen...”
Hasan Ağa şaşırır. Ne diyeceğini bilemez. Bu sırada yanına karısı gelir.
-Çocuhlar, ne Yusuf’u? Yusuf eskerde ya! Yanış gormüş olmıyasınız! O başkasıdır çocuhlar!..
-“Biz bilmiyoh mu Yusuf Ağayı, Fadik Hâlâ?”
-Allah Allah!..
-Nerde peki?
-“Çatalkaya’da cipten endi, köylülerinen konuşuyodu.”
-Hadi herif, çık dışarı. Biz de gidek yukarı doğru!..
Bir kalabalık ses, Apış’ın evin arkasından aşağı doğru yayılır. Kartal’ın evin hizasına gelir kalabalık. Hasan Ağa ile Rabia Hanım, kalabalığı görür görmez oldukları yerde duruverirler. Yedi sekiz kişiden oluşan kalabalığın ortasında asker giysisiyle Yusuf görünüverir.
İnanamazlar... Rüyâ gördüklerini sanırlar. Ama Yusuf, rüyâ da olsa karşılarındadır. Hem de aralarında on metre bile yok...Yusuf, o esmer simâsıyla gülümser anasına ve babasına. Hasan Ağa, titretir dudaklarını birden. Yusuf, gelir gelmez, konuşamayan babasının eline sarılıverir. Kucaklaşırlar bir süre. O da Yusuf’un yüzlerinden öper. Hemen arkasında Rabia Hanım durmaktadır. Rabia Hanım, çoktan bulut olup inmiştir yer yüzüne. Duyguları, düşünceleri yağmur olmuştur, sel olmuştur içinde. Hasan Ağa bir adım yana çekilir ve Rabia Hanıma yer verir. Yusuf, elini öpmeye sarılıverir anasının. Rabia Ana, ağlayarak kucaklar Yusuf’unu.
-Yusuf’um!..Düş gormüyom, daal mi Yusuf’um?..
Sokağın ortasında sarılır ana ile oğul doyasıya. Yusuf, hiç konuşmaz, karşılık vermez. Sadece tatlı tatlı gülümseyip durur. Çatal kapının önü doluvermiştir insanla. Yusuf’u karşılamalar başlar çatal kapının önünde. Çatal kapı iki taraflı açılmıştır. Küçük büyük, yaşlı genç, kadın erkek herkes avluya doluşmuşlar çoktan. Yusuf, çatal kapıdan içeri girer girmez bir dedikodu çatal kapının dışında başlar hemen.
-“Niye gelmiş ola Yusuf?”
-“Dağıtım filân olmuştur, kafadan uğramıştır canım..
-“Allah Allah! Gideli bir iki ay oldu her halde.”
-“He ya, daha gideli üç ay mı oldu ne?..”
-“İzine gelmiştir canım...”
-“Ne izini gardaşım, üç aylık askere izin verirler mi?”
-“Ben sordum, heç seslenmedi Yusuf.”
-“Ben de sordum, ‘altı ay izinliyim’ dedi.”
-“Altı ay mı? Böyle izin olur mu canım?..”
-“Ne iziniymiş bu yahu?”
-“Hava tebdiliymiş...”
-“Ha tamam. Anlaşıldı. Hastalıktan izin vermişler o zaman.”
-“Hasta mı Yusuf?..”
-“Her hastalanana izin mi verirler askerde?”
-“Yoo. Emme hastadan hastaya fark var tabi. Askerde de tabipler var. Önemli gorürlerse izin bile veriyolar. Askerde buna ‘tebdili hava’ diyolar.”
Dışarda kar durmuştur. Hava, bir yaz günü gibi oluverir. Yusuf, bugün herkesin ‘konusu’ olmuştur. Herkes bir şeyler konuşmaya devam eder dışarda. Bu sırada Yusuf çoktan eve girmiştir.
Bir saatin içinde, duyan gelir. Çoğu kadındır gelenlerin. Akrabalar, komşular merak ederler Yusuf’u. Kadınların bazıları kocaları, kardeşleri yani erkekleri tarafından gönderilmiştir. Yusuf’un niçin geldiğini merak etmişlerdir. Yusuf, kendisine niçin geldiğini soranlara hep aynı karşılıkla cevap verir.
-Altı ay izinliyim. Geri gidecam. Merah edecek bi şey yok.
Meraklılar başka bir şey soramazlar; dönüp giderler. Akşama kadar bu böyle sürer. Akşam olunca koyu bir sohbet başlar. Hasan Ağanın ev yine dolup taşar. Bu sefer, misafir odasında sadece erkekler vardır sanki. Bir iki kadın ve birkaç da kız çocukları var aralarında. Onlarda yabancı değilerdir. Baş köşede Yusuf’un amcası Musa, yanında Memduh eniştesi, Osman Emmi, babası Hasan Ağa, Paşa Dayı, Bekçi Şükrü... Yusuf, sedirin en sonunda ve kapıya yakın yerde oturmaktadır. Yusuf birazcık olsun rahatlamıştır. Gelir gelmez karnı doyurulmuş ve elbisesi bile değiştirilmiştir. Asker giysisini çıkarmıştır üzerinden. Dışarıda nasıl merak edilmişse, içeride de merak edilir. Artık sorular başlar Yusuf’a. Musa amcası dayanamaz ve sorar:
-Yusuf, ne dediler sana yiğenim? Altı ay izin herkese vermezler de...
Yusuf, önce başını bir an yere eğer, sonra kaldırır ve konuşmaya başlar.
-Şey, emmi! Üşütmüşüm galiba. Ben önce aldırmadım. Sona osürmeler başladı. Bu arada tam bi hafta geçti. Bayağı bi halsiz düştüm. Sona bir gun eğitimde Ali Rıza farketmiş, yanıma geldi. Bölük Komutanına vardı. Beni kolumdan tutup revire gotürdü. Ali Rıza hep yanımdaydı. Dohtur geldi. O da subaydı.
-“Ne oldu, nasıl oldu?..” diye sordu. Ben de,
-‘Bilmiyom, üşütmüşüm galiba, gomutanım,’ dedim. Beni eyice muayene etti. Ali Rıza, Dohtur Subayla eyi gonuşuyolardı. Beni bir süre muayene odasında beklettiler. Dohturla Ali Rıza yan taraftaki bi odada bir süre konuştular. Sona ikisi de geldi. Ali Rıza gülümsüyodu. Subay Dohtur,
-“Şu anda çok önemli bi şeyin yoh ama seni, şu andan itibaren iki ay eğitim dahil, hiçbi iş yapmamak üzere istirahat veriyom” dedi.
-Peki sona ne oldu? Dohtor başka bi şey vermedi mi? İlaç felan gibi...
-İlaç da vermedi, emmi.
-“İçerden dışarı çıkmayacan, galın geyinecan, soğuk bi şey yemiyecan...” dedi. Dediğini hep yaptım dohturun. On beş, yirmi gün sona garnım gine ağrımaya başladı. Ben, ‘Her halde yediğim bi şey dokundu’ diye düşündüm. Bi süre sona garnımın ağrısı geçti. Bir gün sona gine ağrıdı. Bu, bir hafta devam etti. Artık edemedim, Ali Rıza’ya dedim. Ali Rıza, çok sağ olsun; beni golumdan tuttu, hemen revire gotürdü. Gine aynı Subay Dohtur muayene etti. Bana, bu sefer revire giderken Ali Rıza Çavuş tembih etti;
-“Bah Yusuf! Dohtur muayene ederken, moralin mi bozuk felân gibi şeyler sorarsa ‘evet gomutanım’ de. ‘Niye?’ diye sorarsa da; ‘yeni evliyim, anam hasta, guccük guccük kardeşlerim var’ de, yeter” dedi. ‘Çok eyi birisidir’ dedi. Varı varmaz, Ali Rıza’nın dediği gibi sordu. Ben de aynısını dedim. Bana;
-‘Seni en geç bir hafta içinde memleketine gondertirim...’ dedi. Ben de;
-‘Sağ olun, gomutanım.’ dedim. Bi saat gadar daha bekledim. Ali Rıza Çavuş elinde bir kâğıtla yanıma geldi.
