- 824 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Alacakaranlık Sevdalarla Vuruldum Ben...
Gecelerim savrulmuş rüyasız düşüncelerime...
Urganlar kopsa senin yüreğine doğru düşse yüreğim...
Bir şiirin düşse yüreğime senin yoluna koşarken gözü kapalı...
Gözlerinin yeşilinde kaybolmak, mavisinde denizin nefes almayı yeniden öğrenmek gibi bir şey...
Yoklukların karanlığından gelen ses ki bilmeli, O sese muhtacım...
Yarısı sen yarısı bu benim yazmalarımdaki özlemler...
Unutulmuşluğa dahil ne alacaksan ki hepsi senin sesinin dışında kalmalı, beyazlarımın kopuk sesleri...
Bakışlarının ardında kalan senli düşlerim her tan şafağındadır ki beni sarsan...
Her başlangıçlara adım atmam, gelecek kaygısını yok ederken, geçmişin zaman örtücüsü oldum ben...
Zamansızlıkların içinde sevmeyi yeniden öğrenmekse bu, şafak da bu sefer de benim için doğsun...
Yol kenarı yalnızlıkları bu, çaresizliklerin üstünde adımlamak geleceğe doğru...
Nefeslerin tutulduğu anlar bu, korku bakışları yokluğuna dahil...
Umut bu, bacası isli bir çatı üstü yanıklığı kimsesizliğim sensizliğimdir yar...
Unutulmuş mektuplara saklanmış bu acılar çakıllı bir sahilde kuma çakılmış yanık uçlu zarflarla, sen yazılıyorsun içinde...
Ben sana aşıktım demek çok ucuz bir cümle içinde saklı hayatın yazıldığı sensizlik cümleleri...
Özlemek cümlesi mıhlanmış beynime, dilim lâl bataklığı ile...
Karartılmış sevdaların ardında kalan ışık, özlem arkası istek bu, seslerini duymak...
Kahredici aldatılmış zamanların ardında kalan boşluk zincirleri, hayatımın yaşanmamış anlarının halkalarıydı... Kaç pençe vuruluşunu veya kaç pençeyi sırtımda hissetmiştim... Korkunun, cesaretin önüne geçtiği anlardı senli yaşamımın son zamanları...
Her nefesin bir bedeli senin yokluk korkuları ile ödeniyordu...
Sen benim içine girdiğim saklı sığınağım, terk edilmiş gemilerin limanı olan, sığındığım kuytuluk, benliğini içimde hissettikçe, benlik savaşı verdiğim bir beden, ardına bakamadığım körü körüne bir senli yaşam...
Ve her şeyin ötelendiği, ertelendiği, sadece sevme duygularımın hapsolduğu, uğruna ölünebilecek sevgiliydin...
Yasaklanmış aşkların limanıydık belki de, ruhumun hapsoldu ğu bir ruhtun sen...
Kaybolmuş sevme duygularımın tümünden arınmış tek sevgi barınağıydın sen..
Seni sevmekle ölmek arasındaki köprünün aksak yürüyüşlerini yapan bir bedendim ben, senin yüreğine hapsolmak isteyen...
Ve kendi masalımızı kendimizin yazdığı, söylemek istediğimiz şarkıların sözlerini yaşayarak yazdığımız bir kalem tutan eldik biz...
Ve sonunda kendi şarkımızı kendimiz ezberledik biz...
Hayatın bütün virgül aralarından noktasına kadar heyecan, ürperti, korku, gülmemelerle noktalamaya ulaşan yine bizdik, ta ki son noktayı vedasız bir buse ile koyan sinsi gülüşlerin ardında kalan yine sendin...
Son busenin ardına gizlediğin sinsi tebessümlerde duran yine sendin...
Bu nasıl sevmeydi, bu nasıl el tutuştu, bu nasıl sen bensin demekti, bu nasıl sen benim son şansımsın demeğe hak kazanmaktı, bu nasıl iştir ki senin yüreğin benimkinin içinde çarpıyor demekti? Ya sevgili, riyalar ne kadar ucuzmuş sende, bu nasıl iş ben sende sevmeyi öğrendim demek?
Oysa biz kayıp zamanları bulmuştuk yasaklı yaşamımızda...