-“Hemen Askerî Hastaneye gediyoh.”dedi. Ben;
-‘Ne hastanesi Ali Rıza?..’dedim. Ali Rıza,
-“Hava tebdili izinlerini hastaneler verir, aslanım!..” dedi.
Sağ olsun, ikimiz birlikte Gülhâne Askerî Hastanesine gettik. Ali Rıza elindeki kâğıtla giriş işlemlerini yaptırdı. Beni o gun yatırdılar. Film çektiler, çeşitli tahliller yaptılar. Denişik denişik dohturlar geldi. Muayene ettiler. Her biri sorular sordu. Ertesi gun öğleye doğru Ali Rıza geldi. Geli gelmez dohturlara getti. Geldiğinde hafif bi şekilde gulümsüyodu. Ben bi şey sormadan gonuştu.
-“Hadi bahalım, oğlum Yusuf! Yırttın askerliği gine!” dedi. Ben,
-‘Nasıl yırttıh Ali Rıza?” dedim.
-“Altı ay izinlisin oğlum!..” dedi.
-‘Nerden biliyon ki?’dedim. Ali Rıza;
-“Gordüm yazını oğlum. Bütün dohturlar imzalamış. Başhekimin imzasına gondereceklermiş.” dedi. Bu arada Ali Rıza saatine baktı;
-“Yemek zamanı... Bir, iki saat daha beklerik..” dedi. Gerçekten iki saat gadar bekledik. Hastanenin girişinde küçük bir kantin vardı. İkimiz bu arada ayah üstü bi şeyler atıştırdıh. Tekrar yoharı çıktıh. Ali Rıza;
-“Yusuf, sen odana gir, bekle. Ben bi daha bahıyım...” dedi. Getti, on dakka sona geldi. Geli gelmez, “Hadi bahalım, toplan! Gediyoh...” dedi. Ben;
-‘Neriye?’dedim.
-“Başhekimin sekreterine.” dedi. Gettik. İçeri girer girmez Ali Rıza, genç bi kadın sekretere seslendi.
-“Yusuf Gürer geldi Sekreter Hanım.” dedi. Sekreter bana gulümsiyerek bahtı.
-“Hadi bahalım. Hem geçmiş olsun, hem gozün aydın, diyelim. Gel bahalım. Şuruya bi imza at.” dedi. Vardım, dediği yeri imzaladım. Bana da bi kâğıt verdi.
-“Bu elindeki kâğıt hava tebdili kâğıdı. Yani izinlisin. Bugünden itibaren memleketine gidebilirsin. Ne gadar izinli olduğunu biliyon mu?” diye sordu. Ben, sadece bahtım ve gulümsedim. Sekreter tekrar;
-“Altı ay izinlisin” dedi. Sekreter gahtı benimle toka yaptı.
-“Hadi gule gule get, gel. Gendine eyi bah...” dedi. Sekreter Hanım, Ali Rıza’nın bi arhadaşının ahrabasıymış. Bana da hörmet etti. Ben de ona teşekkur etim.
Ali Rıza ile çıktık hastaneden. Ben;
-‘N’edecik şimdi Ali Rıza?’ dedim. Ali Rıza guldü.
-“Oğlum! Benden sona geldin, benden önce askerliği bitirdin, be. Sen Yozgat’a, ben geri Topkapı’ya...Tamam mı?” dedi. Ben şaşkın bi şekilde durdum öylece. Hâlâ inanamıyodum. Şaşkın şaşkın Ali Rıza’ya bahıp durmuşum. Ali Rıza annamış benim şaşkınlığımı;
-“Hadi bahalım! Doğru Sirkeci’ye...” dedi. Bindik dolmuşa Sirkeci’ye geldik. Ali Rıza sağ olsun, beni Sirkeci’den vapura bindirdi. Harem’e geldim. Harem’den Sivas, Erzurum otobüsleri hemen galhıyomuş.
-‘Yer var’ dediler. Bindim geldim Angarı’ya. Ali Rıza’nın hepinize ayrı ayrı selâmı var.
Memduh oturduğu yerden gülerek, sevinçli bir şekilde ve yarı şakayla karışıverir söze.
-Ee, hele hoş geldin Yusuf! Biz de başka bi şey sandıydıh canım!
Hemen herkes, huşû içinde Yusuf’u dinledikten sonra derin bir nefes alırlar. Yüzler tebessüm eder. Kimsenin içinde, kafasında bir soru işareti kalmamıştır. Birer birer odadan ayrılırlar. Bekçi Şükrü sesli bir biçimde uyarır herkesi. Ne de olsa bekçiliğin verdiği bir alışkanlık, onu böyle sesli ve hareketli kılar.
-Yeter canım! Ne oturuyoh? Çocuk altı ay burda. Gidelim de yatsın, dinlensin canım! İrahat bırahalım horantayı, yahu!...
Bekçi Şükrü elinden düşürmediği meşe değneği ile kapıya doğru yürür. Arkasından Memduh ve diğerleri de kalkarlar. Hepsi de tekrar tekrar aynı dileklerde bulunurlar.
-“Tekrar hoş geldin Yusuf. Gozünüz aydın olsun Hasan!”
-“Hadi hoşça galın. Allah irahatlık versin. Gozünüz aydın olsun Fadik!”
Herkes ayaktadır. Bu sırada Hasan Ağa ve Rabia Hanım oturmaları için ısrar ederler.
-Galsaydınız... Daha erkendi...
-Yahu, olur mu böyle gahmah? Yemek yeyin, öyle gidersiniz...
Birisi karşılık verir:
-Neyse canım! Boone şart mı? Yarin de yerik. Hem yemediğimiz yer daal ya...
Kimse geri oturmaz. Herkes, Bekçi Şükrü’ye hak verir. Bu sırada en son Musa’da kalkar. Yusuf, amcasının kalktığını görür görmez engel olur. Gülümser ve bir elini ona doğru uzatarak yavaşça seslenir.
-Emmi, sen nere gahıyon?
Musa, önce güler ve sonra bir adım atar ve durur. Yusuf tekrar ısrar eder.
-Olmaz emmi... Sen otur hele!..
Bu sırada Hasan ile Rabia Hanım diğer misafirleri uğurlamakla meşguldürler.
-Şimdi gediyim Yusuf. Ben bi yerlere uğruyacağım. Sona gelirim.
-Bırah emmi. Boonlük de galsın. Sensiz yemek yemem, emmi.
-Peki, öyle olsun!..
Musa, burnunu çekerek kalktığı yere tekrar oturur. Yusuf’ta gülümseyerek varır, amcasının yanına oturur. Yusuf, amcasını çok sever. Amcası da bunu çok iyi bilmektedir. Şimdi de Yusuf, amcasına sorular sorar.
-Ee, emmi! Ne var, ne yoh koyde?
Yusuf, toptan soruvermiştir sanki. Musa gülüverir Yusuf’un bu sorusuna.
-Şimdilik her şey eyi gediyo Yusuf. Ahrabalar da eyi. Herkes sözümü dinliyo bahalım. Sen hele bi askerden gel, gerisi önemli daal.
-Hayırlısı bahalım, emmi...
Geç vakitlere kadar otururlar. Her şeyden konuşurlar. Musa, daha sonra fazla oturmaz. Kalkar ve evine gider.
Yusuf, bir aylık zamanının çoğunu evde oturarak geçirir. Arada bir akrabalarına gider. Gündüzleri, hava biraz iyi olduğunda kendi başına bağa, bahçeye, değirmene ve köyün hemen yakınındaki tarlalarına gider. Babası ve amcasıyla birlikte askere gitmeden önce dikmiş olduğu çeşitli kavak ağaçlarından dikmeleri yoklar. Eve geldiğinde herkese sıkıca tembih eder.
-Bağdaki dikmelerden bazıları oynatılmış. Bahmıyonuz mu ne? Sıh sıh gedip yohlayın dikmeleri. Yosam yaza bi tane bile tutmaz.
Yusuf, bunları babasına, anasına ve amcasına söyler. Küçük kardeşlerine de sıkıca ayrıca tembih eder.
-Bahın size söylüyom: Her gun bağı, bahçeyi, daarmeni yaz gış demeden yohlıyacanız. Tamam mı?
Kardeşleri Fevzi, Esat ve İsmail’dir. İşin fazla önemini kavrayamadıklarından kimi gülümseyerek, kimi de başını sallayarak karşılık verirler. Yusuf, günlerinin çoğunluğunu evde karısı Hatice’nin yanında geçirir. Hatice’nin hamile olduğunu geldiğinde öğrenmiştir. Yusuf hele buna öyle sevinir ki yüzünden gülücükler eksik olmaz. Hatice nereye gitse peşinden gider; varır yanına oturur. Onu görenler sanki yeni nişanlılar sanır. Hatice, Yusuf’un bu davranışından utanır, hatta bazen sıkılır. Arada bir usulca seslenir.
-Yapma böyle. Bah, ayıp oluyo. Gorürlerse ne derler bize...
Yusuf dinlemez Hatice’yi. Aldırmaz. Hatice’de utana sıkıla artık sabreder durur. Yusuf, aklına geldiği gibi konuşur. Hayâlinde bir oğlan vardır. Bu olacak olan ikinci çocuğudur. Kesinlikle oğlan olacaktır. Düşlediği budur Yusuf’un. İlk çocukları kız olduğu için bu sefer mutlaka ‘erkek olacaktır’ gözüyle bakar.
-Bah Topal’ın gızı! Bu sefer oğlan doğuracan!.. Garışmam sona ha!..
-Gız olursa benim suçum ne? Allah bilir onun orasını. İnşallah senin istaan olur...
-Vay be! Ben askerden gelene gadar, yörür olacah oğlum, ha!..
Hatice, Yusuf’un sevinçli konuşmalarına sadece gülümser. Arada bir başını büker sağa sola. Yusuf’un böyle hem yanında durması, hem de neşeli neşeli konuşması aslında kendisini de mutlu eder. Hatice bulaşık yıkasa, çamaşır yıkasa, mutfakta yemek hazırlasa, evi süpürse, çocuğa baksa Yusuf hep yanındadır. Günler böyle geçip gider.
Altı aylık izin bitmiştir. Bir salı sabahı, serince bir gündür. Bedford bir kamyon ta Çatalkaya’dan acı acı düdüğünü öttürür. Yusuf hazırlanmıştır. Gidecektir. Her şey hazırdır. Musa, Hasan ve Yusuf birlikte avludan çıkarlar. Yusuf sanki yeni askere gidiyormuş gibidir. Mahi Hanım, Rabia Hanım, diğer kadınlar ve kızlar da Çatalkaya’ya kadar çıkarlar. Çatalkaya’da yeniden vedâlaşırlar. Yusuf’un ebesi Mahi Hanım, annesi Rabia Hanım ve bacıları ağlarlar. Hatice, izin verilmediği için Çatalkaya’ya gelememiştir. Yusuf, yakınları ve akrabaları tarafından bir kez daha askere uğurlanır.
Her ne kadar sivil elbise giymişse de, başında şapkası olsa da kafasının çıplaklığı ‘ben bir askerim’ der gibidir. Daha üç ay kadar önce yine aynı kamyonla, hem de üçü beraber şehre gitmişlerdi. Kamyonun şoför mahallinde Yusuf, amcası Musa ve babası Hasan...Yusuf’un iznine dört gün vardır. Yusuf, amcasının önerisi ile Yozgat’ta doktora muayene edilecektir. Onun için erken gidiyorlar. Yusuf, amcasının ısrarına karşılık verir.
-Gerek yoh emmi! Ben eyiyim. Doğruca gediyim İstanbul’a...
-Tabi gideceksin aslanım! Gine de kendi memleketimizde bi muayene olmak eyidir. Hem burda dohtorlar da tanıdıh...
-He ya! Eyi olur oğlum. Emmin doğru söylüyo. Hem dohtur kendi memleketimizden. Baharsın eyi muayene eder...
Yusuf hem amcasının hem de babasının ısrarlı konuşmaları karşısında başını sadece önüne eğer ve susar. Bu, Yusuf’un her şeyi kabullenmesidir. ‘Siz nasıl isterseniz öyle olsun’ der gibidir. Yerler ıslaktır. Kamyon ağır bir şekilde gider. Arada bir iniler kamyon. Çamurlaşmış bazı yerlere düştüğünde, aslanların saldırısına uğrayan manda gibi yırtar ortalığı.
Tâ uzaktan görünüverir Kabaktepe. Üzerindeki beyazlık onu bir kabaktan ziyade beyaz kerevize benzetir. Yolun kenarlarına kadar karlar, giderek yaklaşır. Kabaktepe’ye gelindiğinde kar bir adam boyu kenarlarda yerini almıştır. Kamyon, ta tepeye ulaşıncaya kadar bir kar tünelinin içinden geçer gibidir. Kabaktepe’nin yokuşunu çıkarken kamyon, Köklü’nün virajları dönerken bile acı ve bir o kadar da kapkara duman çıkarmamıştı...
Acı bir soğuk ama yine de güneş var. Güneş sanki bir denge kurmuştur. Yeryüzünde soğuk, gökyüzünde sıcaklık ele ele vermiş gibi... Kamyonun sırtı yine yüklü, dopdolu. Şoför mahalline kadar sesler, gürültüler duyulur. Bu ayda, böyle bir açık gün, beklenir de beklenmez de. Daha dün Söğütlü Pınar’ın mantarını yemişti Yusuf. Ağaçlar yavaş yavaş çiçek açmıştı bile. Hatta bazıları çiçeklerini dökmüş ağzına meyvelerini almıştı. Koyunlar, keçiler kuzulamaya başlamıştı. Yusuf, yaza ‘merhaba’ demişti neredeyse. O yüzden hem kamyon dolmuştur, hem de herkes neşelidir.
Kazasız, belâsız şehre varırlar. Her zaman olduğu gibi kamyon Nalbant Emir’in dükkânının karşısında, Atatürk’ün Yozgat’a teşriflerinde ağırlandığı, konuk edildiği evin önünde durur. Herkes yavaş yavaş iner. Şehrin içine doğru dağılırlar. Sabahın erken saatleridir. Musa, yeleğinin cebindeki köstekli saatini çıkarır.
-Daha çoh erken Hasan Ağa!
-Erken ya!..