Yasaktı bize ayrılık, yasaktı bize yüksek sesle kahkaha atmak, yasaktı bize koşa koşa birbirimizin boynuna sarılmak, yasaktı bize yan yana yürümek ve yasaktı bize ayrılık şarkılarını sevmek... Sevmelerle ölmek yasaktı, sevgili, o kadar çok istememize rağmen, biz birbirimize bile ölemedik be sevgili, kendimize gülmeleri yasak ederken, ölmelere bile yasaklı kaldık...
Hadi bana şimdi bir şarkı ismi bari söyle, dinlemesi ikimiz için de yasak olmasın... Ben seni sevdim can ve bu sevmenin bedelini de ödedim yar, işte pişmanlığım bu... Hak etmeden bedel ödemek, berdel bile değildin sen, boş verilmiş bütün vazgeçmişlikler bile gelip bana yapışıp kaldı... Ya sevgili artık seni sevmiyorum demeyi bile yasak ettim kendime...
Gecelerin korkunç ürpertilerini yazdım sana, daha nasıl anlatabilirdim yalnızlığımın korku titremelerini... Karanlıklardan soyutluyorum kendimi, akıl almaz korku düşlerinde yaşıyorum kör kara geceleri... Hasreti perçinlemişler duvarlara, hayalet avcılığına sürüklüyor beni...
Zül oluyor geceler bana, karanlıklar perperişan gözlerimde, hayatın yoksullaşmış halini bilmezdim, sen çıktın karşıma... Bir şarkı ismi sor bana, sana Emrin Olur diyeyim...
Gecelerim savrulmuş rüyasız düşüncelerine... Urganlar kopsa, senin yoluna doğru düşse yüreğim...
Mazgallara akarken ruhumuzdan katreler, sabahı dar etmiş bedenin sızıları vardı içimde... Ruhla bedenin ayrışamaz senfonisi dökülüyordu dudak aralarımdan, ben varlığının sürüklendiği sabahlar bu güneş ışığını terk etmiş bedenimle çığlık çığlığa akışkan ruhumda sana doğru...
Beni ne kadar bıraktın ki o kadar kalamadım, büzüldüm, sustum, tırstım hayattan, senin olduğun zamanlardaki gibi cesur değilim hayata, yalnızlığa, biliyor musun bu gün de seni ben çok özledim sesini, günaydın deyişini, özledim hem de kendimi kendimden kıskanırcasına... Bir gün sen de anlarsın kuşların baharda da ölebileceğini, sen de anlarsın, hayatın yalnızlıkla geçtiği zamanlarının çoğul açlığını, anlarsın sevmelerdeki hasretin bedava olduğunu, anlarsın gökyüzündeki yıldızlara bakarken sevmenin soğuktan omuz donmalarını...
Demedim ki sevmedim diye de sana, özlüyorum oysa... Beyazlara bürünmüş kadın sesi...
Ve ben seni yine çok özledim... Her pazar olduğu gibi... Ters akıyoruz hayata, tıpkı Asinin kaynağında gibi, boş verilmiş duyguları savuruyoruz poyraza esen rüzgâra, bırak gözyaşlarım hasretle silinsin... Sen de mi gittin bulutlara bakıp, bakıp, akıp giden gözlerinle, sen de mi gittin uzaklara, benim gibi...
Alacakaranlık sevdalarla vuruldum ben, yüreğim aydınlıkta sevmeleri bekleyecek...
Karartılmış sevdaların ardında kalan ışık, özlem arkası istek bu, sevgili seslerini duymak...
Dert akıtmayı öğrendi yüreğim, sabahı uzun gecelerle, ağlamak sonsuza sürse de bunu da öğrenecek yüreğim...
Işıltı böcekleri kararmış uçuşlarında, beklemenin ardındaki güneş çok uzaklarda...
Bırak gözyaşlarım hasretle silinsin...