-Benim canım bi çorba istedi. Siz ne diyonuz?..
-Olur canım... Hadi gidelim öyleyse.
Musa, etrafına bakar. Birilerini arar gibidir. Hasan Ağa, birden anlamaz neye baktığını.
-Neye bahıyon Musa?
-Şey, Memmet Ağaya bahtım Hasan Ağa. Ayıp olmasın, teklif edek adama.
-Gamyonun arhasında galiba...
Musa, Yusuf’a işaret eder.
-Yusuf, get de çağır Memmet Ağayı.
Yusuf tam dönüp gitmek üzereyken, Mehmet Efendi görünüverir. Musa, bulunduğu yerden seslenir.
-Memmet Ağa! Hadi gel, gidelim şöyle.
-Nereye Musa Kâ?
-Yahu, bi yere varıp oturalım işte.
-Peki, gidelim Musa Kâ.
Birlikte çarşıya doğru yürürler. Bir lokantaya girerler. Yavaş yavaş çorbalarını içerler. Lokanta sahibi yan taraftaki kahvehaneden çay söyler. Ağır ağır çaylarını içerler. Çorba ve çay bu kış gününde gayet iyi gitmektedir. İçleri iyice ısınmıştır. Yusuf hariç diğerleri lokanta sahibinin ikrâm ettiği birer sigarayı da yakarlar. Onu da yavaş ve ağır bir şekilde tüttürürler. Amaçları vaktin geçmesidir. Resmî daireler olsun, özel çalışanlar olsun bu vakitlerde görev başında olmadıklarını bilirler. O yüzden her şeyi ağırdan alırlar.
Saat sekiz buçuk olduğunda kalkarlar. Musa’nın aklına bir şey gelir.
-Hasan Ağa, ben derim ki, bi Askerlik Şubesine varsah...
-N’apacaz? Ne işimiz var ki?..
-Ne biliyim? Öyle ahlıma geldi işte.
-Ben gitmeyim emmi. Sen, ağamınan gedin. Ben sizi dışarda bekleyim...
-Tamam. Olur yiğenim. Hadi Hasan Ağa, bi gedip gelelim.
-Yahu, ben de getmeyim Musa. Sen get, soruver, ne soracasan. Ben Yusuf’unan seni bekleyim.
Musa, yavaş bir şekilde yerinden kalkar, sessizce çıkar gider. Yusuf’un hava tebdili kâğıdı cebindedir. Kafasına koyduğu, hava tebdili ile ilgili bilgi edinmektir. Ağır adımlarla, düşüne düşüne Askerlik Şubesine girer. Nöbetçi askerden şube komutanıyla çok önemli bir konu görüşeceğini söyler. Nöbetçi asker her zaman olduğu gibi önce kendisi girer ve izin alır. Musa, içeri girer. Şube komutanı binbaşıdır. Musa hemen komutana konuyu anlatır. Bu sırada elindeki hava tebdili kâğıdını de binbaşıya uzatır. Binbaşı izin kâğıdını eline alıp iyice inceler.
-Demek altı ay izinliymiş ha!. Rahatsızlığı neymiş çocuğun muhtar?
-Biz de tam olarak annıyamadıh, Binbaşım. Çocukta önemsemiyo. ‘Eyice bi muayene mi ettirek’ diye geldik. Zaten gunü de bitti çocuğun.
-Evet. Günüde bitmiş sayılır. Muhtar, ben size özel bir doktora götürmen diyemem. Ancak, zaten elinizdeki bu kâğıtla birliğine gitmeden en yakın Askerî Hastaneye müracaat edebilirsiniz. O da tabi ki Ankara’daki hastanemizdir. Sağa sola para harcamanızı istemem. Hangi sivil veya özel doktor olsun, hastane olsun gitseniz sizi gene Askerî bir Hastaneye sevk etmek zorundalar. Şimdiden ‘Allah yardım etsin’ derim. Geçmiş olsun çocuğa. Bir şeyi yoktur inşallah!
-Çok teşekkür ederim, Binbaşım. Şey, Binbaşım, hastanenin adını bi daha söyleseniz...
-Tabi, Mevkî Hastanesi...
-Bilgilendirdiğiniz için tekrar teşekkür ederim. Müsaadenizi isteyim, Binbaşım. Sağ olun. Size iyi günler, Binbaşım.
-Bi şey değil muhtar. Sen de sağ ol. Güle güle...
Musa, Askerlik Şubesinden çıkar; sol tarafa döner ve başını önüne eğerek ağır adımlarla yürür. Karşıdan bir ses onu durdurur.
-Emmi, emmi!.. Biz burdayıh.
Hasan Ağa ve Yusuf, Askerlik Şubesinin hemen karşısında bulunan şehrin en büyük kahvehanesinin önünde beklemekteler. Musa, bulunduğu yerden sağa döner ve caddeye iner. Önce sağına ve soluna bakar ve hızlı adımlarla karşıya geçer. Saat bu sırada dokuz olmuştur. Musa gelir gelmez Hasan Ağa sorar.
-N’aptın Musa? Yarım saat oldu içerde...
-Eyi ki gelmişim şubiye Hasan Ağa! Çok şey orendim...
Amcasının bu lâfı Yusuf’un dikkatini çeker.
-Ne orendin, emmi?
-Gelin, hele gahveye girelim. Şöyle bi oturalım... Hem gonuşur hem eyice düşünürük.
Hasan Ağa ve Yusuf itiraz etmezler. Sessizce kahveye girerler. Birer çay söylerler. Arkasından Musa, başlar anlatmaya. Şubede Binbaşı ile konuştuklarını aynen aktarır. Bunun üzerine Yusuf söze girer.
-O zaman ne gerek var, emmi? Madem Askerî Hastaneye sevk edecekler; burda özel dohtura felan getmiyek, emmi.
-Angarı’ya getmek mi gerekiyo?
-He, Hasan Ağa. Ankara’ya getmek gerekiyo. Ordaki dohtorlar tekrar bahıp, ona gore garar verecamişler.
-Eh, burda bi işimiz yoh gaylin, desene. Gidaan Angarı’ya o zaman.
-Gidek Hasan Ağa. Hem olmazsa orda da özel dohtorlara gorünürük canım!
-Hee. Hadi, hayırlısı bahalım...
Kahvehaneden çıkarlar. Yine ağır adımlarla üçü birlikte otobüs yazıhanesine varırlar. Saat 10.00’a üç bilet alırlar. Otobüsün kalkmasına daha çok vakit var. Biraz çarşıya doğru giderler. Yavaş yavaş gezerler. Otobüs, yazıhanenin önünden kalkacaktır. On beş, yirmi dakika kala yazıhanenin önüne gelirler. Otobüs henüz gelmemiştir. Yazıhanenin içinde boş buldukları sandalyelerde otururlar. Saat bu sırada on olmuştur. Otobüs hâlâ gelmemiştir. Yazıhanenin içerisinde kadın, erkek, çocuk, her yaştan yolcular vardır. Kucağında çocukla bir erkek yolcu, yazıhanede masa başında oturan görevli adama yüksek sesle sorar.
-Kardeşim saat on oldu. Gene mi geç gidecez?
-Nerdeyse gelir. Sabırlı ol biraz abicim!..
Adam bu sefer sessiz bir biçimde kendi kendine konuşur gibi yapar.
-‘Hep sabırlı olan bizik zaten. Canın isterse bekle. Alıştık beklemiye...’
Adam dayanamaz ve sesini biraz yükseltir:
-Geçen hafta olduğu gibi olmasın da...
-N’oldu ki geçen hafta, abicim?
-Ne olmadı ki? Yine böyle saat 10.00’a bilet aldım, ta dörde doğru gettik. Hatırlamıyon mu?
Adam kısa bir an düşünür gibi yapar.
-Haklısın abicim de... Her zaman aynı ahsilik olmaz ya, canım!..
-Ben, bi saate razıyım arhadaş!..
-Gelir, gelir. Merah etme sen, canım abim!
Yazıhane görevlisi gayet rahat konuşuyor. Belli ki alışmış bu durumlara. Konuşması, tavırları, hatta bakışları bile ‘aldırmaz, umursamaz’ bir biçimi andırıyor. Saat yavaş yavaş onu geçerken Musa ile Hasan Ağa kısa bir an birbirlerine bakışırlar. Musa, Hasan Ağaya o bakışma sonucu sadece hafif bir şekilde dudağını büker ve biraz da başını yavaşca sallar. Bu, belli ki, ‘Sabırlı olacağız. Elimizden gelen bir şey yok. Biz de bekleyeceğiz...’ anlamındadır. Saat 10.00’u yirmi dakika geçmiştir ki görevli, bir mübaşir gibi seslenir yazıhanedekilere.
-Evet! Hadi bahalım abiler. On otobüsümüz gelmiştir...
Gururlu, zafer kazanmış bir kumandan edasıyla yerinden kalkar. Aynı sözleri bir daha tekrar eder durur. Yolcular yirmi dakikaya çoktan razı olmuşlardır bile. Görevliye hiç kimse karşılık vermeden yazıhaneden çıkarlar, otobüse doğru yürürler. Otobüsün yarısı boştur. Bir on beş dakika kadar da burada durur. Umutla, bir ya da birkaç yolcu daha gelirse kârdan olacaktır tabi. Otobüs şoförü direksiyonun başına geçmiştir. Muavin ve aşağıdaki görevli, ikisi birden bağırırlar:
-Haydi, Angara yolcusu galmasın!..
Saat on bire, yirmi beş kala Yozgat’tan hareket ederler. Otobüsün içinde Musa, kendi kendine ne yapılacağını düşünür. Önce saati hesaplar.
-“Üç saatte varsak saat bir olur. Bu iyi.” der. Sonra, “Dört saatte varsak saat iki olur. Bu da iyi.” der. Bu arada Hasan Ağa ile oğlu Yusuf yan yana oturmaktadırlar. Hasan Ağa pencere tarafındadır. Musa ise Yusuf’la aynı hizada ve yan yanadır. Musa, fazla dayanamaz. Düşündüklerini döner Yusuf’a da söyler. Yusuf dinledikten sonra karşılık verir.
-Sen nasıl istersen emmi.
Hasan Ağa ne olduğunu anlamadan Yusuf’un sesini duyar duymaz konuşur.
-Bi şey mi dedin Yusuf?
-Şey, ağa! Emmim Angarı’ya varır varmaz ‘doğru hastaniye mi gidek’ diyo da. Ben de ‘sen bilin emmi’ dedim.
Hasan Ağa hemen anlar durumu.
-Yetişir miyik? Saat gaç olur varıncah?..
-İki, bilemedin üç olur Hasan Ağa.
-Bugün Sali daal mi?..
-Sali, ağa.
-O zaman yarin getsek Musa!..
Musa bunun üzerine gene düşünür. Sonra başını yavaşça sallayarak karşılık verir.
-Hele bi varah Hasan Ağa. Allah kerimdir. Olmazsa yarin giderik. Nasılsa daha gunü var Yusuf’un.
Arada bir Yusuf’la Musa kendi aralarında yavaş yavaş konuşarak Ankara’ya varırlar. Aydınlıkevler’de inerler. Saate bakarlar. Saat iki olmuştur. Aşağı yukarı zamanında gelmiştir otobüs. Bu arada yirmi dakika kadar da Yağlı’da mola vermiştir. Bugün gitmiştir artık. İznin bitmesine üç gün kalmıştır. Musa, gülümseyerek Yusuf’a döner.
-Sen ne dersin Yusuf?
-Neyi emmi?
-Hastaneye şimdi mi gidek, yosam yarin mi gidek?
Yusuf hemen duraklar. Babasına döner ve bakar. Sanki babası varken konuşmazmış gibi yapar. Sonra, kendini zorlayarak cevap verir.
-Siz nasıl isterseniz emmi.
Bunun üzerine Hasan Ağa söze girer.
-Boş ver yahu! Yarin gidek. Acelesi yoh ya!..
Hasan Ağanın bu lafı üzerine gitmezler hastaneye. Musa, araya girer.
-Hadin o zaman Ulus’a gidelim. Hem garnımızı doyururuh hem gezerik. Bu arada galacağımız oteli de ayarlarıh.
Köşede beklerken bir dolmuşa el kaldırırlar ve doğruca Ulus’a giderler. O gün akşamı Ulus’ta geçirirler.
Sabah, her zaman olduğu gibi biraz erken kalkarlar. Bu onlarda bir alışkanlık halini almıştır. Köyde yetiştiklerinden bellidir. Biraz da yerleri yabancıdır. Hem de bir otelde...Saat yedidir. Otelin ikinci katından aşağıya inerler. Akşamdan odanın anahtarını aldıkları adam yerinde yoktur. Parayı verdikleri adam anahtarlarını da vermişti. Aynı yere varırlar. Musa, yüksekçe bir kürsünün başında, ayakta duran adama yavaşça seslenir.
-Anahtarı verecam de...
-Tabi abiciğim! Verin bana.
Musa bir iki adım atar ve elindeki anahtarı uzatıp verir.
-Hayırlı sabahlar abiciğim. Rahat ettiniz mi?
-Sağ olun hemşerim. Size de hayırlı sabahlar. Eyi rahat ettik...
Görevli aldığı anahtarı arkasındaki bir ağaç panoya asar. Musa merak eder sorar.
-Ahşam geldiğimizde başka bi arhadaş anahtarı vermişti de...
-Doğru, abiciğim. O arkadaş şimdi izinli.
Otelin kapısından çıkmak üzere iken, görevli seslenir.
-Abiciğim! Bugün de kalacak mısınız?
-Yoo. Galmıyacaz hemşerim. Hayırlı işler.
-Peki, abiciğim. Güle güle. Size de hayırlı işler, hayırlı günler. Güle güle...
Otelden çıkar çıkmaz doğruca bir lokantaya giderler. Sabah kahvaltılarını yaparlar. Oradan bir kahvehaneye giderler. Birer ikişer çay içerler. Bu sırada saat sekiz olur. Kalkıp dolmuş durağına doru yürürler. Biraz yürüdükten sonra Musa aniden durur ve kendi kendine düşünmeye başlar. Onun bu hareketi Hasan Ağanın dikkatini çeker.
-Niye durdun öyle Musa?
-Şey, Hasan Ağa! Dolmuşa binmesek...
-Niye?..
-Hastanenin nerde olduğunu ben de bilmiyom.
-Dolmuşcular bilmez mi?
-Bilirler bilmesine de...Ordan geçerler mi? Her dolmuş her yerden geçmez Hasan Ağa.
-Ne yapah öyleyse?
-En iyisi mi biz tahsi tutah. Ta hastanenin içine gadar gotürürler. Gafamızı yormıyah...
-Eyi, öyle olsun.
Musa, sol tarafına döner. Eliyle yirmi metre kadar ilerdeki sokağı işaret eder.
-Şu sohağın içinde tahsi durağı olacahdı. Hadi gidelim.