Geç kalmış sevdaların aşklarını söylerken biz, geç kalınmıştı oysa yaşama... Sevgi bir kor yandı da yandı beden derken de ateşi avuçlamaktı zaten biri var ki onu çok özlüyorum o ki gözyaşlarımın sahibi, gerisi yalandan timsahlar... O biri ki yaşanmamışlıklarımın tümünü içinde saklar... Sevdaya dahil olmak için... İşte zaten biri var ki onu çok özlüyorum o ki gözyaşlarımın sahibi, gerisi yalan dan timsahlar...
Yalandan timsahlar gibi bunun anlamı çok geniş diye düşünürüz ki darmadağın eder düşüncelerimizi... Tüm ağlamalar sadece bir kişiye olur diğerleri onu bastırmaya çalışır ama hepsi yalan timsah gözyaşları sıralanır...
Biz bu son ağlamalarla daha da çok ağlarız ama hep birini özleyerek ağlarız gerisi örtüdür ve bizi de en çok vuran bu örtülerin ardında kalan ilk kişiye ağlamalarımızdır... Aslında onu özleriz kendimize bile diyemeyiz, dedikçe de hıçkırıklar boğar atar ki sahipsiz ağlamalar çıkar ortaya... Aslında biz bizi ilk ağlatanı özleriz ve en çok onun için ağlarız gizlice... Onun sesidir hıçkırıklarımızın ardında gizlenen, onun bakışıdır güneşe bakmalarımızın ardındaki gölgeler... Ne kendimize söyleye biliriz ne de ona, sadece ağırlarız o misafir gözyaşlarımızı ta ki yeni bir ağlayışa saklayıncaya kadar...
Her hikâyenin bir de sahibi vardır, herkesin de yazamadığı hikâyeleri vardır...
Aslında er geç çıkar bu feryatlar ama zaman çok geçtir artık ağlamak için, zamansa çok geçtir artık güldürmek için... Oysa yaşanacak çok gülmeler vardı hayatın içinde... Yokluk zamanlarına ulaşmıştı çoğu aslında sevmelere giden yolda...
Unutulacağa dair ne varsa yüreğimin vuruşlarında, imkânsıza uzayan zaman bu hasreti öğretiyor insana...
Seslerin ardındaki yar sesi tınısı, umut ardına sarkmış bir yalnızımsı sesin davulları çalınıyor, şafak hâlâ zor söküyor...
Ürkütülmüş düşler bunlar, kaybolasıya sevgili sesi, bir karartı sanki yüzü ağlamaklı...
On avcıya, bir geyik, on yara sevmeye, acımasızlık diz boyu, bakışlar yara sızılarında, sevmeye dahil, on kanama...
Kimin hasreti kime, kimin hıncı kime, kiminin bakışları süzülür kime, hasreti prangalaşmışlıklarından kıran kim, kimine sevdanın son zincirleri bunlar, kimden, kime?
Duy sesimi, ne yalvarış bu, ne de acizlik, sadece nefret ötesi bir hırs bu...
Yaram, kanıyorum ben, sen ki kanamalarımın üzüntüsü...
İçimde çıtırdayarak kırılan dalım, nerde başladın nerede bitecek bu kırılma acılarım, yaram...
Yorgundu yaşam, yorgundu seni sevmelerime gelen zaman, adını tarif edemediğim özlem arkasına sığınmıştı boğuk seslerim, sayfalara yazılamamış cümleler vardı, belki de hiç yazılamayacaktı yorgun gök gürlemelerinin altında kalan seslerim, acımasızlık sarmıştı tüm bedenime şartlarım derken, ama umut hiç yok olmamıştı var olduğu yerden...
Bitimsiz düşünceler, ertelenmiş hisler, kaybolmuş zamanlara gömülmüş yaşamlar, biteviye örselenmiş duygular ve sevda sürgünü bir yürekle dalgın bakışlarda bir ben yaşamı ki nereye kadar sürer bu sarmalanmayla bu beden?
Saklı isimlerin, saklı aşklarının düşleriydi korkularının arkasında kalan gecelerde...
Belki de bu düşler anılarla, ayrılıklarda köşe kapmaca oynamaktı...
Belki de hasretin boğmacası yaşanıyordu, köşe başlarında...
İsimsiz sevdaların göçü bu, ne yazı oldu ne de kışı, hasreti koltuk altına alıp, basıp toprak kokusuna, göç eyledi sevda...
Mustafa Yılmaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.