Doğruca taksi durağına varırlar. Musa her zaman olduğu gibi önden varır. Durakta iki taksi vardır. Öndekinin içinde şoförü yerinde oturmaktadır. Musa hafifçe eğilir ve seslenir.
-Boş musun hemşerim?
Adam hemen irkilir. Yarı açık pencereden karşılık verir.
-Buyurun abi. Neriye?
-Mevkî Hastanesine...
-Tamam abi. Atlayın...
Musa, şoförün yanına, Hasan Ağa ile Yusuf arkaya binerler. Şavrole bir taksi... Koltukları sanki başbakanın makam koltukları gibi. İnsan oturduğu zaman gömülüveriyor içine; kalkmak istemiyor üzerinden. Bir rahatlık, bir neşe geliverdi yüzlerine. Hasan ağa ile Yusuf’un yüzleri gülümseyiverir. Belli ki çok hoşlarına gitmiştir şavrole. Böyle bir taksiye ilk defa biniyorlardı. Yaylana yaylana gitmeleri çok hoşlarına gidiyordu. Şavroleyle yapılan bu kısa yolculuk Mevkî Hastanesinin önünde bitiverir. Taksi yavaşça durur. Şoför eliyle sol tarafı işaret ederek konuşur.
-Evet abiciğim! İşte Mevkî Hastanesi... Nöbet tutan askerin yanına varacaksınız. Benim işim buraya kadar.
-Sağ ol hemşerim! Borcumuz ne gadar, hemşerim?
-Elli kuruş, abiciğim.
Musa, oturduğu yerden pantolonunun cebinden parayı çıkarır. İki sarı yirmi beşlik uzatır. Taksiden en son kendisi iner.
-Teşekkür ederik, hemşerim. Hayırlı işler sana.
-Ben teşekkür ederim, abiciğim. Size de hayırlı günler.
Taksi uzaklaşıp giderken, Musa önden, hastanenin avlu kapısına doğru yürürler. Nöbetçi asker hemen karşılar.
-Ne istiyorsunuz?
Musa, tebessüm ederek ve gayet yumuşak sesle karşılık verir.
-Yozgat’tan geliyoh. (Sağında duran Yusuf’u işaret eder.) Yiğenim şu anda asker. İstanbul’da askerlik yapıyo. Hava tebdili izni bitti de. Buruya gorünmesi gerekiyomuş...
-Tamam amca, anlaşıldı. Şöyle geçin.
Nöbetçi asker tüfeğini arkaya iyici yerleştirir. Üst araması yapmak için harekete geçer.
-Üstünüzde silah, bıçak, benzeri bir şey var mıdır?..
Bir yandan konuşur, bir yandan da aramaya başlar. Bu sırada Hasan ağa titrek bir sesle konuşuverir. Hasan Ağa seslenir:
-Bende guççük bi çahı var.
-Olur mu bey amca? Ver bahıyım!
Çakıyı alır parkesinin cebine kor. Arama işini bitirir.
-Ben iki saat burdayım. Bu sırada gelirseniz çakıyı alırsınız. Yoksa çakı gider. Tamam mı?
-Önemli daal, yiğenim. Senin canın sağ olsun!
Bunun üzerine nöbetçi asker başıyla hastanenin girişini işaret ederek yardımcı olmaya çalışır.
-İçeriye girince danışma var. Sorarsınız ne istediğinizi size bilgi verirler.
-Sağ ol yiğenim. Teşekkür ederik.
Yavaş adımlarla üçü de aynı hizada binaya girerler. Girer girmez karşılarına yine bir asker çıkar. Ama silahsız ve omzunda iki ‘V’ işareti vardır. Belli ki çavuştur. Nazik ve tebessüm ederek karşılar.
-Buyurun. Yardımcı olayım.
-Yozgat’tan geliyoh. Askerlik Şubesinden buruya gelmemiz söylendi...
Musa, elindeki kâğıdı gösterir. Çavuş alır, şöyle bir inceler. Hiçbir şey söylemeden kâğıtla birlikte danışmanın ilerisinde oturan bir görevlinin yanına varır. Görevli memur sivil kıyafetlidir. Daktiloda bir şeyler yazar. Yazdığı kâğıdı çıkarır çavuşa verir. Çavuş aldığı yeni kâğıdı da alır ve seslenir.
-Gelin. Beni takip edin, amca.
Aynı giriş katında, uzunca bir koridorda çavuşu takip ederler. ‘Başhekim Yardımcısı’ yazan bir odanın kapısının önünde dururlar. Çavuş döner ve yavaşça konuşur.
-Ben içeri girecem. Siz burda bekleyin.
Çavuş içeri girer ve çok geçmeden çıkar.
-Tamam amca. Birazdan doktorlar gelir. Siz şurda bekleyin, oturun. Ben doktorların sekreterine bu kâğıdı veririm. Kayıt ederler. Doktorlar gelir gelmez asker arkadaşı içeri alırlar. Muayene edecekler, tekrar rapor yazacaklar. Tamam mı? Anladınız mı amca?
-Anladık. Sağ ol çavuş.
-Siz de sağ olun.
Çavuş, Başhekim Yardımcısının hemen karşısında bulunan bir doktorun odasına girer. İçerde yalnız oturan bayan bir hemşire vardır. Elindeki kâğıdı uzatır. Hemşire alır, büyükçe ve çok sayfalı bir defteri açar, kaydeder. Kâğıt hemşirededir. Çavuşun burada işi biter ve dışarı çıkar. Sonra birden tekrar durur ve döner;
-Hemşire sizi çağıracak...
Musa ve Hasan Ağa ikisi birden gülümseyerek karşılık verirler ve başlarını hafifçe ‘evet’ der gibi sallarlar. Bir sessiz bekleyiş başlar. Bir süre üçü de konuşmazlar. Karşılarına, yanlarına, gelene geçene boş boş, garip garip bakarlar...
Binanın hemen her tarafı bembeyazdır. Sadece koridorların duvarlarının alt kısımları bir metre kadar yükseklikte ve gri renklidir. Tavan bile beyaz kireçle badana yapılmıştır. Badananın yeni olduğu anlaşılır. Musa yavaşça bir elini hemen yan tarafındaki duvara vurur. Parmağına beyaz kireç çıkar. Başını hafifçe sallar.
-Yeni badana etmişler...
Bir süre oturmaları esnasında sadece bu söz çıkar ağızlarından. Musa, yavaşça saatini çıkarır, bakar. Usulca konuşur.
-‘Dokuz buçuh olmuş...’
Yarım saat kadar otururlar ama uzunca bir süre hiç beyaz elbiseli doktora rastlamazlar. Gelen geçen oluyor; doktora benzeyen yok. Hepsi de asker kıyafetli. Kendi kendilerine merakla ve heyecanla beklerken yan taraftan hemşire, kapının hemen dışından yavaşça seslenir.
-Yusuf Gürer...
Hemen ayağa kalkarlar. Musa, atik bir şekilde öne çıkar.
-Evet, Hemşire Hanım! Burda Yusuf Gürer.
-Siz misiniz Yusuf Gürer?
Musa, eliyle yanındaki Yusuf’u göstererek karşılık verir.
-Yiğenim...
-Tamam, gelsin. Doktor Bey bekliyor.
Üçü birden yürürler. Hemşire, kapıda karşılar.
-Sadece hasta girecek. Siz burada bekleyeceksiniz.
Yusuf içeri girer. Musa ve Hasan ayakta, Yusuf çıkana kadar beklerler. Heyecandan ve meraktan bir türlü oturamazlar. Kâh duvara yaslanır dururlar, kâh sessiz ve yavaşça ileri geri gider gelirler koridorda.
İçerde iki doktor vardır. Yusuf içeri girer girmez biri ayağa kalkar. Diğeri elinde bir kalem oturduğu koltuğa hafif yan dönmüş vaziyette izler. Ayaktaki doktor, Yusuf’a üst tarafının soyunmasını ister. Yusuf hemen soyunmaya başlar. Bu arada doktor sorular sorar.
-Demek altı ay hava tebdili vermişler sana!..
-Evet Komutanım!
-Tam olarak nedir hastalığın?
-Garnım çok ağrıyodu.
-Başka...
-Sona midem ağrıdı. Boğazım arada bi yanar gibi oldu. İştaam galmadıydı...
-Bu söylediklerin şimdi de var mı?
-Yoh Komutanım!
Arkada oturan doktor araya girer:
-Aferin! Kendine çok iyi bakarsan böyle iyi olursun. Bekâr mısın?
-Evliyim Komutanım.
- Öyle mi? Çocuk da var mı?
-Var Komutanım!
-Belli ki eşin, annen iyi bakmışlar sana.
Yusuf başını önüne eğer, gözlerini de yere çevirir ve sessizce durur. Ayaktaki doktor arkadaşına döner ve iki adım ileriye varır.
-Film isteyelim mi?
-Sence gerek var mı? Şu anda ağrı, sızı olmadığına göre, düzelme var demektir. Bence birliğine gönderelim...
Bu arada ayaktaki doktor tekrar Yusuf’a döner.
-Peki, tamam. Durumun iyi görünüyor. Bu altı aylık dinlenme süresinde herhangi bir ağrı, sızı oldu mu?
-Olmadı Komutanım.
-Desene, ‘Ben birliğime gitmek istiyorum...’
Yusuf hafif bir sesle tebessüm ederek karşılık verir:
-İsterim Komutanım.
-Aferin! İşte, asker dediğin böyle cesaretli olur. Aferin! Peki Yusuf! Sen şimdi dışarı çık, bekle.
Yarı çıplak vaziyette olan Yusuf hemen giyinmeye başlar. Ceketini kolunun üstüne alır; sessiz ve yavaşça dışarı çıkar. Dışarı çıktığında esmer yüzü koridorda bile hafifçe ışıldar. Yüzü ve şakakları nemlenmiş, terlemeye başlamıştır. Ama yine de tebessüm eder. Ağzını hafifçe aralayınca dişleri bembeyaz görünüverir. Yakınında bulunan babası Hasan Ağa hemen yanına sokulur. Yavaşça ve büyük bir heyecanla sorar.
-N’oldu Yusuf? Ne dediler?..
-Şey, ağa! ‘Dışarıda bekle’ dediler...
Musa yanlarına gelir. O da aynı soruyu sorar.
-N’oldu Yusuf? Muayene ettiler mi? N’aptılar?..
Yusuf ayakta başlar anlatmaya. İçerde olanları aynen anlatır. Bir süre sonra hemşire dışarı çıkar.
-Yusuf Gürer...
Yusuf kapının hemen yanındadır.
-Benim...
-Otuz, kırk dakika kadar bekleyiceksin. Rapor yazılacak. Başhekim onaylıyacak ve sana verilecek. Oturun, bekleyin burada. Tamam mı?
Musa, Yusuf’un yerine karşılık verir:
-Tamam, Hemşire Hanım.
O eski heyecan ve merak gitmiş gibidir. Kendi aralarında yavaş yavaş konuşurlar. Hatta geldiklerine sevinirler üçü de. Sonucu her ne kadar merak etseler de bilirler. Yusuf, iyidir. Buna kendileri bile inanmaktadırlar. Hem Yusuf’un kendini iyi hissetmesi hem de doktorların iyi görmesi Hasan ile Musa’yı daha çok sevindirir. Artık yüzleri gülmektedir. Sadece sabırla beklemek kalmıştır. Ama bu onlar için hiç önemli değildir. Yusuf askerliğini sapasağlam yapacak ya, önemli olan budur. Aradan yarım saat kadar zaman geçmiştir. Gerçekten hemşirenin dediği gibi rapor hazırlanmıştır. Sivil kıyafetli bir erkek görevli, doktorların odasına elinde dosya ile girer. Kısa bir süre sonra hemşire dışarı çıkar.
-Yusuf Gürer, buraya gel. Başhekim toplantıya gitmiş yarın geleceksiniz. Yarın saat 10.00’dan sonra gelebilirsiniz. Şimdi gidebilirsiniz.
Yusuf sessizce dışarı çıkar. Amcası Musa’ya seslenir.
-Yarin gelecamişik, emmi. Başhekim yohmuş. Öyle dedi, hemşire.
Musa, önce durur ve arkasından bir elini kaldırarak konuşur.
-Hadin öyleyse gidelim. Yarin gelirik biz de.
Birlikte yavaş yavaş dışarı çıkarlar. Çıktıklarında saat on ikiye gelmiştir. Hastanenin giriş kapısına varırlar. Karşılayan nöbetçi hâlâ oradadır. Üçünün yüzlerinin gülümsemesine nöbetçi asker de aynen karşılık verir.
-Ne o amcalar? İşiniz bitti galiba.
Musa karşılık verir.
-Şimdilik bitti yiğenim...
-Eyi amca.
Cebinden çıkardığı çakıyı avucunun içine alır ve gülümseyerek Hasan Ağaya yavaşça uzatır.
-Al, amca. Bak, her yerde vermezler ha!..
-Sağ ol, yiğenim. Önemli daal de, alışganlıh işte. Koylüyük ya...
-Ben de köylüyüm amca. Bilirim haldan...
-Hadi, Allahaısmarladık yiğen. Sana eyi nöbetler. Hayırlı teskereler...
-Sağ olun amca. Size de hayırlı günler. Arkadaşa da geçmiş olsun.
-Sağ ol arkadaş! Sana da hayırlı teskereler.
En son Musa bir elini yukarı kaldırır ve döner.
-Allahaısmarladık...
Nöbetçi asker son kez karşılık verir:
-Güle güle, bey amca!..
Yapacak bir şeyleri yoktur. Ulus’ta yemeklerini yerler. Gezmek isterler. Kaldırımda ağır ağır yürürlerken Hasan Ağa birden durur ve Musa’ya seslenir.
-Musa!
-Buyur Hasan Ağa!
-Yahu, bizim Halil’de burda esker ya!
-Bizim Halil mi?
-He ya!
-Mamak’ta mıydı Halil?
-He emmi. Değişmediyse Mamak’taydı.
-Tamam. Gidelim isterseniz.
-Gidelim Musa!
-Şey, Hasan Ağa! Ben Yozgat’ta iken Sedat Beyle karşılaşmıştım. ‘Angara’ya geldiğinde beklerim’ demişti. Ben de onu düşünüyodum şimdi!..
-Bizim Sedat Kırımlıoğlu mu?
-He Hasan Ağa!
-Eyi. Sen bilin. Sen get gel istersen. Biz seni bekliyek...
-Olur mu Hasan Ağa? Beraber gidecik. Ulus’ta yazıhanesi var. Ordan sorarıh. Buluşursah buluşuruh...
-Yakın mı bari?
-Burda diyom ya Hasan Ağa. Aha şu ileride...
-Eyiymiş o zaman. Hadi gidaan.
Birlikte Rüzgârlı’ya doğru giderler. Musa, daha önce yazıhaneye gelmiştir. Yerini bilir. Bir binaya girerler. İki kat çıkarlar ve Musa bir kapının önünde durur. Kapıya vurur. Bir delikanlı açar.
-Buyurun!
-Sedat Beyin yazanesi mi?
-Evet! Burası.
-Kendileriyle gorüşecadik de...
-Buyurun. İçeri geçin amca. Sedat amcam da burdalar.
Yavaşça içeri girerler. Yazıhanede Sedat Beyin yanında biri daha vardır. İçeri girer girmez ikisi de ayağa kalkarlar. Musa önden girmiştir.
-Oo Musa Kâ... Gel kardeşim. Gel muhtarım. Hoş geldin hele. (Döner Hasan Ağayı da aynı şeklde karşılar) Hoş geldiniz Hasan Kâ. Neye borçluyuk bu ziyaretinizi, benim sevgili gardaşlarım. Sen de hoş geldin yiğenim.
Sedat Bey üçünü de toka yaparak karşıladıktan sonra Musa, Hasan ve Yusuf diğer kişiyle de tokalaşırlar. Musa ve Hasan o kişiyle de ayrıca kucaklaşırlar. Bu kişi de tanıdıktır. ‘Hoş geldin’ faslı bittikten sonra Sedat Bey konuşmaya başlar.
-Bizim Esat Efendi! Tanışıyorsunuz zaten. Sağ olsun, her zaman beni ziyaret edip gider.
-Esat Efendi de sizin gibi, bizim değerli ahbaplarımızdandır.
-Valla Sedat Beyim, ben Yozgat’ta çok az kişiynen ahbaplık yaparım. İşte birisi Musa Kâ birirsi de Hasan Kâ. Ben de kendilerini çok severim.
Sedat Bey hızlı bir ses tonuyla sorar.
-Biz biraz önce yemek yedik. Hemen yemek ısmarlayım size. Ondan sonra konuşuruz gene.
-Sağ ol Sedat Bey. Biz de o vazifeyi az önce yaptık, doğru buruya geldik.
-Bak, çekinmek filan yok, ha!..Ben sizin hanenize gelince çekiniyom mu?..
-Sağ ol, Sedat Bey. İnan yedik yemamizi. Çok sağ ol!
-Peki. Siz bilirsiniz. Benden günah gitti. Konuşak o zaman. Hayırdır; Ankara’da işiniz ne Musa Kâ?
-Hayır, Seday Bey. Yiğenim asker. İzinliydi. İzini bitti. Beraberce geldik...
Sedat Bey hafifçe gülümser.
-Niye canım? Delikanlı Yozgat’tan kendisi de giderdi...
-Şey, Sedat Bey! Hava tebdiliyle gelmişti. Şimdi de Angara’dan tekrar kontrol olması gerekiyomuş. Biz onun için geldik.
-Ha, anlaşıldı gardaşım. Öyle desene. Geçmiş olsun! Şimdi durum ne? Benim yapacağım bi şey varsa hemen devriye girerim, gardaşım.
-Çok sağ ol, Sedat Bey! Her halde önemli bi şey çıhmadı. Yarin sonucu verecekler. Durum eyi dediler. Askerliğine devam edecek yiğenim.
-Eyi eyi, çok eyi. Sevindim buna. Bu eyi haberdir...
-Şey, Sedat Bey!..(Biraz duraklar)
-Buyur, Musa Kâ. Söyle gardaşım!..
-Hasan Ağamın damadı var. Şu anda Mamak’ta askerlik yapıyo. Bi gormek istiyok da... Hani tanıdıh, bildik biri varsa sizin, diyodum...
-Bunu mu gayle ediyonuz Musa Kâ? Benim işim yok. Hadi kalkın, hep beraber gidelim gardaşım.
Musa ve Hasan, Sedat Beyin bu ani davranışına şaşırırlar. Birbirlerine bakışırlar. Gerçekten kalkarlar ve dışarı çıkarlar. Yürüyerek dolmuş durağına kadar giderler. Mamak’a giden dolmuşa binerler. Dolmuşa bindiklerinde Sedat Bey yavaş bir sesle konuşur.
-Böyle ziyaretlerde pek zorluk çıkarmazlar Musa Kâ. İstersen oraya varınca sen önden get, konuş. Bi aksilik olursa ben zaten devreye girerim.
-Tamam Sedat Bey.
Mamak’ta dolmuştan inerler. Yürüyerek ‘askerî birliğe’ gelirler. Musa gruptan ayrılır ve hızlı adımlarla Nizamiyenin kapısına yanaşır. Halil o gün Nizamiye’de nöbetçi onbaşısıdır. Musa hızlı adımlarla ilerlerken, kendisine doğru bir asker gelir. Ta uzaktan Halil, Musa’yı tanır ve o da hızlıca karşılamaya varır.
-Vay, Musa Emmi! Sen burayı bilin miydi? Hoş geldin hele, Musa Emmi!..
-Hoş bulduk Halil! N’ediyon? Nasılsın? Eyi misin?.. Burda n’apıyon?..
Halil hemen Musa’nın koluna girer.
-Çok eyiyim emmi. Hele seni gorüncek daha eyi oldum valla!
-Dur hele Halil! Bah, başkaları da var. (Musa arkadan gelenleri işaret eder) Gelenleri tanıyon mu?
Halil şöyle bir durur bakar dikkatlice.
-Tanıyamadım Musa Emmi...
-Eyi bah!..
-Ecik, emmime benzetiyom birini ya...
-Tamam. Biri Hasan Ağam. Ya diğerleri... Şu genci tanıdın mı?..
-Valla, tanıyamadım Musa Emmi!
Musa ve Halil öylece dururlar, diğerlerinin gelmesini beklerler. İyice yaklaşınca, Halil o gencin Yusuf olduğunu ancak tanıyabilir.
-Yahu Musa Emmi bu Yusuf! Yusuf İstanbul’daydı ya!..
Halil önce Hasan Ağanın eline varır. Sonra Yusuf’un yanına varır. Daha sonra da Sedat Beyle Sarıçiçekli Esat Efendinin ellerine varır. Hepsiyle ayrı ayrı kucaklaşır. Hepsi de Halil’i yüzlerinden öperler. Sedat Bey hemen konuşmaya başlar.
-Demek Hasan Kân damadısın!.. (Bir elini Halil’in omzu üzerine kor) Hasan Kân Musa Kân damadı, yiğeni benim de oğlum sayılır. Ben hep Ankara’dayım. (Cebinden bir kart çıkarır) Bak burda adresim yazar. Ben ayrıca tapudayım. Seni sevdim. Yanıma gel, sana yardım ederim. Tamam mı?
Halil kartı alır, cebine kor.
-Sağ ol, abi!
Musa ile Halil Nizamiyeden içeri girerler. Nöbetçi Subayın yanına varırlar. Halil önce subayın karşısına geçer ve selâm çakar.
-Komutanım! Amcalarım ve kayınbiraderim ziyaretime gelmişler. İzin verirseniz görüşmek istiyom.
Nöbetçi subay şöyle bir bakar. Bu sırada Musa eline şapkasını almış hafif bir şekilde gülümsemektedir. Oturduğu yerden konuşur.
-İki saat izin veriyorum. Gidebilirsin.
-Sağ ol, Komutanım!
Yavaşça Nizamiyeden dışarı çıkarlar. Fazla uzaklaşmazlar.Yarım saat kadar yürür, konuşurlar. Daha sonra tekrar kucaklaşır ve ayrılırlar.
_______ romanın devamı var _______ EKREM GÜRER
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.